Yapımcılar ile sinema salonları arasındaki krize ilişkin değerlendirmelerde bulunan Yönetmen ve Oyuncu Onur Saylak, "Bunun bu noktaya geleceği belliydi. O anda kendini kurtarabilmeye çalıştığın için genel sinema kültürünü ve işletmesini ya da ekonomisini düşünmediğin için bugünlere gelindi" dedi. Saylak, "Kaynak ve dağıtım problemlerinin ççzülmediği sürece sinema kültürünün oluşturulabilmesinin çok zor olduğunu ifade ederek, "Şaka gibi. Sen kültürel olarak dünyanın her yerine yayılabiliyorsun ama kendi ülkenin içinde sınırlısın" sözlerini sarf etti.
Bağımsız sinema yapanların yıllardır bağırdığı, dikkat çekmeye çalıştığı bu konunun artık herkesin bağıracağı noktaya geldiğini belirtek Saylak, "Hep beraber masaya oturup konuşulmadığı ve ortak çözüm üretilmediği sürece bu durum ileride yine patlar. Kaynak ve dağıtım problemlerini çözemediğimiz sürece sinema kültürünü oluşturabilmemiz çok zor" diye konuştu.
Saylak devamında, "Bizler zaten zar zor film yapma, bir şeyler üretme çabasındayken, şehirlerde bir sinema kurmayı düşünmemiz çok zor ama buna rağmen kafa patlatıyoruz!" dedi.
"Mesela ‘Rüzgar’ın Hatıraları’ filminin senaryosu ve yönetmeni yurt dışında bir sürü ödül almışken, bakanlıktan destek alamadı. Daha filmi destek alamadı. Kıvanç Sezer’in filmi destek alamadı" diyerek Kültür Bakanlığı destekleyeceği projelere ilişkin tartışmalar hakkında dsa konuşan Saylak, "Bu kararı verenlerin kim olduğu ve neye göre karar verdikleri sorusu böyle oldukça daha da büyüyor. Bu kararların çok net ve şeffaf bir şekilde verilebiliyor olması lazım. Bu tip kurumlarda daha çok meslek birlikleri temsilcilerinin olması gerekiyor ki doğru kararlar verilebilsin. Ama sadece devlet desteğiyle film üretebilmek de kötü" dedi.
"Sansür" konusuna da değinen Saylak, "İşte onu nasıl uygulayacağız bilmiyorum. Yönetmenler olarak bizim bir itirazımız var. Bizim değiştirilmesini istediğimiz 1-2 madde vardı. Bunun sonucu keyfi bir uygulamaya rahatlıkla gider. Sen ben toplansak bunu yasaklarız, öteki grup başkasını yasaklar. Bir kere yasak kelimesi var işin içinde. Neye göre, kime göre, hangi kanuna, hangi çizelgeye göre?" diyerek düşüncelerinidile getirdi.
Saylak devamında şöyle konuştu:
"Bireysel seçimlerin yapılabildiği bir mecrada yasaklayarak, bulanıklaştırarak ya da göstermeyerek bir şeyin önüne geçilebileceğine ben inanmıyorum. Hele ki teknolojinin bu kadar ilerlediği ve internetin işlediği bu dönemde böyle bir şeyle baş etmek çok zor. Yasaklayamazsın! Nereye kadar yasaklayacaksın?"
Artı Gerçek'ten Seran Vreskala'nın haberine göre Saylak'ın açıklamalarının bir kısmı şöyle:
- Bir sanatçıyı verdiği eserlerle mi yoksa karakteriyle mi değerlendirmek gerekir sizce? Mesela Picasso ya da Chaplin dünyanın en ünlü ve en yaratıcı sanatçılarından ama ikisi de kadınlara korkunç davranmış hatta Chaplin fiziksel şiddet uygulamış.
İnsana ya da insanlığa hatta herhangi bir canlıya kötülük ettiği kesinse, kim olursa olsun yaptıkları herhangi bir işin bende karşılığı olmuyor. Gerçek yüzleri hangisi?
- Sanatçının karakteri önemlidir, diyorsunuz. Kötülük yapma hakkı yoktur yani.
Bence öyle. Tutarlı olman gerekiyor. Sen bir yandan insanlık tarihine dair saptamalar yapıp çok önemli eserler üretiyor, sanat alanında bir çığır açıyorsan, kötü olmaya hakkın yoktur. Sanat ve kötülük birbiriyle örtüşemez, bu bana garip geliyor. Kötülükten beslenebilir, ilham alabilir, hatta en iyi eserlerini kötülükten doğurmuş olabilir ama kendi kötülük yapamaz, yapmamalı. Kötülükten ilham alman senin de kötü olmanı gerektirmez.
