T24 - Sadece bir terör uzmanı ve siyaset bilimci bakışıyla değil, bir sosyal psikolog gibi analiz yapan Prof. Deniz Ülke Arıboğan, Türkiye tarihinin yeni baştan yazıldığı bir dönemin travmalarına dikkat çekiyor: “Türkler, 80 yıldır doğru bildiklerinin yanlış olabileceği iddiasıyla karşı karşıya... Ordu, laiklik, Misak-ı Milli tartışılıyor. Tarihinden övünç duyan insanlar, Dersim’den Ermeni meselesine kadar birçok olumsuzlukla yüzleşmek zorunda kalıyor.” Bu öyle bir yüzleşme ki travmatik olmaması mümkün değil. İşte bu yüzden kökünden koptuğunu hisseden bir Türkiye var ortada ona göre... Ve en az Kürt meselesi kadar çözülmesi zor olan bir Türk meselesi!
"Yüzde 42 kendisini çok ağır baskı altında hissediyor. Devlet kurumlarının ya da eski hükümetlerin hatalarını kendisininmiş gibi sahipleniyor. Bu kitle aslında ülkesini çok seviyor ve geçmişini sahiplenmeyi bir vazife olarak görüyor..."
İç ve dış politikada en az babası Mahir Kaynak kadar sözü dinlenen biri. Akşam Gazetesi’ndeki köşe yazarlığının yanı sıra, ne zaman önemli bir mesele olsa TV kanallarının paylaşamadığı bir isim. Görüşlerini salt gazete ve TV ile aktarmakla da yetinmiyor, Twitter’da en fazla takipçisi olan akademisyenlerden biri...
Prof. Deniz Ülke Arıboğan’ın bir diğer özelliği de Türkiye’nin en genç rektörlerinden biri olmasıydı, ta ki kendi isteğiyle Bahçeşehir Üniversitesi’nden ayrılana dek. Temmuz ayından bu yana Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nde yer alıyor. Geçen hafta Türkiye’nin gündemine Tophane’deki saldırıyla birlikte yeniden oturan ‘mahalle baskısı’ ve Kürt meselesi konularında NTV’de yaptığı yorumlar üzerine kapısını çaldım. NTV’de yaptığı analizler isabetliydi, ama süre öylesine dardı ki, bana yetmedi, sanırım benim gibi pek çok izleyiciye de yetmedi...
Tespitlerinin ayrıntılarını dinlemek istedim, o da hiç tereddütsüz buyur etti. Ve ben bir saat geciktim randevuya!
Sebep Başbakan’ın Dolmabahçe’deki basın görüşmesiydi. Yanlış anlaşılmasın, toplantıya katıldığımdan değil, trafiğe saplandığımdan! Her zamanki güler yüzüyle açtı kapıyı... Benim gecikmeme sebep olan toplantıda Başbakan ne söylemişse, tek tek ele aldık. “Bizim teröristlerle görüşme fantezimiz yoktur”dan, “Anadilde eğitim kesinlikle gündemimizde yok”a kadar...
Sadece bir terör uzmanı ve bir siyaset bilimci olarak değil, bir sosyal psikolog bakışıyla yanıtladı sorularımı Arıboğan. Yani politik dengelerin insanı dışlayan kuru analizinden öteye, toplumun travmatik dönüşümünü de dikkate alarak. İşte bu yüzden söyleşinin sonunda en az Kürtler kadar Türkler’in de bir travma içinde olduğu sonucuna vardık. Söz Prof. Arıboğan’da...
Batı’da da ciddi bir kimlik kaybı korkusu var!
Başbakan, “Bizim teröristlerle görüşme fantezimiz yok” diyor. Sizce Kürt meselesinde ne noktadayız? Bu mesele nasıl bir sürece giriyor?
Birincisi, Kürt meselesi sadece terör meselesi olarak tanımlanacak bir boyutta değil. Bu meselenin çok daha geniş bir perspektiften ele alınması gerekiyor. Çünkü dağda silahlı insanlar var, bunların uluslararası uzantıları var... Suriye, İran, Irak’ta yerleşik eylem potansiyeli bulunan PKK’nın uzantıları olan gruplar var. Bunlar Türkiye’nin Kürt’ü de değiller. Nitekim Hakkari’deki bombalamanın Suriye uzantılı bir grup tarafından yapıldığı ortaya çıktı ve yapanların da İran’a kaçtığı söyleniyor.
