Yazar Pınar Kür, 10 yıl aradan sonra yazdığı Sadık Bey ile ilgili olarak sorulan "On yıl ara verdiğiniz zamanda kendi hallerinizi mi düşünmek daha boğucuydu, yoksa memletin halini düşünmek mi?" sorusunu "İkisi birbirine o kadar bağlı ki benim için. Tabii memleketin düştüğü hallere hiç aldırmayan, vur patlasın çal oynasın keyfini sürenler de var ya da ekmek parası derdinden ve getirdiği öteki dertlerden çevresine bakıp olan biteni göremeyenler… Düşünceyi yasaklayan, cahaleti ödüllendiren bir toplumda bizim gibilere bunalmaktan başka ne çare kalıyor?" diye yanıtladı.
Evrensel'den Eylem Aydoğdu'ya konuşan Pınar Kür'ün açıklamaları şöyle:
Bir kaybedeni yazmayı sorsam…
Kazananı yazmaktansa kaybedeni irdelemek daha önemli benim için…
Sadık, hayal ettiği hayata sahip olamayınca yavaş yavaş çürümeye başlıyor. Bir insan, bir toplum neden çürür?
Alanı daraldıkça, değerleri toplumun değerleri ile çatıştıkca, özgürlüğü kısıtlandıkça, çevresinden dışlandıkça, sevgisiz kaldıkça, iletişim kurmakta zorlandıkça için için çürümeye başlar sanıyorum. Toplumlar da aynı şekilde, değerler yozlaştıkça ve dünyadan koptukça, ilerleyeceğine geriledikçe, aşırı baskı altında kaldıkça çürümeye mahkumdur diye düşünüyorum.
"İyi bir yazar iki cinsle de empati kurar"
Kadın yazar olarak, erkek karakterinizin bir kadına karşı olan düşüncelerini yazıyorsunuz ve Sadık Bey kitabındaki o anlatım sanki bir erkek yazar tarafından yazılmış kadar gerçek… Nasıl bir empati kurma şekli, nasıl bu kadar eminsiniz?
Benim hep önemli erkek karakterlerim olmuştur. İyi bir yazar her iki cinsle de empati kurmayı başarabilmelidir, ki bunun pek çok örneği var. En çarpıcı olanı Tolstoy’un ‘Anna Karenina’sı. “Madame Bovary c’est moi” diyen bir Gustave Flaubert de var. Bizim ülkemizde kadınlar hep baskı altında olduklarından, önce baba ve ağabeylerini sonra kocalarını idare etmeyi öğrenmek durumundalar. Bunun için de her an erkekleri gözlemlemek, kafalarının nasıl çalıştığını çözmek zorundalar. Dolayısıyla yazar olmasalar bile erkekleri iyi anlayabiliyorlar.
"Düşünceyi yasaklayan, cehaleti ödüllendiren bir toplum"
Romanda “Memleketin geldiği halleri düşünmek, kendi geldiği halleri düşünmek kadar boğucuydu. (s. 23)” diyor karakteriniz… On yıl ara verdiğiniz zamanda kendi hallerinizi mi düşünmek daha boğucuydu, yoksa memletin halini düşünmek mi?
İkisi birbirine o kadar bağlı ki benim için… Tabii memleketin düştüğü hallere hiç aldırmayan, vur patlasın çal oynasın keyfini sürenler de var ya da ekmek parası derdinden ve getirdiği öteki dertlerden çevresine bakıp olan biteni göremeyenler… Düşünceyi yasaklayan, cahaleti ödüllendiren bir toplumda bizim gibilere bunalmaktan başka ne çare kalıyor?
Sadık Bey için dünyada tadı kaçmayan tek şey rakı… Sizin için nedir? Bu kadar tadsız zamanlardan geçerken –belki de içinde boğulurken- sizin için hâlâ aynı kalan ne var?
Sayıları az da olsa bâki kalan dostluklar…
Karakteriniz, kötü olasılıklara ucundan bucağından iyi bir alternatif aramakta üstüne başka birini tanımayacağım biri, tehlikeli değil mi? En azından kendisi için…
Elbette, özellikle kendisi için… Bu yüzden gerçekleri kafasına taş düşmeden göremiyor.
Saflık mı kötü, boyun eğmek mi?