- Oyunculukla yönetmenlik arasında kocaman bir uçurum var. İyi bir yönetmen iyi bir oyuncu olamayabileceği gibi iyi bir oyuncu da yönetmenlik yapamayabilir.
İkisi de dediğiniz gibi bambaşka şeyler. Birinde karakterine hâkim olmak gerekiyor, diğerinde bütüne… Bir şey söylüyor olman lazım. Dramaturji gerekiyor, teknik bilgi gerekiyor; bir sürü parametresi var. Biraz da deli olman gerekiyor yönetmenliğe bulaşman için.
***
- Hakan Günday’la bir projeniz daha olduğunu ama bunu kitap üzerinden yapmayacağınızı söylemişsiniz.
Evet. Şu anda çalışıyoruz. Hem bir sinema filmi hem episodik bir hikâye var. Bunun hakkında sadece sert bir kadın hikayesi olduğunu söyleyebilirim. Biz Hakan’la çok güzel sohbet ediyoruz. Saatler sürüyor. Hayattan, felsefeden, aşktan söz ederken bir yer geliyor ve birlikte akmaya başlıyoruz. Genelde bizi rahatsız eden ve bir taraflarımızı zımparalayan konulara kafa gidiyor ve projeler böyle ortaya çıkıyor. ‘Şahsiyet’ de böyle ortaya çıktı. Çok kıymetli bir hikâye, herkesin bunu görmesi gerekiyor. 7 milyon izleyiciye ulaştı ve sayı yükselmeye devam ediyor.
- Oyunculuğunuzun yönetmenliğinize bir katkısı oldu mu?
Kamera önündeki o yapayalnızlığın ne demek olduğunu bildiğim için oyuncuları rahatlatabilmek ve karakteri doğru anlatabilmek için elimden geleni yapıyorum. Karşınızda 50 tane insan var ve bir anda diyorlar ki ‘hadi’… Biz 3 yıl uğraştık bunun için, şimdi sen bunu 2 dakikada anlat bakalım, diyorlar. Bu çok zor bir şey! Bu yönetmenin oyuncuya yardımcı olması gerektiği andır o. Mesela Sonbahar’da Yusuf’un evinin önünde sigara içip çocukları izlediği sahne vardır ve bizim ilk çekimimiz oydu. O sahnede dizimin nasıl titrediğini ve içimden ‘n’oluyor lan?’ dediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Bu duyguyu ben kamera arkasında hissedebildiğim için ara verebiliyorum, yönlendirebiliyorum, mizansen değiştirebiliyorum çünkü onu oyuncunun gözünde görebiliyorum. O empatiyi kurabiliyorum.
***
- Oynadığınız bir rolün ruhunuzu ele geçirmesi mümkün mü? Yani kamera ‘kes’ dediği anda o rolden çıkıp gerçek hayata dönebiliyor musunuz?
Evet, zor değil ki bu. Sizi sarsan anlar binde birdir, çok nadirdir. Çünkü oyunculuk sadece bir meslek. Bunun tabii ki hareket anında duygusal bir devinimi var ama emin olun sonunda bu teknik bir iş. Gerçek hayata dönemediğin an şizofren olmaya başladığın andır. Mesela ‘kaptırdım kendimi, çıkamadım’ falan gibi söylemler karşısında ben hayretler içinde kalıyorum. Çıkamamak ne demek, girmek ne demek? Bunları bilmiyorum ben. İşin büyüsü tabii ki var. Hiç bilmediğin bir mekânda, hiç bilmediğin bir kostümde, hiç bilmediğin bir karakter biçiminde, hiç bilmediğin ses tonunda bir şey yapıyorsun ama o olmuyorsun.
- Kürk Mantolu Madonna’nın filmini siz çekeceksiniz. Bu yıl Sabahattin Ali eserlerinin üzerindeki telif hakları ölümünün üzerinden 70 yıl geçmesi sebebiyle kaldırıldı. Bu filmi çekmek için bu kadar beklemenizin sebeplerinden biri bu mu? Uzun zamandır bu film için hazırlık yaptığınız için soruyorum.