Olayın bir boyutu bu. Onun dışında o bölgede uzun süredir devam eden ve psikolojik bir yıkıma dönüşmüş olan şiddetle iç içe yaşama durumu var. Güvensizlik, tedirginlik ve bilinemezlik çok ağır yaralar açmış. Çözümlenmesi gereken bir başka boyut da bu. Çünkü şiddet bu insanların yaşam biçimi haline gelmiş durumda. Ve o bölgede araştırma yapan arkadaşlarımızın anlattığı kadarıyla, insanlar uzunca bir süredir yasta. Ailesinden herhangi birini kaybetmemiş neredeyse tek bir aile kalmamış bölgede. Ya dağda kaybetmişler ya askerde şehit vermişler ya da faili meçhul bir cinayete kurban vermişler.
Ya da cezaevinde verilen kayıplar var... Diyarbakır Cezaevi’nde mesela...
Evet. Cezaevlerinde işkence görmüş on binlerce insan var ve o kötü günlerin bugünlere yansıyan çok olumsuz etkileri var. Kabul edilemez kayıplar ve ağır travmalar var. Bölgesel düzeyde baktığınız zaman çok büyük bir problem bu... Bunlara ilave olarak bölgeden kaçan, varını yoğunu oralarda bırakıp Batı’ya göç etmiş, lakin geldiği topraklara da bir türlü entegre olamamış Kürtler meselesi var. Bu insanlar tam da bizim mahalle ortamı dediğimiz kapalı cemaatlerde yaşıyor ve buralarda ortaya çıkan politik, dini veya aşiret merkezli baskılara boyun eğmek durumunda kalıyorlar. Bu kapalı topluluklarda ilişkiler çok problemli. Terör ve göç sorunlarına ilave olarak, bunların yan uzantısı olan suç örgütleri var. Uyuşturucu kaçakçılığı, yasadışı silah ticareti, mafyavari yapılanmalar gibi... Onun için bu meseleyi, teröristle görüşülür görüşülmez boyutunda değerlendirmek çok yanlış.
Bu mesele ne BDP’nin tek başına temsil edebileceği bir mesele ne de Türkiye’deki iktidarın tek başına çözebileceği bir mesele... Bu mesele çok bacaklı bir mücadele stratejisini gerektiriyor. Aslına bakarsanız bu sadece o bölgenin dizayn edilmesi anlamına gelmiyor. Bu, bütün Türkiye’nin biçimlendirilmesi, Türkiye fikrinin yeniden inşası anlamına da geliyor. Bu yapının inşası, insanların memnun, mutlu bir biçimde devlet güvencesi altında demokratik bir ortamda yaşayabilmelerini sağlamanın yolunu bulmalı. Ve tabii geçmiş travmaların, yasların üstesinden nasıl geleceğiz, bunlara bakılmalı. Bunu yaparken olayın bir başka boyutu da ortaya çıkıyor, ki bu Kürt probleminin uzantısıdır; “Türk meselesi.” Batı bölgelerinde Kürtlere karşı oluşmaya başlayan reaksiyonu nasıl ortadan kaldıracağız? İlk başlarda Batı’da gelişen tepki, sınırlı ve PKK’ya yönelik iken, şimdi o bölgeden göç etmiş ve Türkler’in yanı başında toplu halde yaşamaya başlayan ve kendi geleneklerini sürdüren Kürtlere de dönmeye başladı.
Genel olarak Kürt kimliğine yönelik bir olumsuzluk var. Batı’nın psikolojisi ve kopuşları tamamen göz ardı ediliyor, oysa orada da ciddi bir kimlik kaybı korkusu var. Bunları nasıl çözeceğiz?
AK Parti tabanı kendisini geçmişten soyutladığı için rahat.
Batı’daki kimlik kaybı korkusundan kastınız nedir?
