Gazeteci Nilay Örnek'in "Bu ülkede baya bir süredir gazetecilik yapılamıyor, iyi ve nadir örnekler kayboluyor” diyebilirim. İyi gazeteciler hâlâ var ama faaliyet yok, yayınlanamıyor, olamıyor" dedi. 7 .baskısını yapan "Bütün İyiler Biraz Küskündür" kitabını anlattı.
Nilay Örnek'in oggito.com'da yer alan Semih Gümüş'le söyleşisi şöyle:
Semih Gümüş: Bütün İyiler Biraz Küskündür’ün 7. baskısı elimde. Okurun ilgisi var elbette ama dergilerin, gazetelerin, en azından sizin alanınızdaki yazarların yeterince ilgisinin olmadığını gördüm. Yanılıyor muyum acaba?
Bir gazeteci olarak, en azından “Millet neyi beğeniyor?”u merak eder bakarım ben olsam. Üstelik ben yayınevine ezbere kitap da göndertmedim. Bir liste yaptım. İnsanların köşelerini, haberlerini okurum. Yakın tanıdığım gazetecilere zaten kolaydı, yazılarıyla tanıdıklarıma da bölüm bölüm post-it’ler koyarak gönderdim kitabı. Bir magazin ekinde yazan kişiye mesela, Bülent Ortaçgil’in “Bu İş Çok Zor Yonca”sını ya da “Yüzüne Dökme Küçük Kız”ı kime yazdığını anlatan yeri işaretleyip gönderdim. Siyaset yazana ise başka bir yeri… Kimseyi aramadım ama baya da ince çalışmıştım yani:)
SG: Siz gazetecisiniz. Çeşitli gazetelerde ve dergilerde yazdığınız yazılar da olmakla birlikte, sonradan kitap için yazdığınız yazılarla bir bütünlük oluşturmaya çalışmışsınız…
NÖ: Türkiye’de işini gerçekten iyi yapmaya çabalayan, iyi, dürüst ve adaletli olmaya çalışan herkesin çok zorlandığını, küstürüldüğünü düşünüyorum. Bir tezim var yani; o tezin etrafında dolaştım sanırım.
"Kimse gazetecilik yapamıyor bu dönemde"
SG: Kitabınıza doğumunuzdan söz ederek başlıyorsunuz. Aynı zamanda bir hayat hikâyesi gibi okunmasını da düşündünüz mü?
NÖ: Yok aslında düşünmedim, hatta doğumumdan söz ettiğim önsözü de en son yazdım; yani planlı değil. Ancak bugün Türkiye’de hangi konudan bahsetsen, doğanın yok edilmesinden, betonlaşmadan, samimiyetsizlikten, acımasızlıktan söz açsan, bir şekilde ‘oncu’ ya da ‘buncu’ oluyorsun. Ben kendi üzerimden örnekler vererek bundan kaçmaya çalıştım sanırım. Benim ya da ailemin bazı yazılarda yer bulması da bundan. Samimiyetin çok değerli olduğunu düşünüyorum; gerçekten samimi bir şey yazmak istedim ki, en samimi hissettiğim yer ailem ve çocukluğum.
SG: Siz kendine özgü yazılar yazan bir gazeteci-yazardınız. Yazılarınızı ara sıra okurdum. Çok hoş bir tavrınız ve üslubunuz var. Sonra fiili gazetecilikten ayrılmak zorunda kaldınız. Ne kadar isteseniz de eskisi gibi gazetecilik yapamaz oldunuz. Şimdi geriye dönüp baktığınızda, o süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
NÖ: Ne değerli böyle görmeniz ve her şey bir yana görmeniz… Sadece ben değil, gazeteciliği seven, iyi yetişmiş, kendini geliştirmiş kimse gerçek gazetecilik yapamıyor bu dönemde. Bireysel olarak bana bakarsak, ben 17 yaşımdan beri gazetelerdeyim ve muhabirlikten yazarlığa, çok uzun yıllar yazıişleri editörlüğünden yöneticiliğe hemen her şeyi yaptım. Çok şey öğrendim de. Hafta sonu ekleri yaparken özellikle çok iyi işler yaptığımı düşünürüm, hep birlikte, ekipçe yaptık. Yine olsa, öyle bir hafta sonu eki ya da dergi yapmayı çok isterim. Ama şu ortamda mümkün değil. Ben Gezi sürecinde işinden olan ilk beş gazeteciden biriyim; İsmail Küçükkaya ve ardından biz kovulduk. Ben sonra çalıştım da yine. Ben gazeteciliğe baya baya âşığımdır. İlk zamanlar baya duygusaldım, gözlerim doluyordu iki de bir. Bugünse imkânsızlığı görüyorum. Bir de hayatım başkalarının adına yazılar yazarak, yazı düzelterek geçti. Sadece geçtiğimiz iki sene, editörlük ve yöneticilik gibi ek görevlerim olmadan yazarlık yaptım; “Vay be, ne güzelmiş” dedim açıkçası. Bu kitapsa sadece kendi adıma yaptığım ilk şey.
SG: Bu ülkede gazetecilik bitti mi?
