Orhan Pamuk'un yakında yayımlanacak yeni fotoğraf kitabı 'Turuncu' dünyanın saygın medya organlarıyla aynı anda T24'te. Pamuk'un kitabı için yazdığı önsözü ve bir grup fotoğrafı yayımlıyoruz...
Orhan Pamuk’un önsözü:
İstanbul’da ev içi ve sokak lambalarının son on yılda sarıdan beyaza doğru yavaş yavaş renk değiştirdiğini ilk ne zaman fark ettim? Altmış altı yıldır yaşadığım şehrin gece manzarasının yavaş yavaş değiştiği anlamına geliyordu bu. Tıpkı yaşlanmak , siyasal dönüşüm ya da iklim değişimi gibi insan böyle bir şeyi çok açık bir şekilde ilk ne zaman farkettiğini hatırlamaz bile.
Çocukluğumda, gençliğimde beyaz ışık, “florasan” lambalarından dağılan soğuk bir şeydi... Hastahanelerde, depolarda, fabrikalarda, bekleme salonları ve buzdolaplarının içinde yaşardı. Kötülük gibi, uzak durmalıydık beyaz ışıktan. Bizi mutsuz edebilir ve yanıltabilirdi. 1960 ve 70’lerde kumaşçı dükkânlarında yanan beyaz florasan lambaların yanıltıcı etkisinden çıkabilmek ve perdelik kumaşın asıl rengini görebilmek için annem kumaş rulosunu bir tezgâhtarın yardımıyla sokağa çıkarır, güneş ışığında bakardı ona.
Sinsice yayılan beyaz ışık ve turuncu ışığın kayboluşuyla kafam meşgulken, birgün köşedeki eski bakkala gittim ve 75 wattlık bir ampul istedim. Yaşlı bakkalın bana verdiği ampul kutusunun üzerini okudum.
“Bu beyaz!” dedim. “Niye?”
“Artık herkes bunu alıyor,” dedi bakkal. “Bunlar daha ucuz.”
Böylece İstanbul’un gece görünüşünün kısa sürede değişeceğine acıyla ikna oldum. Konuyu kimse ciddiye almadığı için de öfkeleniyordum.
Şehrin bütün hayatımı geçirdiğim mahalle ve sokaklarının turuncu ışık altında fotoğraflarını çekmeye işte böyle karar verdim. Tıpkı şehrin görünüşünün değişeceğini anlayarak Paris sokaklarını sonsuza kadar fotoğraflayan Fransız fotoğrafçı Atget gibi yapacak, İstanbul’un kaybolan görüntüsü korumaya çalışacaktım. Herkes konuyu anlasın, öğrensin diye bu fotoğrafları bir kitapta toplamaya hemen baştan karar verdim.
Önce her zaman yürüdüğüm ve bana mutluluk veren tanıdık yerlere, Cihangir, Nişantaşı ve Şişli sokaklarına çıktım. Kahvehanelerde, büyük dükkânların vitrinlerinde ve inşaat şantiyelerinde beyaz ışıkla aydınlatılmış pek çok yeni köşe olduğunu, bunların sayısının arttığını hemen gördüm. Sarı ışığın yavaş yavaş gerilediğini, şehrin sokaklarının aslında kimse fark etmeden başka bir ruh edindiğini gördükçe, bu konuda duyarsız olan tanıdıklarıma, akrabalarıma kızıyor ve öfkeyle daha çok fotoğraf çekiyordum.
Çektiğim fotoğraflara bakıp etkilenen bir arkadaşım, “Ben de senin gibi sarı ışığı tercih ediyorum!” dedikten sonra evinde çalışma masasındaki lambanın ampulünü kendi satın aldığını ama beyaz olduğunu yeni fark ettiğini itiraf etti.
Zengince mahallelerde oturan orta yaş üstü arkadaşlarımdan bazıları ise beyaz ışıkla ilgili değildiler: Onlar yalnızca bazı sokakların ve mahallelerin son yıllarda ne kadar çok değiştiğini bu fotoğraflardan farkettiklerini sürekli tekrarlıyorlardı. Bazı sokaklar Suriye’den gelen Arap göçmenlerle dolmuş, tamamen değişmişti, evet. Üstelik yakınlardaki başka bazı sokaklarda yeni bir milliyetçi öfkenin, yabancı düşmanlığının izleri de çok belirgindi. Bir de üçüncü çeşit bir değişim vardı: Haliç’in öte tarafındaki bazı mahalleler ise Siyasi İslam’ın ve koyu dindar tarikatların etkisine girmiştiler.
