Bağımsız Gazetecilik Platformu P24’ün 11 Nisan 2014'de Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi ile ortaklaşa düzenlediği “Nasıl Yapılıyor – Nasıl Yapmalı?” isimli gazetecilik atölyelerinin üçüncüsü kapsamında panel katılımcılarına verilen proje ödevinde Emrah Temizkan'ın makalesi ödüle layık görüldü.
P24 kurucularından Yavuz Baydar'ın organize ettiği “Ayrımcılık ve habercilik” başlıklı panelde, medyadaki nefret söylemi, ayrımcılık ve haber dili kullanılışının nasıl olması gerektiği masaya yatırılmıştı.
Radikal İki’nin eski yayın yönetmeni Tuğrul Eryılmaz, Milliyet yazarı Mehveş Evin, Bianet editörü Haluk Kalafat ve Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlisi Mahmut Çınar'ın konuşmacı olarak bulunduğu panelde, katılımcı olarak yer alan Emrah Temizkan, "Çözüm, vicdanlı medyanın kuruluşunda" başlığıyla kaleme aldığı yazı ile yapılan değerlendirmeler sonucu ödül kazanan isim oldu.
Emrah Temizkan'ın ödül alan makalesi şöyle:
Çözüm, vicdanlı medyanın kuruluşunda
Türkiye'de medya organı, demokrasideki dördüncü kuvvet işlevini, gücü elinde bulunduranın yanında durarak, hatta onu daha da güçlü bir pozisyona sokmak için kullanıyor.
Bu durumu, sadece iktidar olduğu günden beri yükselen bir ivmeyle kendi tek sesliliğini güçlendiren ve Türkiye'yi en çok gazetecinin hapiste olduğu ülkeler listesinde ilk sıralara yükselmesinin yegane mimari AKP rejimiyle açıklarsak önceki iktidarların hatırı kalır.
Türkiye'nin yazılı, görsel ve işitsel basınını cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana inceleyecek olursak, basın tek parti rejiminin baskılarına maruz kalıp, iktidarın istediği pozisyonu almakta zorlanmamıştır. Nitekim, Latin alfabesine geçildiği gün gazeteleri basan tüm matbaalar kapanmış, bugünden farklı olarak gazetecilerin patron olduğu ortamda, Latin alfabesiyle yayın yapacaklara devletin maddi destek vereceği söylenmişti.
Tabii bu destek sadece parayla sınırlı değildi.
Yeni kurulan devletin yanında durmayan gazetelerden maddi destek çekilecek ve bu gazetelerin yayın yapması engellenecekti.
Böylece iktidar aygıtının var olması için gereken ''öteki'' dili basına da yansıyacak, devletin ötekileştirdiğini basın da gözünü kırpmadan karşısına alacaktı. O dönemin gazetelerine bakınca kullanılan dilin hiçbir şekilde törpülenmediği, cahil görülen halkın da kolaylıkla anlayıp hoşlanabileceği seviyesiz bir dilin ve üslubun kullanıldığını da not düşelim.
Basının bu ''öteki'' yaratma ve ayrımcı dildeki başarısı en çarpıcı meyvesini 1955'in Eylül ayında verecek ve İstanbul Ekspres gazetesinin 6 Eylül tarihli nüshası ''Atamızın evi bomba ile hasara uğradı'' manşetiyle çıkacaktı.
Bu sayı o günün ikinci baskısıydı ve 20 bin civarında satılan gazete o gün 290 bin baskı yapmıştı. Hükümet ellerini ovuşturmaya başlamış, kısa sürede halk Beyoğlu sokaklarında Rum dükkanlarını ve evlerini yağmalamaya başlamıştı; bu durum sadece Beyoğlu değil, Rum nüfusun yoğun olduğu diğer semtlere de sıçramıştı. Bu kadar kolaydı her şey. Basının devlet politikasının doğrultusunda gidip insanları kine ve nefrete sürüklemesi sadece bu olayla da sınırlı kalmayacaktı.
O günlerden sonra üç farklı askeri darbe atlatan ülkede, darbe dönemlerindeki basının rolü defalarca araştırılıp yazılmışken, bu yazıda yeniden o dönemleri derinlemesine irdelemenin gereği yok.
Bilindiği gibi basın için değişen bir şey olmamış, bahsedilen dönemde gücü eline alan askeri kanat, basının korumacı zırhını kolaylıkla üzerine geçirmiştir. Basın, hemen gücün yanına yanaşmış, epey azınlıkta kalan muhalif gazetecilerin konuşacakları köşeler ellerinden alınmış, haberleri basılmamış ya da pasif bir göreve uygun görülmüşlerdi. Darbe yıllarında dönemin ünlü sanatçılarının darbeyi destekler görüşlerinin gazetelerde günlerce yayınlanması, bu dönemde basının tavrını anlamak için yeterli olabilir. Gazeteler darbeyi halkın gözünde meşrulaştırmak için etkili bir yöntem kullanmış ve onlara en sevdikleri ünlülerin memleketin o dönemdeki durumunu nasıl algıladıklarını göstererek kolayca -ve hakkını teslim etmek gerekir ki- ''zekice'' bir yol izlemiş.