Kürtlerin kimliği konusu bir süredir tartışılıyor. Oysa kalan kısmın ne tür bir kimlik kaygısı içinde olduğu göz ardı edilmekte. Çok uzun bir süredir insanların bugüne kadar inandıkları, bildikleri ve üzerinde siyasi varlıklarını inşa ettikleri bir çok şey hakkında spekülasyon yapılıyor. Örneğin, asker konusu Türkiye’nin dokunulmaz tabusu idi. Koruyucu, kollayıcı ve hatta gerektiğinde uçurumun kenarından alıcı bir rolü vardı. Oysa şimdi darbe iddiaları ardı ardına geliyor. Emekli bir general Kıbrıs’ta kendi camimizi yaktığımızdan söz ediyor.
Bu yeni TSK profilinin yarattığı yıkım en azından belirli bir kesim için çok şiddetli. Laiklik konusu bir başka sorun. Bugün alışılmaya başlasa da, toplumun bir bölümünün kafalarındaki laiklik algısının çok dışında bir noktadayız. Başörtülü kızları üniversitelere sokmamayı laiklik olarak algılayanlar, başörtüsünün Cumhurbaşkanlığı köşkünde temsil edilmesine alışmak durumundalar. En uç noktada, Misak-ı Milli sınırları da, üniter devlet yapısı da, iki bayraklı düzen de tartışılabilir hale geliyor. Tarihiyle övünç duyan ve her dem kötü insanlara karşı savaşan Türkiye formatından, tarihinde Dersim’den tutun da Ermeni meselesine kadar birçok olumsuzluğun var olduğu bir ülkeye geçiyoruz. Geçmişle yüzleştikçe, derinler yüzeylere çıktıkça tepki artıyor. Geleceğimize karşı güvensizdik, şimdi geçmişimize karşı da çok güvenli olamayacağımızı fark ediyoruz. Bu değişim, dönüşüm son 10 yılda normal, sıradan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üzerinde çok ağır bir psikolojik baskı oluşturmaya başladı. Kendisinin, bugüne kadar bildiği gibi birisi olmadığını öğrenen herkeste oluşan karmaşık ruh hali hepimizi sardı. Birileri bir sihirli değnek değdirse beklentisi artıyor. AK Parti tabanı, kendisini tüm bu geçmişten soyutladığı için rahat gibi, oysa geçmişi ve sistemi sahiplenen kitle çok rahatsız.
Artık sadece Kürt meselesi değil, Türk meselesi de var
Yani Kürt meselesiyle birlikte bir de bu meselenin çözülmesi lazım?
Evet. Aslında bugün “evetçiler” ve “hayırcılar” diye görünen ve Başbakan’ın “Yüzde 42’ye de ulaşmamız gerekir” dediği kesimin en önemli meselesi bu. Bir süredir neredeyse hiçbir konuda haklı ve mücadelede üstün çıkamıyorlar. Seçimler, referandumlar kaybediliyor. Bu yüzde 42 sadece anayasa değişikliğine “hayır” demiyor, bu ortaya çıkan değişimin, dönüşümün kendisine nasıl yansıyacağını bilmiyor ve şu anda kendisini çok ağır bir baskı altında, kökünden koparılmış gibi hissediyor. Devlet kurumlarının ya da eski hükümetlerin hatalarını kendisininmiş gibi sahipleniyor. Bu kitle aslında ülkesini çok seviyor ve geçmişini sahiplenmeyi bir vazife olarak görüyor. Bütün değerlerinin bu kadar lanetlenmesine, bu kadar tartışılıp speküle edilmesine hazır değildi ve şimdi ona tepki duyuyor.
Yüzde 42, “Bir yerlerde durun artık, bir nefes alalım” diyor
Yani yaralar açıldı ve kapanmıyor?
Evet. Yeniden açıldı. Belki yasını tutamadığımız bazı şeyler vardı, onlar ortaya çıktı. Bir imparatorluk yitirdik ve bir görkemli kişinin, Atatürk’ün liderliğinde yeniden doğduk. Yeniden doğuş öylesine zaferleştirilmek durumundaydı ki, kaybettiğimizin yasını tutmaya vakit bulamadık. Sonrasında da hızla dönüşen bir dünyaya ayak uydurma çabası ve şiddetli dalgalanmalar geldi... Bu kadar ağır bir baskıya dayanamaz insan tabii... İnsanlara şimdilerde ise “Bugüne kadar bildiğin her şey yalan olabilir” deniyor. Tıpkı yıllar sonra hiç beklemediği bir anda bir çocuğa, “Seni cami avlusunda bulmuştuk” demek gibi bir şey bu. Bugüne kadar bütün fikirlerimizi, inançlarımızı üzerine inşa ettiğimiz her şey sorgulanıyor. Bu, insanın ruh halini sakatlayabilecek çok ağır bir yük. O nedenle de reaksiyon çok şiddetli. Ve bu tepki çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor. Bazen mitinglere, bazen referandum sandığına yansıyor. Şimdi bu yüzde 42’lik kesim anayasayı onaylamadı diye demokrasiyi istemiyor mu demek? Çok yanlış bir formatlama bu. Yüzde 42 herkesten çok demokrat da olabilir. Yüzde 2’sini dışarıda bırakın, yüzde 40 aslında demokratik olmayan bir Türkiye’de yaşamak istemez zaten.