Bu toplumsal dönüşümleri arkadaşlarımın tıpkı beyaz ışık gibi yeni farketmelerine ve gene beyaz ışık gibi fark ettikten bir süre sonra alışıp aldırmamalarına da üzülüyor ve öfkeleniyordum. Bu ilgisizlik beni fotoğraf çekmeye de çağırıyordu. Öfkem pek çok şeyde olduğu gibi kısa sürede beni yalnız bırakan bir heyecana dönüşüyordu. Kısa bir sürede bu heyecan fotoğrafçılığıma idealistçe bir görev havası vermeye başladı. Akşamları korumamı çağırıp sokaklara çıkmak için kendime daha değişik bahaneler bulmaya başladım. Feriköy ile Kasımpaşa arasındaki sokaklara uzun zamandır gitmemiştim, şimdi gitmeliydim. Çarşamba’nın, Tepebaşı’nın ya da Çukurcuma’nın yokuşlu arka sokaklarında ne oluyordu? Bir akşam daha evde oturup baştan aşağı yalan haberlerle dolu televizyona bakacağıma, arka sokaklara bir kere daha gitsem daha iyi olurdu.
Bu sokaklara eskiden de çok çıkar, eskiden de şehrin gece görünümünde İstanbul’a ait olduğumu bana düşündürten esrarengiz ve davetkâr bir şey olduğunu hisseder ve sanki o meraklı şeye doğru hızlıca uzun uzun yürürdüm.
Otuz yıl önce İstanbul sokaklarında daha çok yürürdüm ama sanki daha az şey görürdüm. Şehir o zamanlar geceleri daha karanlıktı. O zamanlar kimse geceleri reklam olsun diye iş yerinin lambasını açık bırakmaz ve evlerde bir odadan çıkarken lambalar mutlaka kapatılırdı. Etrafta daha az dükkân, daha az vitrin ve çok daha az ışıklı reklam vardı. O zamanlar sabahın üçüne dördüne kadar roman yazdıktan sonra yazıhanemden eve dönerken yolumu uzatır, turuncu ışıklar altındaki cumbalı, harap ve boyasız evlerin, demir parmaklı pencerelerin içimde uyandırdığı esrarengiz şiirin tadını çıkararak, bacaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü yere doğru hiç durmadan yürürdüm. Uzun yürüyüşlerde gelip geçene hırlayarak, sokakları kesen, çöp tenekelerini vahşice karıştıran köpek çeteleri mutlaka yoluma çıkarlardı. Bazan bir bekçinin bir binanın kapısının içinden beni seyrettiğini görür; kepengini indirip evine dönen dükkân sahipleriyle, sarhoşlarla ve bozacılarla karşılaşırdım. O yürüyüşlerde sonsuzluğa doğru uzanan karanlık bir sokağın ucunda beyaz bir ışık görürsem yolumu değiştirirdim.
O zamanlar şehir ve sokaklar daha tekinsizdi: Çeşitli solcu ve komünist veya sağcı, milliyetçi grupların militanları sokaklarda birbirlerini acımasızca vururlardı. Henüz siyasi saldırılara karşı sokaklarda sürekli birkaç adım arkamdan yürüyen korumam yoktu.
2007 yılında gazeteci arkadaşım Hrant Dink öldürüldükten sonra devlet tarafından bana korumalar verildi. Dink, Ermeni katliamı konusunda cesaret ve açık sözlülükle konuştuğu için gazetesinin önünde, arkasından başına üç kere ateş edilerek milliyetçiler tarafından öldürülmüştü. Olay bütün gazeteleri ve Türkiye’yi meşgul etmiş, cinayeti düzenleyenler birkaç gün sonra yakalanınca televizyon kameraları karşısında sıranın bende olduğunu ima edip beni açıkça tehdit etmişlerdi. Aynı konularda ben de konuşuyor, düşünce özgürlüğü olmayışını eleştiriyordum. Cinayet, besbelli yasak konularda konuşanları sindirmek için işlenmişti. Hakkımda açılmış davalar da vardı. O günlerde aleyhimize sürekli davalar açılırken İçişleri Bakanlığı bana korumalar verdi. Geceleri sokak fotoğrafları çekme heyecanımı biraz da onlara borçlu olduğum için, korumalarımdan bahsedeceğim.
