Sonsuz dizi-film-belgesel-kısa video bombardımanı içinde geleceğe neler kalacak, hangi yapımlar bir Casablanca gibi, Citizen Kane gibi yol gösterici olacak bilemiyoruz şu an. Ama bildiğimiz bir şey var ki tarih neler yaşatırsa yaşatsın, aşk hikâyeleri her zaman var olacak. Bir de İstanbul hikâyeleri… Bu şehrin gizemi, insanlarına inat direnen güzelliği ilham olmaya, dekor olmaya, baş kahraman olmaya devam edecek. İlker Kaleli’nin başrolde oynadığı “La Pasion Turca” İstanbul’da geçen bir aşk hikâyesi. İspanya’nın en büyük dijital yayın platformu Atres Medya'da yayınlanmaya başladı. 6 bölümlük dizi haftada bir bölüm olarak dijitalde yayınlandıktan sonra ülkenin en büyük ulusal kanalı olan Antenna 3'te prime time kuşağında yayınlanacak. Yani İlker Kaleli, çok yakında en az Türkiye’de olduğu kadar tanınacak İspanyolca konuşulan ülkelerde. Ama bu Kaleli için bir tesadüf değil. Londra’da oldukça sağlam bir oyunculuk eğitimi alan İlker Kaleli, Türkiye’ye dönmeseydi bile şimdi muhtemelen yabancı yapımlarda yine gururla izlediğimiz bir isim olurdu.
İlker Kaleli bu yapım için yoğunlaştırılmış İspanyolca dersleri aldı. Daha önce dilini bilmediği bir ülkenin popüler işinde Türkiye'den başrol üstlenmiş başka oyuncu olmadığını düşünürsek bu emeğinin önemini de anlamış oluruz aslında. Dizi vesilesi ile İlker Kaleli ile aşktan diziye, hayata uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.
İlker Kaleli, seneler sonra ilk röportajını T24’e verdi, (Fotoğraf: La Pasion Turca'dan bir sahne)
- Nasılsınız? Hayat nasıl gidiyor ilkbahar gelirken?
İyi diyelim, memleketin hallerinden hal beğeniyoruz. Gerisi bahara kalmış yine.
- La Pasion Turca İspanya’da yayınlanmaya başladı ve gördüğüm kadarıyla çok konuşuluyor. Bununla ilgili çok fazla haber çıktı ama bir de sizden dinleyebilir miyiz? Nedir hikâyesi, kitabın birebir uyarlaması mı?
Antonio Gala’nın Türkiye/İstanbul ziyaretinden sonra yazdığı bir roman aslında bu, bildiğiniz gibi. İspanyol bir Bizans tarihçisinin, İstanbul’a araştırma ve tez yazmak amacıyla gelişi ve burada tarihi eser kaçakçısı olduğunu bilmediği antikacı Yaman’la tanışıp aşka düşüşünden doğuyor tüm hikâye. 94’te film olarak çekilmiş. Aslında hikâyede yaşanana aşk denemez. İki tarafın da bilerek ve bilmeyerek birbirlerini içine çektikleri bir girdaba dönüyor o ilk pırıltılı günler.
- Aşk biraz da öyle bir girdap değil mi zaten?
Birini arzulamak, tutku, cinsel tansiyon gibi hisler çok sık aşkla karıştırılır insan hayatında. Bir tarafta gerçekten bir şeyler hissettiğini inkar eden biri, diğer tarafta kendi hayatından vazgeçip cesaretle bunun üzerine gidip sahiplenen biri. Giderek birbirine dolanan duygular… Bir de üst üste gelen yalanlar sonucu iyice marazi bir ilişkiye dönüşen bir durum var hikâyede. İlişkinin zehri arttıkça, intihara ve cinayete kadar varıp yine de birbirinden vazgeçemeyişi anlatan hem bilindik hem de giderek sertleşen bir hikâye. Kitaba ne kadar sadık bilmiyorum ama kitapta eminim çok daha detaylı bir anlatım vardır. Dünyada milyonlarca insan var adına aşk dediği böyle patalojik ilişkiler içinde çırpınan. Bir çoğuna tanıdık gelecek bence hikâye.
İlker Kaleli’nin başrolde oynadığı “La Pasion Turca” İstanbul’da geçen bir aşk hikâyesi
- Dizi teklifi size ilk geldiğinde ne düşündünüz, senaryoda sizi çeken neydi?