Bu kadar beklememizin sebebi ben değilim. 7 aydır bu filmin hazırlığıyla uğraşıyorum. Bugüne kadar yapılamamasının en büyük nedenlerinden biri, ekonomik olarak bütçesi çok yüksek bir film olmasıdır. Türk Sineması’nda belki de ilk kez bu kadar yüksek bir bütçe çıkıyor. Bir kere hem dönem hem deplasman filmi; 1920’ler Berlin…Kostümler, kabareler, sokaklar, sanat galerileri, yılbaşı gecesi vs. bunlar büyük prodüksiyonlar. Böyle bir filmin belirli bir kalite üzerinde olabilmesi için geniş ekiplere ve geniş zamanlara ihtiyaç var. Hikâyenin yapısı gereği, sinematik hale getirilmesi de kolay değil. Çünkü cümlelerin arasına gömülü durumlar var. Bir adamın Berlin’de bir sanat galerisinde bir tabloda gördüğü kadına aşık olması ve sonradan kadınla karşılaşması düzlemi kolay ama asıl anlatılmak istenene ulaşmak düşünüldüğü kadar kolay değil. Psikolojik derinliği olan bir kitap. Ece Yönenç yaklaşık 2 yıldır sadece senaryosu ile uğraşıyor. Dolayısıyla ağır adım gitmesi normal. Tatmin olduğumuz noktaya gelmediğimiz süre de başlamayacağız.
- Peki yazarın kızı Filiz Ali’ye de -artık karışma hakkı kalmamasına rağmen- danışacak mısınız film konusunda?
Onunla eşgüdümlü ilerliyoruz zaten. Ondan uzak olmamız mümkün değil.
- Son zamanlarda gündeme oturan sinemanın tekelleşmesi ve patlamış mısır krizinden bahsedelim biraz. Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar gibi isimler filmlerini çekerek tepkilerini gösterdiler. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu sorun kesinlikle çözülecek çünkü çözülmeme ihtimali yok. Çok büyük bir sermaye söz konusu, çok büyük bir hacim var. Sadece 2018 yılında 45 milyonluk bir bilet satışından bahsediyoruz, dolayısıyla bu sorunun çözülmeme şansı yok. Asıl mesele bugüne kadar adım atılmamasından kaynaklanıyor. Bağımsız sinema yapanların yıllardır bağırdığı, dikkat çekmeye çalıştığı konu artık herkesin bağıracağı noktaya geldi. Herkesin derdi de farklı bu arada; bizler salon bulma derdindeyiz, onlar paylaşımın daha adil olması noktasındalar. Hep beraber masaya oturup konuşulmadığı ve ortak çözüm üretilmediği sürece bu durum ileride yine patlar. 2 yıl evvel Kaan Müjdeci bu konuyla ilgili bir belgesel çekti ama o zaman seslerini yeterince duyuramadılar. Bunun bu noktaya geleceği belliydi. O anda kendini kurtarabilmeye çalıştığın için genel sinema kültürünü ve işletmesini ya da ekonomisini düşünmediğin için bugünlere gelindi. Kaynak ve dağıtım problemlerini çözemediğimiz sürece sinema kültürünü oluşturabilmemiz çok zor.
- Bu seyirciyi de cezalandırmak olmuyor mu?
Kıvanç Sezer ‘Babamın Kanatları’ diye bir film yaptı, 16 sinemada gösterime girebildi. 10 yıl evvel ‘Sonbahar’ı sadece 33 sinemada girebildik. Daha’yı 36 sinemada girebildim. Kaan ‘Sivas’ı 40 sinemada girebildi. Şimdi nereden baktığınıza bağlı bu, kim kimi nerede cezalandırıyor? Bizim amacımız her kesimden seyirciye ulaşmak ama bu şartlarda bunu başarabilmemiz mümkün değil!
- Gişe yapması kesin filmler seçiliyor hep.
Evet, çünkü sanat sineması gişe yapmaz diye bir algı var. Fakat dünyaya bir bakalım; Kore ‘Burning’ filmini kaç kopya girmiş? Bunu denemediğin sürece nereden biliyorsun gişe yapmayacağını? Bu genel geçer kalıplarla olacak iş değil, buna imkân tanımazsan tabii ki olmaz! 81 ili olan bir ülkede sadece 13 şehirde belirli seanslarla nasıl iş yapabilirsin ki? Seyirciye drama alışkanlığını elde ettirebilmek çok önemli. Yurt dışında tiyatrolara bilet bulamazsınız aylarca, halkta yüzyıllardır bir drama algısı var çünkü.
