T24
Türkiye edebiyatının önde gelen isimlerinden T24 yazarı Oya Baydar'ın gazeteci Ebru Çapa'ya hayatını anlattığı nehir söyleşi, "Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk" adıyla yayımlandı. Baydar, "Yetmiş yedi yaşındayım; sadece Türkiye'de değil dünyada da aydınlık bir gelecek umudunun yeşerdiği dönemi yaşadım, sonra umutlarımızın çöküşüne tanık oldum ve bugünlere geldik. Bu sürecin hem tanığı, hem sanığı, hem kurbanı olan bir kadının hikâyesi olarak okunursa ilgi çekici olabilir belki” sözleriyle değerlendirdiği kitap, sadece edebiyattan siyasete ve sürgüne uzanan zorlu bir hayatı anlatmıyor, Türkiye'nin yakın tarihine de ilginç ayrıntılarla ışık tutuyor.
Türkiye siyasi tarihinin de yakın tanıklarından olan Baydar'la yapılan nehir söyleşi, "Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk" Ağaçkakan Yayınları'ndan çıktı.
Hayatı mücadeleler ile geçen ve ülkede yaşanan her siyasi dönemi sol çevreler içinde deneyimleyip gözlemleyen ve kaleme alan sosyolog/yazar Oya Baydar, kendi deyimiyle “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiş, fakat yaranmak adına da bildiğinden şaşmamış."
Ebru Çapa’nın soruları ve Baydar’ın içten anlatımı eşliğinde hızla akan kitap birçok döneme ilişkin ilginç ayrıntılar içeriyor.
“Pastoral bir yaşamdı” diye özlemle andığı çocukluğu, Notre Dame de Sion günleri, ilk aşkından ilk romanına uzanan ve sonunda soluğu Paris’te aldığı ilk yurt dışı macerası, TİP, Deniz Gezmiş, darbeler, Almanya’da geçirdiği sürgün yılları, evlilikleri ve hatta “yetmez ama evet” tartışmalarına kadar Oya Baydar bütün soruları çarpıcı hatıralar eşliğinde paylaşıyor.
Deli Melek Hanım’ın torunu
Ailesinin köklerinin farklı yerlere dayanmasının; biraz Tatarlığın, biraz Çerkezliğin, biraz Rumeliliğin, hayattaki farklı renkleri daha kolay kabul edebilmesini ve daha özgür bir ruhla hareket etmesini sağladığını anlatan Baydar, köklerini şöyle anlatıyor:
‘’Benim kompozisyonum şu; Kökleri Saray’da, İttihat ve Terakkici olmayan, Batı eğitimi görmüş Çerkes asıllı bir subayla, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden, inanmış Atatürkçü bir öğretmenin birlikteliğinden doğan bir tipim işte...’’
’Baba tarafından İstanbulluyum. Babaannem ve baba tarafından dedem Çerkez asıllıymış. Babaannemin annesi saraylıymış. ‘Rahmet olsun Abdülaziz Efendimiz’ sözleri çocukluğumdan kulağımda kaldığına göre, Sultan Abdülaziz döneminde olabilirler, tarihler de tutuyor zaten. Annem bana kızdığında, ‘’Ne olacak işte, Deli Melek Hanım’ın torunu derdi...’’
Galatasaray futbolcusu asker baba
Baydar, Galatasaray futbol takımının ilk oyuncuları arasında olduğunu kitapta paylaştığı fotoğraf eşliğinde duyurduğu babasının asker olması nedeniyle birçok şehre gittiğini fakat İstanbul'a tutkusunun hiç dinmediğini vurguluyor. İstanbul Üniversitesi’ndeki işinden ayrılıp Ankara’da Hacettepe’de geçirdiği yılları da “alışkanlığın verdiği duygu olan huzur” ve “benim için huzur İstanbul’dur” diye tanımlıyor.
‘’Babam Frankofon bir eğitimden geliyor. Önce Saint Benoit’ya, babaannemin tabiriyle Frerler’e gidiyor. Ama sonra Ahmet Sırrı Paşa’nın torunu gâvur mektebinde okuyor, dedikodusu yayılmasın diye, oradan alınıp Galatasaray’a veriliyor. Galatasaray’ı bitirdikten sonra da Fransa’ya, yine babaannemin tabiriyle Ulum-u Siyasi’ye (Siyasi Bilimler) okumaya gidiyor. Birinci Dünya Savaşı başlayınca, birtakım gençler yurtdışından geriye dönüp savaşa katılıyor. Babam da onlardan. Dört yıl kadar çeşitli cephelerde savaşıyor. Sonra Kurtuluş Savaşı… Babam Galatasaray takımının ilk futbolcularındanmış. 'Küçük Ahmet' diye biliniyor...’’