2007 yılında ilk başta üç tane dev gibi korumam vardı. Çok dikkat çekiyorlardı. Onlarla birlikte sokaklarda yürümek hem zordu hem de nedense utanıyordum bu durumdan. On yıl önce o günlerde Türkiye’ye az geliyor, gelince de sokaklara az çıkıyordum. Ama birkaç yıl sonra tehditler biraz azaldı ve üç koruma bire indi. Bütün arkadaşlarım hâlâ “vah vah, tek başına hiç sokağa çıkamıyor musun?” diye sorar, benim için çok üzüldüklerini belli ederlerken aslında ben koruma ile sokaklarda yürümeye alışmaya başlamıştım. Bazı geceler benim yürüdüğüm turuncu renkli sokaklar hakkında arkamdaki koruma arkadaşımın ne düşündüğünü merak ederdim. Bazan da beni görece uzaktan izleyen korumamın ayak seslerinden bana sokulduğunu anlardım: Demek ki tehlikeli sokaklara yaklaşıyorduk.
Bir korumam olması İstanbul ile ilişkimi tamamen değiştirmişti. Artık her yere gidebiliyordum. Evet, siyasal öfke ve tehditler hiç dinmeden sürerken ve üç korumam varken sokaklara çıkmak beni mutsuz ediyordu. Ama üç-dört yıl sonra koruma sayısı bire indiğinde kafama uzun siperlikli bir boyacı takkesi geçiriyor, İstanbul’un en ücra, en uzak sokaklarına, en tehlikeli mahallelere gidiyor ve hiç kimse beni tanımıyor ve durduramıyordu. Kısa süre sonra bu ücra mahallelerde dijital Leica makinemle fotoğraf çekmeye başladım. Bütün şehri görüntüleyebileceğim, çünkü korumam varken kimsenin bana karışamayacağı –bu yeni durum- bana çok çekici geliyordu.
İstanbul’da gece gündüz ne zaman olursa olsun -turistik yerler dışında- herhangi bir yerde fotoğraf çekersem, pek çok kişi yolumu keser, niye bu sıradan ve fakir sokakların fotoğraflarını çektiğimi merak edip sorar, hatta ve çoğunlukla da durdururlardı beni. Çoğu zaman fotoğraf çekmemi istemezlerdi.. Ya da gelip onlardan izin almamı ve oraların kabadayısı olduklarını sanki kabul etmemi isterlerdi. Bazıları sırf fotoğraf çektikleri için turistlere kızdıkları gibi bana da kızarlardı.
Şimdi de aynı şey oluyordu. Bazıları o avluya girmenin ya da bu kapıdan içeri geçmemin yasak olduğunu hatırlatmak için durduruyorlardı beni. Belki de asıl konu havanın iyi olduğu akşamlarda herkesin sokakları oturma odası gibi kullanmasıydı. Bazıları sokaklara taşan bu mahremiyetin fotoğraflanmasından huzursuz oldukları için beni durdurmak istiyorlardı, bunu anlıyordum. O durumlarda gölgeler içinde arkamda bekleyerek beni izleyen korumam hızla bana yaklaşır, polis kimliğini çıkarıp gösterir, mahallenin sakinleri şaşırır, biz de oradan sessizce ve biraz da suçluluk duygularıyla uzaklaşırdık.
2008 ile 2014 arasında yoksul mahallelerde, sokak satıcıları arasında geçen bir roman yazdığım için, Tarlabaşı, Kasımpaşa, Feriköy gibi yerlerde geceleri fotoğraf çekerek çok yürümüştüm. Bu eski fotoğrafları arşivimde arayıp bulunca, on yıl önce beyaz ışığa çok az dikkat ettiğimi ama milliyetçi öfkeden hâlâ huzursuz olduğumu hatırladım.
Şimdi, on yıl sonra elimde Canon 5 ve peşimde koruma ile geceleri aynı sokaklarda yürürken gene milliyetçi bir öfkenin belirtilerini fark ediyordum, ama bu daha sakin ve daha temkinli bir milliyetçilikti. Sokaklarda, herhangi haklı bir bahane olmadan asılan bayraklar bir içe dönüşe işaret ediyordu. On yıl önceki milliyetçi coşku Kürtlere, Ermenilere, azınlıklara yönelik bir öfke taşırdı. Şimdiyse bayraklar daha çok Batı’ya karşı bir geri çekilişi ifade ediyordu; gazetelerde okuduklarımdan da anlıyordum bunları. Bu milliyetçiliği sessiz muhafazakâr mahallelerde daha çok hissediyordum. Beşiktaş veya Kartal gibi hükümete karşı oyların çok yüksek olduğu yerlerde ise, Türk bayrakları, herhangi muhalif bir sözün yasak olduğu şehirde sanki “ben de buradayım!” demek için asılmışlardı yalnızca.
