Yaşam

Oğul sen doğru dur, eğri belasını bulur

Yıl 1968... Üniversiteye ilk adımını atan Kemal Kılıçdaroğlu, o fırtınalı günlerde kendisini aniden öğrenci hareketlerinin içinde bulmuştu.

28 Haziran 2010 03:00
T24 - Yıl 1968... Üniversiteye ilk adımını atan Kemal Kılıçdaroğlu, o fırtınalı günlerde kendisini aniden öğrenci hareketlerinin içinde bulmuştu.

Kılıçdaroğlu'nun hayattaki en büyük pişmanlığı

Amfide Ruhi Su, Aşık Mahsuni Şerif ya da Kul Hasan mı var, kaçırmıyor, onları dinliyordu. Sol yumruğunu havaya kaldırıp “Tam bağımsız Türkiye” sloganlarıyla Kızılay’daki Zafer Anıtı’na kadar yürüyordu arkadaşlarıyla. O günlerde ülkücülerden dayak yiyen Kemal, onca olaya rağmen ülkücü ve solcu gençler, kantinde yan yana oturabildiğinden Devlet Bahçeli’yi de yine o dönemde tanıdı. Babası Kamer Bey’in nasihati “Oğul sen doğru dur, eğri belasını bulur” ise hâlâ kulağında küpe...

68’in o fırtınalı günlerinde Ankara’ya gelmiş, kendisini birdenbire öğrenci hareketlerinin içinde bulmuştu Kemal. İlk katıldığı eylemlerde, bütün öğrenciler “Ticari İlimler Akademileri fakülte olsun” ya da ders notlarıyla ilgili sloganların altında toplanıyordu.

Eylemler giderek siyasi içerik kazandı, sloganlar hızla değişti. Öğrenciler arasında kamplaşma başladı. CHP’li aileden gelen, lisede Çetin Altan ve Fikret Otyam okuyan Kemal de kendini sol saflarda buldu. İlk günlerde İsmail Beşikçi’nin “Doğu Anadolu’nun Düzeni”, İsmail Cem’in, “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” ve Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitaplarını okudu. Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim Dergisi’nin hiçbir sayısını kaçırmadı. Dergiyi alır almaz yutarcasına heyecanla okuyordu.


Potin parka ve sarkık bıyıklar

Kemal, Fikir Kulüpleri Federasyonu yerine Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu’na yöneldi. Federasyonun Bilim Kurulu’na girdi. Bir yandan orada faaliyet gösterirken bir de yine sosyal demokrat eğilimli arkadaşlarıyla birlikte Toplumsal ve Kültürel Eylemler Derneği’ni kurdu. Bu dernekte sonradan Diyarbakır Belediye Başkanlığı yapacak olan Turgut Atalay da vardı. Derneğin amacı, “Türkçenin yabancı dillerden arındırılması”ydı. Okulda düzenledikleri konferanslara Sadun Aren gibi isimleri davet ediyorlardı. Akademide bir oda bile tahsis edilmişti derneğe. Bir hocanın odasında faaliyet gösteriyorlardı. Kemal, postane dışında ilk kez orada telefonla konuştu. Olaylar giderek tırmanınca “Arı Türkçeci”lerin oluşturduğu bu dernek kayboldu gitti. Artık o da kasket takan, potin ve parka giyen, uzun favorili, sarkık bıyıklı tipik solcu gençlerden biriydi. Daha çok boğazlı kazak giyiyordu. Akademide düzenlenen boykotlara katılmakla kalmıyor, amfide düzenlenen toplantılarda çıkıp konuşuyordu. Kemal, kalabalıklara konuşma tecrübesini orada kazandı.


Döven ülkücülerin aldığı kimlik

Yürüyüşleri de kaçırmıyordu. Sol yumruklarını havaya kaldırıp, “Tam bağımsız Türkiye” sloganları atarak, Kızılay’daki Zafer Anıtı’na kadar yürüyorlardı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi öğrenci liderlerini birkaç kez yürüyüşlerde görmüştü ama hiç tanışıp konuşma fırsatı olmamıştı. Kimi zaman yürüyüşler Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kadar uzanıyordu. Bazen orada da eylem düzenleniyordu. Bir gün oradaki eylemden dönerken Kemal’i, iki kişi çevirdi. Ülkücülerin kontrolündeki bir okula götürdüler. Kısa bir sorgunun ardından üzerini aradılar. Okul kimliğini ve “Toplumsal ve Kültürel Eylemler Derneği” kartını görünce solcu olduğuna hükmettiler. 5-6 kişi aralarına alıp fena halde dövdüler onu. Bereket henüz silah kullanılmıyordu.