'İstanbul; ruhunu yitirmesini çaresizlik içinde seyrettiğim şehrim benim'
Baydar kitapta, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası sürgünde geçirdiği yıllar için de “İstanbul’a dönmenin umudu içinde yaşadım” diye anlatıyor. Almanya’da geçirdiği hayatı “Valizin üstünde oturarak geçirilen bir yaşamdı’’ diyerek tanımlıyor.
’Annemin lafıdır; 'Hayatta tutkuymuş, sevgiymiş, aşkmış, hepsinin ötesinde tek duygu tanırım, o da alışkanlık,' der. Alışkanlığın verdiği tuhaf bir huzur var. Miskin bir huzur belki ama insani bir duygu…’’
‘’İstanbul’a bağlıyımdır ben. Şehirlerin insanların ruhunu, duygularını biçimlendirdiğine, kişiliğini etkilediğine inanırım. İstanbul doğup büyüdüğüm, çocukluğumu, ilk gençliğimi, aşklarımı yaşadığım; grevdeki fabrikalarını, devrim bayraklarıyla, donanmış meydanlarını, işçi çalışması yaptığımız gecekondu semtlerini, Boğaziçi’nin balıkçılarını, Beyoğlu’nun meyhanelerini, ille de insanlarını bunca sevdiğim, hiç unutamadığım şehir. Ayrı kalsam da yüreğimin kopamadığı, hep özlediğim; şimdi, yediği darbeler altında can çekişmesini, tahripkâr ve barbar bir yıkıma teslim olmasını, ruhunu yitirmesini çaresizlik içinde seyrettiğim şehrim benim. Anka kuşu gibi küllerinden doğar, biliyorum; ama yeniden doğuşunu, ruhuna yeniden kavuşmasını göremeyecek kadar yaşlıyım artık…’’
'Ankara’daki evimi basıp Deniz Gezmiş’i ararlardı'
Baydar, kurul tarafından reddedilen doktora tezi sonrasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nü işgal etmesiyle yaşanan Türkiye’deki ilk rektörlük işgalini şöyle anlatıyor:
‘’68 Aralık sonlarına doğru bana tezin ikinci defa reddedildiği haberinin geldiği gün dersim vardı. Derse girdim… Kurulun tezimi reddettiğimi söyledim. Oyalanmadan doğru odama gittim… Beş dakika geçmiş geçmemişti, kapı vuruldu. Açtım ki kapıda boylu poslu, yakışıklı bir delikanlı. Herkes Deniz Gezmiş’i önceden tanıyorum sanır; hatta Deniz Gezmiş’le berabermişim gibi gülünç laflar bile çıkarılmıştı. Halbuki ben Deniz’i ilk kez orada gördüm… Onu ilk kez orada, benim odanın kapısında gördüm. 'Tezinizi reddettikleri için rekrörlüğü işgale gidiyoruz!’ diye tebliğ etti. Hepsi o kadar, çekti gitti. Deniz Gezmiş’i bir daha görmedim. Farklı çizgilerdeydik, yollarımız ayrıydı. Ama 1970’te, 71 başlarında, benim Ankara’daki evi basıp Deniz Gezmiş’i ararlardı ara sıra. O dönemin bütün devrimcileri gibi yiğitti, devrime inanmıştı, çoğu gibi inancının ve yiğitliğinin bedelini hayatıyla ödedi...’’
'Biraz fazla sahip çıkmış'
Oya Baydar kitapta; Notre Dame de Sion’daki lise eğitiminin ona kattığı “her şeyden sorumluyum” hissi, "serkeş" öğrencilik yılları, "Türkiye’nin François Sagan’ı" olma hikâyesi, ilk aşkı ve sonrasında yazar olma hayalleriyle gittiği Paris, hayal kırıklığı ve ihanetle sonuçlanan ilk evliliği gibi özel hatırlarını da paylaşıyor.
‘’Dame de Sion’dan yakın bir arkadaşım İktisat Fakültesi İstatistik Bölümü’nde asistandı. Çok parlak, akıllı, iyi eğitimli, başarılı bir akademisyendi. İktisat Fakültesi’nden bir doçentle evliydi. Ailecek görüşüyorduk… Önerdim, kabul edildi, bizim bölümde işe başladı. Giderken, ‘’Bak bu kendine pek bakamayan bir adamdır, sen buna biraz sahip çık,’’ diyerek Muzaffer’i ona emanet ettim. Biraz fazla sahip çıkmış ki Muzaffer’le büyük bir aşk yaşamaya başlamışlar… O birkaç günü bir sis perdesinin ardından hatırlıyorum...’’