Yakın zamana gelip, AKP öncesine gidelim; son dönemde defalarca özür dileyip, devlet ödülleri vererek hükümetin kendini sevimli gösterdiği, önceki hükümetleri kötüleyip, kendisini temize çıkarmaya çalıştığı Ahmet Kaya örneğine. Türkiye basınının amiral gemisi(!) olarak gösterilen gazetenin Ahmet Kaya'ya yönelik attığı ''ayıp ettin gözüm'' ve ''vay şerefsiz'' manşetlerini hatırlamak zor değil.
Kürtlere yönelik ayrımcı dilin, Kürtlerin en sevdiği sanatçılardan ve sembol olarak nitelendirebileceğimiz biri üzerinden işlendiği o manşetler, daha sonra işlerin Ahmet Kaya'ya ödül töreninde çatal fırlatmaya kadar gitmesine sebep oldu ve Ahmet Kaya'nın çok sevdiğini söylediği -belki de söylemek zorunda bırakıldığı- ülkesinden uzakta ölmesine kadar uzandı. Bugünlerde gazetenin o dönemki yayın yönetmenin ve çok okunan köşe yazarlarından birinin, fırsat buldukları her ortamda Ahmet Kaya hakkında yazdıklarından pişman olduklarını söyleyip özür dilediklerini görüyoruz. O dönemin genel yayın yönetmeni, şu anda eşsiz hayat deneyimlerini ve yeni keşiflerini işlediği kitaplar yazmakla meşgul, köşe yazarı ise yakın döneme kadar çok satan bir gazetenin genel yayın yönetmeniydi.
Türkiye basının amiral gemisi gazete, daha sonra da boş durmadı ve ülkenin en değerli gazetecilerinden, daha da önemlisi en değerli aydınlarından biri olan Hrant Dink'in de ölümünü hazırlayan yayınlar yaptı. Zaman gazetesinin satış rakamını farklı etkenlere bağlarsak, Posta'dan sonra ülkenin tirajı en yüksek ikinci, ancak etkisi satış rakamının hayli üstünde olan ''amiral gemi'', devlet eliyle planlandığı iddia edilen bir suikastın zemininin hazırlanmasında ülkenin basın geleneğini utandırmayarak etkili oldu. Ayrımcı geleneği ele alırsak, bu dönemde Ermenilere yönelik nefret dilinin körüklendiğini söyleyebiliriz.
Nitekim Başbakan Erdoğan da 2011 yılında katıldığı bir televizyon programında son dönemde kendisi ve Abdullah Gül hakkında yazılmış kitapların içeriğinden söz ederken kullandığı, “Ne yahudiliğimiz ne ermeniliğimiz ne de afedersiniz rumluğumuz kaldı,” beyanatı da devletin bu dönemde ayrımcılık için hangi grupları hedefine koyduğunu gösterir nitelikteydi.
Sivas katliamının yaşandığı dönemde basının Alevilere yönelik kullandığı dilin de Madımak otelinin önüne kadar ulaştığını da söylemeden geçmemek gerek. Son dönemde hükümetin Alevileri hedef tahtasına koymasını, ''yandaş'' olarak nitelendirilen gazetelerin de açıkça Alevileri düşmanlaştırarak nefreti körüklemesini, o yıllarda kullanılan dille beraber okuyabiliriz.
İfade özgürlüğü ile nefret söylemi üretme arasındaki ince çizgiden uzun uzun söz ettik atölyede. Gördüğümüz kadarıyla basın, bu ince çizgiyi fırsat bulduğu her an rahatlıkla aşarak nefret söylemi üretme yoluna gitti. Ayrımcı dilin tarihini ne sadece cumhuriyetin ilk yıllarıyla ne çok partili dönemle ne darbe yıllarıyla ne 90'lı yılların karanlığıyla ne de mevcut iktidar üzerinden sağlıklı değerlendirme fırsatı bulabiliriz.
Her “biz”in bir öteki yarattığı fikrini doğrularcasına hükümet de kendi ötekisini yaratmaktan geri durmamış, nefreti körüklemek için en güçlü silahlardan biri olan basını, ''kullanışlı'' hale getirmiştir.
Bu durum esasen, Tuğrul Eryılmaz'ın atölyede söylediği, “Yaşadığın toprakların siyasi kültürü neyse bu gazeteciliğe yansıyor, gazetecilik derken ana akım medyayı kast ediyorum,'' sözleriyle birebir örtüşüyor. Örneklerden de yola çıkacak olursak, bu toprakların siyasi kültürü her zaman gazeteciliğe yansımış, oradan da kolaylıkla sokağa çıkmıştır.