Aslında hikâyesinde anlattığım şeylerin senaryoda fena olmayan bir şekilde işlenmiş olması, başının sonunun belli olması, sadece 6 bölüm olması, bilmediğim bir dilde olması, o ara kendime sıkıntı çıkartacak yeni bir zorluk olması, kendime daha önce hiç denemediğim bir konuda “hodri meydan” çekecek olmam gibi bir çok sebep var. Kendini tekrar eden şeylerden çok sıkılıyorum. Kendimden de aynı şeyleri yapınca sıkılıyorum. Burada 5 hafta gibi bir sürede, bilmediğim bir dilde 6 bölüm başrol oynamak gibi bir delilik çıktı önüme. Hayat… Güzel delilikler ettik de bu kadarını düşünmemiştim.
- Hodri meydan dediğiniz bu “yabancı bir yapımda, daha önce konuşmadığınız bir dilde yer almak” deneyimi nasıl geçti peki?
Bir oyuncu için yapılabilecek en manyakça şeylerden biri herhalde. Acayip bir şey. Kendini iyi bildiğin, hâkim olduğun tüm silahlarından mahrum bırakarak giriyorsun er meydanına. Düşünsene, doğru bildiğin hiçbir şey işine yaramıyor, acil durum planları, yılların bıraktığı tecrübeler… Cebinde numaralar, oyun okuma, sığınıp yaslanabileceğin hiç bir yer yok. Tek başınasın ve bu tanımadığın ortamda ruhunu soyuyorsun. Bir yandan bunun heyecanı da çekti, kendimi görmek istedim. Bir nevi deney oldu benim için.
- İnsan hiç bilmediği dilde nasıl oynar?
Zaten zor karakterler seviyorum, zorluk derecesi arttıkça keyif de artıyor oynarken. Bu oyunculuk olarak olmasa da teknik olarak çok zordu. Teklifi kabul ettiğimin ertesi günü evde birkaç saat volta attım, ters ters konuştum kendimle.
"İki tarafın da bilerek ve bilmeyerek birbirlerini içine çektikleri bir girdaba dönüyor o ilk pırıltılı günler"
“Gerçek sevgi karşısında sahte kalamazsın”
- Canlandırdığınız Yaman karakterinden biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl biri Yaman?
Sokağın adamı aslında Yaman. Hayatın kendine seçtiği yolu sevmemiş, kendi yolunu ararken antika dünyasıyla yolu kesişiyor genç yaşta. Oradan işin karanlık tarafına geçmiş. Aileden göremediğini, dışarıda bulmaya çalışanlardan. Babası terk etmiş, güçlü olmayı da sadakati de bu yokluğun üzerine inşa etmiş. Sakladığı zayıflığı kadar güçlü görünen yüzlerce insandan biri o da. Çıktığı yolda elde ettiği para pulla kendini uyuşturmuş. “Güçlü görünmek” ile “güçlü olmak” arasındaki farkın Olivia ile olan ilişkisinde bütün çehresine yansıdığı, göründüğü gibi olamadığını paramparça olarak kabul ediyor sonunda. Gerçek sevginin karşısında sahte kalamazsın. Gerçek hiçbir şey karşısında kayıtsız kalamazsın.
- Nasıl hazırlandınız bu karaktere?
Yaptığı şeyleri niye yaptığını, yüzüyle neyi sakladığını, nerede kendini kaybedeceğini anlamakla, hayal etmekle başlıyor hep. Normalde bir karakter çıkartırken yaptığım klasik çalışmalar var, duruma göre ince işlenmesi gereken yerler oluyor. Psikoloji, duygu, fizik veya hayatta şu an içinde olduğu duruma göre karakterin ağırlık vermesi gereken yerleri oluyor ya da özel başka durumlar oluyor. Burada zamanın çok kısıtlı oluşundan yapamadım hiçbirini, konuştuğumu anlamaya, oynayabilecek seviyeye gelmeye bir de karşımdakinin ne konuştuğunu anlamaya ancak yetti eldeki zaman.
İspanyol bir Bizans tarihçisi ile antikacı Yaman'ın İstanbul'da başlayan hikâyesi
“Türkçe sevgim arttı”
- Yeni bir dil öğrenmek size neler kattı, seviyor musunuz yeni bir dille gelen bakış açılarını?