Ebru Çapa’nın kaleme aldığı kitapta, Baydar’ın siyasi düşüncelerinin oluşumları ve sol içindeki büyük kopuşlara da yer veriliyor. Onun kendine özgü bu duruşu, çevresinde dikkat çekip sivrilmesine ve aynı zamanda büyük sıkıntılar içine girmesine neden oldu. Hayat hikayesinden tadımlık bazı bölümler şöyle:
Aydın Engin: Yılın Annesi
‘’Parti’den benim Moskova’ya eğitime gitmem önerisi geldi.. hayır denilemeyecek bir şey.. Marksizm bilgimi kültürümü geliştirmek önemliydi benim için Aydın’ın gitmeme hiç itirazı olmadığı gibi destekledi de. Henüz bir buçuk yaşında bile olmayan oğlumuzu tek başına üstlenmekten çekinmedi. Üstelik o sıralarda sabit bir işi yok, maddi güçlükler var ama sorun yapmadı. Aydın, o sene kendi tabiriyle ‘’Yılın Annesi’’ seçildi.’’
KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER
'Kafası karışık yoldaş'tım
‘’Kendi ayağımla, neredeyse kapıyı zorlayarak katıldığım TKP’de de hep ‘’dışarıdan gelen’’, örgüte, yönetime karıştırılmaması ama yararlanılması gereken ‘’yoldaş’’ konumundayım… Kafası karışık yoldaş...’’
TKP’ye 'gizli dinleme' öfkesi ve partiden kopuş
‘’1987… Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan, bizim gibi politik göçmen ve yine bizim gibi kafalarında sorular olan birkaç arkadaşımızla çoluk çocuk Yunanistan’a tatile gittik.. Hepimiz partiliyiz. Parti yeni kongre yapmış, kafamızın basmadığı bir sürü şey var… Konuşurken bir ara Aydın, ‘’Madem konuşuyoruz, biraz daha sistemli konuşalım,’’ dedi. Masadakiler de ‘’Sen önerdin, hadi sen idare et,’’ dediler. Aydın matraktır, eski komedyen zaten. Bir yandan ciddi ciddi konuşuyoruz, bir yandan da Aydın taklitlerini yaparak bizim eski solcu halk ozanlarından devrimci türküler, devrimci marşlar falan söyleyerek sözde moderatörlük yapıyor… Parti’ye eleştirilerimiz var ama fraksiyon oluşturalım gibi bir amacımız, derdimiz yok… Neyse tatilimizi bitirdik, hepimiz kaldığımız ülkelere döndük. Döndükten bir hafta sonraydı, Hollanda’dan Gönül telefon etti. ‘’Bunlar bizi dinlemişler, şimdi sorguya çağırıyorlar’’ diye... Partimiz bizi bir güzel dinletmiş orada.. Parti’ye girerken, ‘’Giriş bedava, çıkış paralıdır,’’ denir. ‘’O bedel neyse öderiz,’’ dedik, Parti bağımızı kestik...’’
Sait Faik ödülü ile Türkiye’ye ve edebiyata dönüş
‘’Sait Faik Hikâye Armağanı yazarın doğum gününde Burgazada'da yapılan törenle veriliyormuş. Çok hoştu, bir sürü eski tanıdık vardı. İstanbul’la, arkadaşlarımla tam bir hasret gidermeydi. Düşünüyorum da belki o ödülün de etkisi oldu edebiyata dönmemde.’’
'Ergenekon'un, cemaatin devlete nüfuz etme mücadelesi olduğunu aklıma getirmemiştim'
‘’2007 Haziran’ında Ergenekon davası başladığında, derin devletin ve Gladyo benzeri örgütlenmelerin açığa çıkarılacağını, tümüyle tasfiye edilmese de geriletileceğini ummuştum. Tabii ki davaların böyle sulandırılacağını, asıl amacın çok farklı olduğunu, sahte delil ahlaksızlıklarını, manipülasyonları, meselenin bir cemaatin (şimdi FETÖ diye anılan Gülen Cemaati) orduya ve bütün devlete nüfuz etme mücadelesi olduğunu aklıma getirmemiştim…’’
'AKP’nin ‘siyasal islam’ projesi olduğunu göremedim'
“Özeleştiri istiyorsan bundan hiç kaçınmam… Yanılgım AKP’nin ardından İhvan modeli yaratan bir “siyasal İslam” projesi olduğunu ya da ona doğru evrilebileceğini görememekti. O günlerde AKP’nin demokratik adımlarının takiye olduğunu söyleyenlere karşı çıkmıştım. Takiye miydi partiyi kuranların bir bölümünün gerçek özlemi, amacı mıydı bilemiyorum ama bugünden bakıldığında haklı çıktıklarını teslim etmeliyim... Bir de, tarihte kişinin rolünü gözardı ettim. AKP’deki Erdoğan faktörünü, onun fıtratını, pervasız iktidar ve tahakküm hırsını, birlikte yola çıktığı pek çok siyasetçiyi tasfiye edeceğini hesaba katmadım…”