Kemal, hemen yakındaki Hacettepe Hastanesi’nin acil servisine gitti. Bir süre orada kaldı ama ertesi gün Ticari İlimler Akademisi’ne gittiğinde hâlâ gözlerine kan oturmuş, yüzü şişti. Merak edenlere olayı anlattı: “Özdemir Bozkurt diye bir arkadaşım vardı. Böyle böyle oldu diye anlatınca kızdı. Çünkü yapım gereği kimseyle kavga dövüş etmem. Özdemir, iki gün sonra okul kimliğimi alıp getirdi. ‘Bizim ülkücüler yapmış’ dedi. Dövenlerden birisinin unvanının Koçer olduğunu söylediler, ama kimdir nedir bir daha hiç görmedim.”


Bahçeli’yi ayakta karşılarlardı

O günlerde onca olaya rağmen yine de ülkücü ve solcu gençler, okulda aynı kantinde yan yana oturabiliyorlardı. Kemal, sınıf arkadaşı Devlet Bahçeli’yi de o günlerde tanıdı: “Devlet Bahçeli’yi tanıyorum. Sınıf arkadaşıydık. Ama onu çok fazla derslere girerken görmedim. Özellikle ülkücü grup içinde saygınlığı vardı. Onu şuradan hatırlıyorum: Kantine geldiği zaman diğer ülkücüler ayağa kalkarlardı. Bizim sol gelenekte öyle bir şey yoktu, kimse kimseyi ayağa kalkıp karşılamazdı. Öyle anlaşılıyor ki, o hiyerarşi içinde önemli bir konumdaydı. Başlangıçta kavgalar yoktu aslında. İşgalden sonra şiddet olayları başladı. Ülkücüler okula geceden girmişlerdi. Sabah geldiğimizde okul işgal edilmişti. Biz giremedik. Devlet Bey’i bir eylemin içinde hiç görmedim, samimi söylüyorum, hiç görmedim.” Kemal ise Devlet Bahçeli’nin tersine derslerini hiç aksatmıyordu. Yürüyüşlere, eylemlere katılmasına rağmen gelmediği gün sayısı 1-2’yi geçmezdi. Çalışkan bir öğrenciydi.Hatta bir Fransızca dersinin sınav sorularını Kemal hazırladı. Derse gelen dönemin DPT Müsteşarı Memduh Aytür, ona güveniyordu. Fransızcayı lisede iyi öğrendiği için derslerden muaftı.


Babamın anlattığı o öykü

Babamın anlattığı bir öykü ve oradaki söz, hayata bakışımda çok etkili olmuştur;

Yaşlı bir adam her gün gelir padişaha. “Padişahım Allah size uzun ömür versin” der, padişah da ona bir sarı altın verirmiş. Vezir bunu çekememiş, gidip padişaha, “Bu adam elini ağzına tutarak konuşuyor. ‘Padişahın ağzı o kadar kötü kokuyor ki bir sarı altını almak için mecburen bunu yapıyorum’ diyor” demiş. Padişah buna çok kızıyor. Ertesi gün yine geliyor adam. Yine elini ağzına kapatarak “Padişahım, Allah size ömür versin” diyor. Padişah, bir sarı altın, bir de kağıt veriyor. “Bunu götür haznedara ver, o sana daha fazla altın verecek” diyor. Adam kağıdı alıp çıkıyor. Vezir kapıda bekliyormuş. “Nedir o?” diyor. “Vallahi padişah böyle dedi.” Vezir kağıdı alıyor, kendisi gidiyor. Meğer kağıtta “Gelenin kellesini vurun” yazıyormuş, vezirin kellesini vuruyorlar. Padişah bakıyor, aynı adam tekrar geliyor sabah. Padişah bu kez bağırıyor, sen böyle böyle demişsin, diye. O da “Haşa...” diyor; “Padişahım, benim nefesim sizi rahatsız etmesin diye böyle yapıyorum.”

Babam bunu anlatır, derdi ki: “Oğul, siz doğru durun, eğri belasını bulur.” Arada bir tekrarlardı bunu. Bu öykü beni çok etkilemiştir.