Tabii, muazzam konu. Türkçe sevgim daha da arttı. İspanyolcayla aramızda çok benzer şeyler var. Kelimeler var ortak. Ama daha çok hece yapılarını, dilbilgisini, kelimelerin ne şekilde çeşitlendiğini eklemlendiğini öğrenirken acayip bir kapı açıldı kafamda. Ciddi bir akrabalık var dillerimiz arasında. İspanya’nın geçmişindeki Arap etkisi üstüne Akdenizli olma hali herhalde. İnsanın ihtiyacıdır iletişim kurmak. Bir bebek nasıl ihtiyaçlarını ifade etmek için nidalarla başlıyorsa konuşmaya, dillerin bin yıllar içerisindeki evrimini, ağız içerisinde oluşan seslerin belli ihtiyaçlara karşılık olabilmesi için nasıl geliştiğini öğrenmek farklı düşündürüyor insanı. Bir ulusun karakterini en açık şekilde ortaya koyan şeylerden biri konuştuğu dil. Öğrendikçe yaklaşıyorsun, yaklaştıkça anlıyorsun. Birbirine ne kadar çok benzediğini, insan olmanın derdinin ortak olduğunu görüyorsun. Şiirin ne kadar küçük hareketlerle ne kadar güçlü olabildiğini başka bir yolda giderken tekrar gördüm. İnsanın beynini kullanma şeklinden, zihnin yapısına, fonetik algından içinde yaşadığın kültüre, hayatın en önemli alanlarının can yolu kelimeler.
- Eğer Londra’dan Türkiye’ye dönmeseydiniz şu anda belki de bambaşka bir yerde çok fazla yabancı yapımda yer alacaktınız. Bunu düşünüyor musunuz, yeniden başlama şansınız olsa yine döner miydiniz?
Orası hayat. Bilemeyiz. Belki tiyatrodan devam ederdim yıllarca, belki başka yönlere savrulurdu hayat, hiçbir şey garanti değil hayatta. Bir yandan yazıya bağlı bir iş yaptığımızdan orada büyük ihtimalle oynayacağım rollerin skalası çok daha dar olurdu mecburen. Sonuçta başka bir memlekette her zaman azınlıksın, her zaman yabancısın. Ülkemi seviyorum. Burayı çok seviyorum. İnsanın anadilinde konuşuyor ve çalışıyor olmasından daha zevkli bir şey yok, çok büyük güç veriyor insana. Sonsuz çeşitlilik ve ihtimal açılıyor önünde. Bir ayağım orada. Hayat nasıl akar bilemem, yaşayıp göreceğiz.
"Gururlanıyorum, İstanbullu olmama rağmen bilmediğim ne kadar çok şey olduğu her seferinde yine suratıma çarpıyor"
- Çekimlerin ne kadarı Türkiye’de yapıldı? Bize çok benzeyen bir kültürden gelseler bile yabancıların İstanbul’u gördüklerindeki heyecanları, büyülenmeleri sizde nasıl bir etki yaratıyor sizde?
Çekimin büyük kısmı Türkiye’deydi. Birkaç sahne Madrid’de. Gururlanıyorum, İstanbullu olmama rağmen bilmediğim ne kadar çok şey olduğu her seferinde yine suratıma çarpıyor. Hep yeniden büyülenip, kızıyorum tekrar istanbul’a, bizimki aşk nefret ilişkisi gibi. Zamanında çok uzağına bile gittim, yine içinde buldum kendimi. Burayı ilk defa gören yabancı arkadaşlarım gelip gidiyor ara sıra. Gözlerindeki o büyülenmeyi, Türkiye ve İstanbul hakkında ne kadar yanılmış olduklarını onlardan dinlemek çok keyifli. Kafalarındaki Türkiye çok başka bir Türkiye. Hâlâ öğrenecek çok şey var bu şehirden.
- Az önce söylediğim gibi, kültürler çok benziyor ama İspanyollar bizim daha rahat, sorunları biraz daha çözmüş versiyonumuz gibi. Çalışma ortamı nasıl, dizi sektöründe setlerde de benzerliklerimiz var mı?