Tüm bunlarla birlikte, medyanın ayrımcı dil kullanma geleneğinde çığır açacak bir örnek yaşanıyor şu anda ülkede.
Son yıllarda AKP'yi kayıtsız şartsız savunan Ermeni köşe yazarları üzerinden yola çıkıp şu soruyu sorabiliriz: Acaba bu yazarlar hükümet karşıtı bir pozisyon alsalar, yandaş medya tarafından kullanılmasına alışık olduğumuz “Ermeni dölü”' gibi başlıklarla hedef gösterilebileceklerini hiç düşündüler mi? Nitekim hükümeti eleştiren Ermeniler benzer durumlarla sık sık karşı karşıya kalıyorlar. Bunu da yandaş basının tutarsız tavrıyla, ayrımcı dilin tarihinde farklı bir iz bırakması olarak görebiliriz.
Bir de gündemin karışıklığıyla unutulmasından korktuğum Sevan Nişanyan'ın durumu var. Nişanyan, Ermeni kimliğinin yanında bambaşka bir özelliğiyle daha nefret dilinin kullanımının farklı bir boyutunu görmemize olanak sağlıyor. Çünkü Sevan Nişanyan, Ermeni olmakla birlikte din hakkındaki eleştirilerini çekinmeden açıklayan, hatta bu açıklamaları yüzünden yargılanmış biri. Hatta şu an cezaevinde; ancak bambaşka bir sebepten. Nişanyan, Şirince'de kaçak inşaat yaptırdığı için yargılandığı davada ceza alıp birkaç ay önce cezaevine girdi.
Birikim Dergisi'nin 270. sayısının manşetinde söylendiği gibi, ''İnşaat ya resulullah'' disturuyla hareket eden bir iktidarın döneminde ''kaçak kat'' çıkma gerekçisiyle hapse girmek epey ironik. Nişanyan, dini değerler hakkındaki eleştirlerini dile getirdiği ilk günden beri kimi yayınlar tarafından, Ermeni ve din karşıtı kimliği üzerinden ciddi bir ayrımclığa uğradı. Medya yine çok iyi bildiği ve sevdiği pozisyonu almıştı.
Gelelim basının dilinin eğitim yoluyla değişip değişmeyeceğine. Özellikle kimi STK'ların ve üniversiterlerin son yıllardaki çalışmalarıyla ayrımcı dilin algılanmasında çok ciddi ilerlemeler kaydedildi. Basındaki ayrımcı dil azalmadı belki ama en azından o ayrımcı dilin farkında olan kitle epey genişledi.
Bunların içinde gazetecilik adayı öğrenciler de vardı, halihazırda gazeteci olan da. Bu bilinçlenme süreci ilerleyen yıllarda da devam edecek, bilinçlenen insan sayısı hızla artacak. Çalışmaların başladığı yıllardaki gazetecilik adayları şu anda gazeteci oldular. Bu taze gazetecilerin çoğalmaya başladığını görmek, hem bir gazetecilik öğrencisi hem de kısa süredir basında çalışan biri olarak önümüzdeki yıllara dair umut beslememe yardımcı oluyor.
Her ne kadar umutlu olsam da şöyle bir gerçek var ki demokrasi anlayışı bu kadar sorunlu olan Türkiye'de ana akım medya her zaman var olacak ve pozisyonunu dönemin iktidarının yanında alacak. Biliyorum ki o zaman da, tıpkı bugünlerde olduğu gibi, ana akım medyanın alt kademelerinde vicdanlı insanlar çalışacak ve bana umut veren bu gazeteciler ilerleyen yıllarda medyanın her yerinde daha da çoğalacak. Kimileri editör ya da genel yayın yönetmeni olarak da görev yapacak ve medyadaki bu bilinçli azınlık o yıllarda daha da kalabalık hale gelecek.
Ayrımcı dilin sokakta ve evlerde de azalması için atılması gereken ilk adımın, alternatif medya kanallarının çoğaltılması ve halihazırda vicdanıyla gazetecilik yapan medya kurumlarının büyümesi yolunda atılması gerek.
Bu sayede hem ''bilinçli azınlık'' çoğunluk durumunda geçerken hem de ana akımın etki alanı daralacaktır.
Habercilerin ulaştığı duyarlılık düzeyi arttıkça, vicdanlı gazeteciler çoğalacak, bu sayede ana akımın kitle üzerideki etkisi azalacaktır. Ancak medyanın ayrımcı diliyle etkilediği kitle bilinçlenirse, ülkedeki nefreti sona erdirmek için bir zemin bulabiliriz.