Fotoğrafları göstermeyi alışkanlık edindiğim arkadaşlarım ise bayrakların Belediye seçimleri için asıldığını söylüyorlardı. Onları daha çok ilgilendiren Aksaray, Fatih, Çarşamba gibi semtlerde sokaklarda dolaşan takkeli, sarıklı, geleneksel dini kıyafetli insanların çok artmış olmasıydı. Onlara göre çok değil, otuz, hatta yirmi yıl önce İstanbul sokaklarında bu kıyafetlerle dolaşan kişi laik ve Avrupai kılık kıyafet kanununa aykırı davrandığı için polis tarafından durdurulabilirdi. Arkadaşlarım haklı olduklarını bildikleri için de beni içtenlikle uyarıyorlardı: O muhafazakar sokaklara daha çok gidip fotoğraf çekersem, turuncu ışık üzerine hazırlayıp yayımlamak istediğim kitap, İstanbul sokaklarında dini kıyafetlerle gezenlerin ve Suriyeli göçmenlerin ne kadar çoğaldığına ilişkin bir çeşit gazeteci kitabına dönüşebilirdi.
O sokaklara hayatları boyunca hiç gitmeyen, oraları merak etmeyenlerin yukarıdan akıl vermeleri kalbimi kırıyordu. Bir süre çektiğim fotoğrafları kimseye göstermedim. Gece fotoğraf çekmeye daha az çıktım. Bu sırada kafam turuncu sokaklara yeniden gitmek için başka bahaneler icat etmeye başladı. Yalnız turuncu ışığı değil, şehrin gece görünümünü ve hayatını fotoğraflıyordum aslında. Karşılaştığım insanların tek tek yüz ifadelerine bakmayı asıl çok seviyordum! Kucaklarında çocukları hızlı hızlı evlerine dönen aileleri, kolkola girmiş yeni evlileri ve gençleri arkadan sessizce ve tevekkülle takip eden yorgun ihtiyarları yeniden görmek istiyordum. Bomboş bir sokağın sessizliğinde ilerlerken birdenbire kalabalık, cıvıl cıvıl bir meydanda masalara oturup sohbet eden ailelerle şaşkınlıkla karşılaşmayı seviyordum. Ya da tam tersine, futbol oynayan, birbirleriyle dövüşen, anneleriyle şakalaşan çocuklar ve ailelerle dolu çok gürültülü bir sokaktan sağa doğru iki adım uzaklaştıktan sonra, bomboş ve buz gibi beyaz bir sokakta, kendi ayak seslerimi ve arkamdan gelen korumamın ayak seslerini dinleyerek yürümek de tuhaf bir şekilde hoşuma gidiyordu.
Sessizliklerde kameramın boş sokakta hafifçe işitilen çıt çıt çıt sesini duymak, her zamanki gibi bana fotoğraf çekerken bir şey başardığım duygusunu veriyordu. Bu uzak mahallelere gelip sokaklarda yaşayanları, kaldırımları kendi bahçeleri gibi kullanan aileleri ve bodrum katlarındaki beyaz ışıklı kahvelerde oturup kâğıt oynayan erkekleri görüp fotoğraflamak da bana özel bir şey keşfettiğim duygusunu veriyordu. Bazan bütün bu insanlığı olduğu gibi fotoğraflamayı niye daha önce kimse akıl edememiş diye kendime soruyordum. Çünkü her türlü gece ışığına açık bir fotoğraf makinam ve geceleri beni yakından izleyen iyi bir korumam var! diye cevap veriyordum kendi soruma. Tıpkı on yıl önce, yirmi yıl önce olduğu gibi, elimde fotoğraf makinası olduğunu görünce bütün çocuklar hep bir ağızdan “beni de çek, beni de çek!” diye bağırıyor, sanki objektifin içine girmek istiyorlardı. Arkamda korumayla yarı karanlık ve turuncu sokaklarda yürüdükçe ansiklopedik hayal gücüm çalışıyor ve İstanbul’un bütün sokaklarının gece fotoğrafını çekmek için kendime yeni bahaneler arıyordum.