Neden anayasa değişikliğine hayır diyor, ona bakmak lazım o zaman?
Elbette. Anayasa değişikliğiyle birebir ilgisi yok bu “Hayır”ın. O, “Bir yerlerde durun artık” diyor, “Durun, bir nefes alalım” noktasında. Onun için bu psikolojinin kontrol edilmesi de en az diğerlerininki kadar önemli. Ben, son dönemlerde Kürt meselesinde de esas değişimin Kürtlerin yaşadığı bölgelerde değil, Türkiye’nin Batısı’nda gerçekleştiğini düşünmeye başladım. Yani ortaya çıkan değişim ve dönüşümler Kürtlerin hayatlarını ne kadar etkilemiştir bilemiyorum ama İzmir’de, Ankara’da, Antalya’da yaşayanların bu gelişmelerden çok etkilendiği aşikâr.
Kimsenin evine götürdüğü ekmekte bir farklılık yok ama...
Yani Diyarbakır’da yaşayan Kürt’ten çok İstanbul’daki Türk’ün hayatı etkileniyor, öyle mi?
Kesinlikle. Kürt meselesi bir başka sorunu tetiklemeye başladı. En azından Batı’daki kitleler önemli bir psikolojik eşikteler. Doğrudur, kimsenin evine götürdüğü ekmekte, bindiği arabada bir farklılık yok ama psikolojisinde bir farklılık var. Bütün bu dönüşümler, yıkımlar, dalgalanmalar kontrol edilmesi gereken şeyler. Başbakanımızın referandum sonrası yüzde 42’ye seslenirken sahiplenici bir tavır sergilemesi çok önemliydi. Konu, sandığın çok ötesinde bir yerlerde çünkü. Kaybedilen güveni sağlayabilecek kişiler devletin tepesindekiler. Bu kitlelere güven verilemezse tüm kayıplarını Kürt meselesi ile ya da AKP ile özdeşleştirmeleri mümkündür. Çünkü kendi kayıpları ile diğerlerinin kazançları arasında bir bağ olduğunu düşünüyorlar. Oysa Kürtlerin ana dillerini öğrenmelerinin İstanbul’da Etiler’de yaşayan birisini neden etkilediği anlaşılır bir şey değil. Paradigma tuhaf bir şekilde yapılandırılmış. Bir tarafta hiç gitmediği, görmediği ve hatta gitmek, görmek istemeyeceği bir toprakta, mesela Hakkari’de ikâmet eden Kürtlerin nasıl yaşaması gerektiği konusunda çok ilgili insanlar var. Buraların yönetiminde söz sahibi olmak adına can vermeye hazır... Diğer tarafta ise hep gitmek istedikleri, hayalini kurdukları bir toprak parçasından, örneğin İstanbul’dan, İzmir’den ayrılmak çabasında olduğunu düşündüğümüz kişiler var. Oysa bu bir algı problemi. Kimse kendi ülkesini bırakıp gitmez, gitmek istemez. Öyle düşünülmesi sağlanmış durumda ve bunu aşmak reel verilerle değil, zihinsel süreçlerle mümkün. Ve ben bu noktada açıkçası hükümetin en çok psikologlardan, psikiyatristlerden yardım alması gerektiğini düşünüyorum. Bu mesele “Yaptım oldu”larla gitmez. Bazı şeyler çok rahat yapılabilir gibi görünür ama bunun çok farklı, hiç fark edilemeyen yan etkileri olur.
(Mine Şenocaklı - Vatan - 27 Eylül 2010)