Nora Seni*
« HAshtagKahveterasindayim » (JeSuisEnTerrasse), ilân böyle ! İlanda görülen resim ise Paris’in teras masalarinin birinde bira bardaklarını tokuşturarak gülümseyen otuzlarında iki erkek. Paris’te 13 Kasım saldırıları sonrası Résistance’in yani Direniş’in logosu bu. Résistance Fransa’da prestijli bir kavram: İkinci Dünya Savaşı sırasında gizli örgütler kurup Alman işgaliyle sabotajlar düzenleyerek mücadele eden networke verilen isim. Bugün ise 11 Kasım’da kahve teraslarını kalaşnikoflarıyla tarayan teröre karşı direnme şekilleri sabotaj değil. Bugün ki direniş yaşam tarzında hiçbir şeyi değiştirmemek. Dolayısıyla etraf « inadına » kalabalık meydanlar, inadına kahve terasinda sohbet eden, içki yudumlayan, huzurlu (gibi) gazete okuyanların görüntüleriyle dolu. Sokakta sevgiliye sarilip öpmek, meydanlarda toplanıp itiraz ve birliktelik ifade etmek, bunlar yalnızca Paris’i temsil eden foklorik imajlar degil, bir yasam tarzının, kentsel bir kültürün amblemleri. Şimdi de 'Direniş'in sembolleri oldular, bu görüntüler dolaşıyor sosyal medyada. Taşıdıkları mesaj açık: Hayat tarzıma istesen de dokunamazsin !
13 Kasım terörünü Fransızlar özgürlüklerini, şehir kültürünü, birlikte yaşama, kamusal alanı ve kenti paylaşma tarz ve adaplarını yok etmeye yönelik bir hareket olarak yaşıyorlar.
Saldırının Fransa’ya odaklanmasını Daech’i bombamasindan çok (ki 13 Kasım’dan önce bombalamaya Fransa’nın katılımı hayli zayıf yani yüzde 5 kadardı) demokrasiyi, hürriyet-eşitlik-kardeşlik‘i temsil etmesine bağlamak gerek. Hedefledikleri, bir medeniyeti oluşturan bu büyük ve soyut prensiplerin güncel hayata yansımaları, yaşam tarzında aldıklari somut şekiller; birlikte haz alma kültürü, kollektif mekanları paylaşma tarzları, kamusal mekanı–ille de ticarî olmayan- alişverişler alanı olarak muhafaza etmek. Hatırlamak gerek, aydınlanma hareketinin dürtüsüyle 18. yüzyıl sonuna doğru, Avrupa’da sivil düşünürlerin özel mekanlardan çıkıp fikir teatisinde müzakerede bulunduklari ilk kollektif mekanlar kahvelerdir. Gündem, siyasi ve sosyal konular kahvelerde tartışılır. Kahvelerin, kahve kültürünün gelişmesi, düşünce dünyasının merkezî iktidardan, özerkleştiği saraydan (la cour) kopabildiği devre denk düşer. Avrupa’da kamusal alanın doğusunu tarif ederken Habermas kahvelerin önemini irdeler.
Dolayisiyla « evet « kahve terasinda oturuyorum=direniyorum », « sevgilimi öpüyorum » direniyorum, « rock dinliyorum, sergi geziyorum, tiyatroya gidiyorum, kalabalık yerlerde diğerleriyle paylaşarak zevk alıyorum » direniyorum ve sana hedef teşkil etmek beni yıldırmıyor. »
Bu saldırılar karşısında hissettiklerinden yola çıkarak Parisliler biliyorlar ki yerde yatan genç bedenleri kurşunlayan cihatçılar bir medeniyete saldırıyorlar. Onun temsil ettiği her şeye karşılar. 13 Kasım katliamı evrenselci düşünceye karşı kimlikçiliği/cemaatçiliği, akla karşı inanci, eşitliğe karşı köleciliği, düşünceye karşı dogmayı, demokrasiye karşi faşizmi, kentsel birlikteliğe karşı kapali yaşamı, kamusal mekanda, sinemada konserde kahvelerde paylaşarak haz almaya ve kadın erkek birlikteliğine karşı, kadınlari tecrit ederek yasamayı savunanların saldırısıydı.
Peki bu tür yaşam tazlarının hedeflenmesi daha yakından bildiğimiz bir şeyleri çağrıştırmıyor mu ? Tabii aynı şiddet düzeyinde hiç degil ancak yine de Türkiye’de « bizim kültürümüz değil » diye sanat galerilerinin açılışlarına sopali aldırıları (ve bunlara tepkisiz kalan iktidar), « Boğaz’a bakarak içki içen entelleri » dinlenme, birlikte olma tarzlari yüzünden bir kutuba yerleştiren söylemleri, seçim mitinglerini muhakkak kadınlarla erkekleri ayırarak toplayan, karma okul sınıflarını yok etmeye yönelen, İstanbul’un kahve/bar/meyhane kültürünü « ötekilerin adetleri » diye kutuplaştırılmasını çağrıştırmıyor mu ?
Müzakere alanını, özellikle medyaya baskısıyla yok etmeye azmetmiş bir rejim projesiyle yankılanmıyor mu ?
*Profesör, Paris Üniversitesi