Eşime aşk şiirleri yazdım

Ben, Akademi’de birinci sınıfta okurken İzmit’e gittik dayımla beraber. Teyzemin kızını ilk kez orada gördüm. O lisede okuyordu. Sonra oradan İstanbul’a gittik, İstanbul’u ilk kez o zaman gördüm. Sevim, sonra Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazanıp Ankara’ya geldi. Bir gün Kızılay’da karşılaştığımız zaman söyledim ona konuşacağız diye. Ben hesap uzmanlığını kazandıktan sonra arada mektuplaştık. Kendisine aşk şiirleri de yazdım. Eşim saklıyor onları hâlâ. Evlenme teklif etmenin zor olduğunu biliyorum ama bir gün bu cesareti gösterdik. 1970’lerde şimdiki gibi akraba evliliklerinin risk oluşturacağına dair bilgimiz yoktu. Herkes ona Sevim diyordu. Evlenirken nüfustaki kaydını gördüm, Selvi yazıyordu orada. Ben de Sevim diyorum. Ben İstanbul’a tayin edilince aramızda bir mutabakat oldu, o okuldan ayrıldı. Sonra aflar çıktı biliyorsunuz, çocuklar olduğu için onlardan yararlanamadı. Hâlâ arada bir beni suçlar.


Onların konserine giderdik

Çocukluğumuzda ağabeyim okulda saz çalmayı öğrenmişti. O saz çalarken biz de merakla dinlerdik. Üniversitedeyken öğrenci eylemlerine halk ozanları çağrılırdı. Hukuk Fakültesi’nin amfisinde diyelim ki Kul Hasan, Aşık Mahsuni Şerif veya Ruhi Su geldi. Giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz zaten. Onlar politik içerikli türküler söylerlerdi, biz de gider dinlerdik. Ruhi Su, çalarken salonu uyarırdı hiçbir gürültü olmasın diye. Büyük bir sessizlikle Ruhi Su’yu dinlerdik. Aşık Mahsuni Şerif’in konserleri daha hareketli olurdu. Slogan da atılırdı. Hiç unutmuyorum, Hacettepe’deki bir konserine katılmıştık. O dönem “Yuh Yuh” türküsü çok meşhurdu. O söylerken arkadan “yuh yuh” sesi geldi. Mahsuni acaba bana yuh mu çekiliyor diye baktı bir an. Sonra anladı, o türküyü de söyledi. Şimdi gene halk türkülerinden hoşlanıyorum. Türk sanat müziği de, aslında klasik müzik de, yani yeri, zamanı, ortamı olunca dinliyoruz.


Parasızlıktan kahvaltı yapamazdık

Üniversitede en büyük sorunu parasızlıktı. Babası Kamer Bey, ayda 300 lira gönderiyordu. Kemal’in bütçesi günde 10 liradan fazla harcamaya izin vermiyordu. Sinema, kitap, gazete ve dergilere ayırdıktan sonra geriye pek fazla bir miktar kalmıyordu. Kemal, “Babamın gönderdiği parayla ay sonuna kadar mutlaka idare etmek zorundaydık” diye anlatıyor o günleri:

“İlk yıllarda dayımlarda kalıyorduk, sorun yoktu. Son sınıfta Tapu Kadastro Yurdu’na çıktığımızda orada ekonomik durum zorladı. Sabahları kahvaltı yapmazdık. Bazı arkadaşlarla beraber sadece öğle ve akşam yemeği yerdik. Kebap en ucuzu olduğu için Beşevler ve Kızılay’daki Kebap 49’un müdavimiydik. Kebabın gelmesi uzun sürüyordu, o arada gelen kadayıfı önceden yer bitirirdik. Bir akşam, arkadaşlarımızın hiçbirisinde para yoktu. Aç kalmıştık. Birisi Ufuk Yurdu’nda kalan Mehmet Topçu’nun memleketten yeni döndüğünü söyledi. Oraya kadar kilometrelerce yürüdük, elektrikli ocakta bulgur pilavı pişirip yedik. Yine yürüyerek döndük. Yediğimiz pilavı da eritmiş olduk.”

Zaten ailenin bütçesi sınırlıydı. O yüzden yaz tatillerinde memleketleri Tunceli’ye bile gidemiyorlardı. Kemal, dedesini bile yıllar sonra Ankara’ya geldiğinde görebildi.


Davulcuya verecek param yoktu

Öğrenciydim, 68-69 yılları olabilir. Adil, evden kaçıp Adana’ya çalışmaya gitmiş, orada nişanı olacak. Adana’ya gittim. Adil, ‘Sende para var mı’ dedi. Zaten bir 50 liram vardı, çıkardım verdim. Ben bir yerde kullanacak, üstünü bana verecek diye düşünüyordum. Nişan oldu, davulcu geldi önüme. Para atmam lazım, ama bende para yok. Hayatta keşke yer yarılsa da içine girsem dedim. Kıpkırmızı oldum. Gerçi öğrenciyiz, paranın olmaması makul karşılanabilirdi ama davulcuya bunu anlatma şansımız yoktu. Sonra ben de Adil’e kızdım, “Yahu en azından yarısını bozdurup bana verseydin” dedim.


(Hürriyet-Faruk Bildirici)