Öyle olurlar tabi. Bunun yarısı kültürelse, diğer yarısı ekonomik. Jeopolitik olarak aynı konumda değiliz. Türkiye konum olarak çok özel ve çok zor bir coğrafyada. Komşu ülkelerimiz kültürel olarak birbirinden çok farklı, neredeyse hepsinin alfabesi bile farklı. Burası İpek Yolu, burada binlerce yıldır keder de kavga da (gözyaşı da) bitmedi. Tüm bunlar bu kadar uzun zamandır sürekli yaşananınca daha korumacı bir kültür çıkıyor ortaya ister istemez. Öyle bir rahatlık şekli bizde kolay kolay olmaz. Ekonomik refah da büyük konu haliyle. Önce cendereden çıkacaksınız ki diğer bütün konulara ilginiz ve azminiz olsun. Tüm bunları toplayınca iş yapma şeklimiz değişiyor, yoksa set her yerde set. Sette bizim sahip olduğumuz tecrübe ve sürat eminim dünyanın başka hiç bir ülkesinde yoktur. O konuda elimize kimse su dökemez. 5 günde 160 dakika çekiyoruz burada, bunu duyunca insanlar şaşkınlıktan ağızlarını kapatamıyorlar yurtdışında. Sonuç da farklı oluyor haliyle, günde 5 sahne çekmekle günde 30 sahne çekmek başka işler. Dolayısıyla set pratiğinde çok öndeyiz, vizyon, yaratıcılık ve hikâyecilik olarak yolumuz uzun.
“Milli forma hep üzerimizde”
- BBC-Netflix ortak yapımı The Serpent’ta da oynadınız. Yabancı bir yapımda olmanın getirdiği bir rahatlık var mı? Yerli bir yapımda kabul etmeyeceğiniz sahneler ya da şartları nasılsa “yerli önyargılar”a maruz kalmayacak olmanızın rahatlığı ile kabul ediyor musunuz mesela?
Öyle görmüyorum bunu. Bir senaryoda endişe uyandıracak herhangi bir sahne varsa onun bütünün içindeki gerekliliği ve yarattığı dramatik etkidir önemli olan. Aksi takdirde olmuş olsun diye konan bir sahne belli eder kendini, zaten bütün projenin hissini bozar. Şiddetin de yakınlaşmanın da ekranda ya da sahnede izlenecek bir proje içinde bir amacı olmak zorundadır. Amacı olmayan ya da içinde bulunduğu hikâyeden kopuk sahneler, işi film olmaktan çıkarır, reality show’a döner. Dozu belirleyen budur, hikâyenin önüne geçiyorsa bütün projenin de dengesi kayar, iş seyirlik olmaktan çıkar zaten. Temsil ettiği duygu ve anlatım içinde ifade ettiği şeydir onu kıymetli yapan. Her ülkenin bir kültürü var. Sineması, tiyatrosu, dizisi de temelinde önce kendi kültürünü yansıtır, insanına değer ve karşılığını iyi kötü alır. Oyuncusuysanız “bunu yapmam” “bunu yaparım” gibi kesin cümlelerle bakma şansınız zaten yok. Oyuncu olmuyorsun o durumda. Nasıl yapılacağıdır konu. Baştan bilirsin, ona göre tercih edersin.
- Peki avantaj ve dezavantajları neler?
Yurtdışı işlerinde tamamen başka kültürlerden insanlarla oynamanın da ayrı bir keyfi var. İki taraf için de önden tam kestiremediği bir alan oluyor. Anadilinde oynamaya göre avantajı da var dezavantajı da. Teknik olarak çok daha fazla çalışman gerekiyor, oynarken kafanın takılmaması lazım. Kendini salman, diğer oyuncuyla gerçek bir yerde buluşman daha farklı oluyor, biraz da geç. Kıymetli bir öngörülmezlik geliyor sahneye. Ayrıca yurtdışı işlerinde sadece sahne ve proje de değil tabi konu. Turist olarak gittiğin yerde bile ülkeni temsil ediyorsun. Birlikte proje yapmak zaten çok yoğun ve kendinden zor bir süreç. Seni yakın tanıyan birkaç kişi dışında yaşanan her olumlu olumsuz olay döner dolaşır ülkene kültürüne yazar. O yüzden milli forma hep üzerimizde.
-Son ve en merak edilen sorum: Diziyi Türkiyeli izleyiciler de izleyebilecek mi, var mı bununla ilgili bir çalışma?
Bildiğim kadarıyla önce İspanya’da ulusal kanalda yayınlanacak sonra ne olur bilmiyorum. Bizim işler her dakika değişir.