Sadık’ın kendine sorduğu bir soru var; “Saflık mı daha kötüdür, boyun eğmek mi?” Ben de size sorsam…
Boyun eğmek elbette daha kötü…
Bir romanı bitirmek nasıl bir duygu?
Önce bitirdiğiniz için rahatlıyorsunuz. Tatile falan çıkıyorsunuz. Sonra kitap yayınlanınca röportajlar vs. sona erince bir boşluğa düşüyor insan. Ben hemen bir çeviriye başlayayım diyorum.
Kütüphaneninizi ÇOMÜ’ye ( Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi) bağışlarken içinden ayrılamayacağınız kitaplarınız olmuş. Var mı o kitap yazarlarından bizim de tanıklarımız?
Vardır elbet, üç bini aşkın kitap bağışladım ama hâlâ yüz civarında kitap var evde, belki daha da çok, çünkü yeni kitaplar geliyor. Vazgeçemediğim yazarların vazgeçemediğim kitaplarının hepsini saymayacağım ama, tabii Shakespeare küllüyatı duruyor, Rus edebiyatının büyükleri duruyor. Türk edebiyatından Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi, Bilge Karasu duruyor.
Yazar adaylarına tavsiye: Çok okuyun
2013’te (Art10) Ayvalık’ta bir yazım atölyesi çalışmanız oldu. Devam ediyor mu? Yazma eylemi hakkında yazar adaylarına neler söylemek istersiniz?
Yazar adaylarına hep aynı şeyleri söylerim: Çok çok çok okuyun. İyi yazarları, klasikleri okuyun. O zaman yazar atölyesine gitmenize gerek kalmaz. Gene de bu kış belki İstanbul’da bir atölye yapabilirim.
"Okumak olmazsa olmaz"
Romancı, öykücü, çevirmen, ve akademisyen hangisinin yeri “Bir başka?”
Romanla öyküyü birbirinde ayırmam, ikisi de benim için olmazsa olmazdır. Ama okumak ondan da olmazsa olmazdır.
"Türk Edebiyatı'nın altın çağı 20. yüzyılın ikinci yarısıydı"
Kadın şairlerimizden İsmet Kür’ün kızı, şair ve yazar ‘nın yeğeni olarak 1500 yıl öncesine dayanan edebiyatımızın geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz? Son yıllardaki edebiyat yazarlarından okuduğunuz genç edebiyatçılarımız var mı?
Toplum geriledikçe, üzerimizde baskılar arttıkça her alanda illaki gerileme olacaktır. Türk edebiyatı altın çağını 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır bence. Son yıllarda benim izlediğim yazarlar da artık pek genç değiller. Müge İplikçi, Mine Söğüt, Aslı Erdoğan, Ece Temelkuran, Murat Gülsoy, Murat Uyurkulak, Yekta Kopan ve mutlaka şu an aklıma gelmeyenler vardır.
"Kadınların sorunlarına eğildim"
Türk edebiyatında kırkıncı yılınız, nelere daha çok dikkat çekmeye çalıştınız bu zaman içinde?
Edebiyatın izleklerinde insan ilişkileri, insanın değişmeyen ortak ve temel duyguları ön plandadır. Bu yüzen asırlar öncesinde yazılmış eserler günümüzde hâlâ okunuyor ve filmlere konu oluyor. Ben de bu temel konuları işliyorum; ama ülkemizin toplumsal resmini de görmeye çalıştım ve her şeyden çok kadınlarımızın sorunlarına eğildim.
"12 Eylül kabusunda ciddi bir dayanışma vardı"
Yazar, kadın ve siyasi söylemler… Her biri Türkiye’de kendi başına muhalif terimler… Hepsi de siz de toplanmış. Her koldan gelen baskılarla şimdiye kadar nasıl mücadele ettiniz?
12 Eylül sonrasında üç romanım toplatıldı ve yargılandı. İstanbul Üniversitesinden atıldım. Ama o dönemde aydınlar, yazar ve sanatçılar arasında ciddi bir dayanışma vardı, yapayalnız kalmadım. Sonra, 12 Eylül kabusu sona erdiğinde hem kitaplarım serbest kaldı, hem de üniversiteye geri döndüm. Çünkü o zamanlar iyi kötü çalışan bağımsız bir yargı vardı.. Bugün aynı şeyler başıma gelse ne öyle bir dayanışma bekleyebilirim, ne de yargıya güvenebilirim.