***
- Buna kafa patlatanlar da yönetmenler olmamalı tabii!
Bizler de patlatıyoruz. Onur Ünlü şehir şehir gezdi, üniversite üniversite dolaştı bunun için. Emin Alper, Tolga Karaçelik, Fikret Reyhan, Zeynep Dadaklar, hepimiz ya hepimiz uğraşıyoruz bunun için ama bu bir sermaye gerektiriyor. Devlet bunu yapmıyorsa, ‘şurada bir binayı alıp, iki tane sinema kuracağım, 7/24 film oynatacağım’ diyecek bir burjuvazinin yapması lazım belki. Bizler zaten zar zor film yapma, bir şeyler üretme çabasındayken, şehirlerde bir sinema kurmayı düşünmemiz çok zor ama buna rağmen kafa patlatıyoruz! Amerika’dan sonra dünyanın en çok ihracat yapan 2’nci ülkesiyiz. Şaka gibi. Sen kültürel olarak dünyanın her yerine yayılabiliyorsun ama kendi ülkenin içinde sınırlısın.
Amerikan emperyalizminin en büyük silahı Hollywood’dur mesela, onlar yüzünden Rusları hep kötü adam bilirsin örneğin. Bir de Rusya’ya git bakalım, o adamlar aynı olayı nasıl anlatıyor. Hep tek taraflı bir politika uyguladılar; mesela sen New York’a gittiğinde sokakları tanıyabilirsin izlediğin filmlerden. Bu yüzden sinema çok önemli bir kavram ve senin dünyada çok büyük şansın var, böyle bir ihracat yapabilen bir ülke olarak. Üstelik hemen her sene senin filmlerin Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya dünya çapında başarılar kazanıyor, uluslararası ödüller alıyor, ülke medyalarında filminin makaleleri yayımlanıyor ama kendi ülkende gösteremiyorsun.
- Kültür Bakanlığı destekleyeceği projelerde biraz ayrımcılık yapıyor mu acaba?
Mesela ‘Rüzgar’ın Hatıraları’ filminin senaryosu ve yönetmeni yurt dışında bir sürü ödül almışken, bakanlıktan destek alamadı. Daha filmi destek alamadı. Kıvanç Sezer’in filmi destek alamadı. Tolga Karaçelik’in ‘Kelebekler’i Sundance Film Festivali’nde en iyi film ödülü aldı ama destek alamadı. Emin Alper’in filmi bir sürü ödüle layık görüldü ama destek alamadı. Hepsi başarılı ve ödüllü olan bu filmler neden destek alamadı bilmiyorum.
Bu kararı verenlerin kim olduğu ve neye göre karar verdikleri sorusu böyle oldukça daha da büyüyor. Bu kararların çok net ve şeffaf bir şekilde verilebiliyor olması lazım. Bu tip kurumlarda daha çok meslek birlikleri temsilcilerinin olması gerekiyor ki doğru kararlar verilebilsin. Ama sadece devlet desteğiyle film üretebilmek de kötü. Yeni Film Fonu var şimdi, çok küçük de olsa bir nefes aldırabiliyor ama bu hacmin büyümesi ve çeşitlendirilebilmesi lazım. Bizler her şeye rağmen devam edeceğiz film çekmeye ama o kadar zor ki, bak beyazlarımız arttı. Vaktini yapacağın işin içeriğine harcayacağına, ekonomisine, bütçesine, nasıl üretebilirim’ine harcıyorsun. Bu kadar değerli, bu işi yapmak için gönüllü, hevesli, birtakım başarılar elde etmiş bu kadar insanı yok saymamalılar!
- Bir de şu yeni çıkan sansür kanunu var gündemde.
İşte onu nasıl uygulayacağız bilmiyorum. Yönetmenler olarak bizim bir itirazımız var. Bizim değiştirilmesini istediğimiz 1-2 madde vardı. Bunun sonucu keyfi bir uygulamaya rahatlıkla gider. Sen ben toplansak bunu yasaklarız, öteki grup başkasını yasaklar. Bir kere yasak kelimesi var işin içinde. Neye göre, kime göre, hangi kanuna, hangi çizelgeye göre?
***
- PuhuTV gibi özel mecralarda bile sansür söz konusu.
Çok olumlu ve güzel dramalar çıkaran mecralar bunlar. Şu ana kadar daha müdahale edilmedi, bakacağız.
Röportajın tamamı için TIKLAYIN.