NÖ: “Bu ülkede baya bir süredir gazetecilik yapılamıyor, iyi ve nadir örnekler kayboluyor” diyebilirim. İyi gazeteciler hâlâ var ama faaliyet yok, yayınlanamıyor, olamıyor. Ben esas yeni kuşağı merak ediyorum. Okullu da olmama rağmen ben her şeyi büyüklerimden öğrendim. Yirmi iki sene önce, Sabah gazetesindeyiz; Necdet Doğan, “Nilay senin sayfana göre bir haber var,” dedi. Ben de herkese iyi akşamlar dillemiş çıkıyorum, “Benim sayfam gitti ama..” dedim. “Yani haberin ne olduğunu sormayacak mısın?” dedi. O gün o haberi merak etmemenin utancı hâlâ üzerimdedir. Asla “Bir haber var” dendiğinde “Ne olmuş?” demeden başından ayrılmam. Ne kadar küçük bir şey gibi değil mi? Bir de bugünü düşünün; yeni neslin işi öğreneceği kaç gazete var. Gazeteler gazeteci olmayan insan dolu. Ya da kalanlar başka modellere dönüşmek zorunda.
SG: Bütün İyiler Biraz Küskündür şöyle okunabilir sanırım: Mutsuzluğu mutluluk aşılayan bir dille yazılmış yazılar bunlar…
NÖ: İşte bu! Buna ihtiyaç duyuyorum. Sonuçta bugün unvan sahiplenmek kolay ama ben kendimi edebiyatçı ya da profesyonel bir kitap yazarı olarak görmüyorum doğal olarak. Ve başkası gözüyle tanımlanmaya ihtiyaç duyuyorum. Bu, bugüne kadar duyduğum en güzel yorumlardan biri olabilir. Kafamda oturtamadığım şeyi açıklayabilir. Şöyle ki… Ben baya güleç biriyimdir, hayatı da öyle yaşamaya gayret ederim. Buna karşın kitap pesimist gelmişti yazarken. Yani ilk defa şikâyet ediyorum gibi geldi, “Kardeşim benim de başına bir şeyler geldi” dedim. Samimiyetsizliklerimizden, vasat severliğimizden, kötülüğümüzden, sahteliklerimizden, kötü adam sevdamızdan, dik duranlara sahip çıkamayışlarımızdan, kendi işsiz kaldığım dönemden ya da babamın hastalığından söz ettim. Gerçek iyilikleri, iyi insanları, iyiyi yapmak için uğraşanları küstürmemizden şikâyet ettim. İlk defa… Karamsar gibi geldi bana. Ama kitap, okuyanın hissettikleriyle de bir ya bir taraftan da… Okuyanlar “Bize çok iyi geldi”, “Ne kadar içten, ne kadar sıcak”, “Arkadaşlarıma hediye ediyorum”, “Bu bir iyi hissetme kitabı” gibi yorumlar yapınca önce biraz şaşırdım, şimdi iyice alıştım… Herkes kitaptan mutlulukla ayrıldığını tekrar tekrar okuduğunu söylüyor. “Mutsuzluğu mutluluk aşılayan bir dille yazılmış yazılar bunlar…” cümlesi ne güzel.
SG: Bir editörlük tutumunuz ve tavrınız var. Ben de bir editör olarak diyebilirim ki, işte bunun için çok güzel bir Türkçeniz var. Nedir sizin anlatım dilinizin ve dünyanızın kaynakları?
NÖ: İşte yine yoruma o kadar açım ki. Mesela birinin o editörlük tutumunu görmesiyle parıldıyorum. Çünkü ben kendi yazılarımı da yazıp sonra üzerinde editörlük yaparım. Türkçem daha daha da zengin olsun isterim. Çok okuyorum. Ve 21 hatta 22 yıl olmuş; 18 yılı ben masa başında çalıştım, bugüne kadar çok fazla yazı yazdım, düzelttim bir faydası olmuş olmalı.
SG: Benim bildiğim kadar, öykü de yazıyordunuz. Ne oldu öyküleriniz?
NÖ: Benim eski hafta sonu ekibimden, birlikte kitap ekini de yaptığımız Eyüp Tatlıpınar benden habersiz size o öykülerden göndermiş olduğu için haberdarsınız sanırım:) Yoksa o öyküleri okumuş beş kişi, belki vardır. Bir haberi, insan hikâyesini, olayı yazıp yayımlamak, okuyucuya sunmak benim için olağan ve pek kolayken öykü söz konusu olunca durum değişiyor. Beğenmeyip dosyalarda bırakıyorum. Kitabı yaparken İclal Aydın’ın ısrarıyla birini koydum, gerisi öyle duruyor.
SG: Belki sizin aklınıza gelmez ama ben sizin yemek programınızın da sadık bir izleyicisiyim. Yemek elbette yaşam kültürünün önemli bir parçası. Bu işe ne kadar bağlı kalacaksınız?
NÖ: Bu beni baya şaşırttı açıkçası. Mutlu da oldum tabii… Ben bir televizyon karakteri miyim o tartışılır ama Şehirli Sofralar’ı çok severek, özenerek yaptım. Program da bana çok şey öğretti, yeni insanlarla tanıştırdı. Yemeğe, yemek kültürüne, yeme-içme ile öğrenilen milyonlarca şeye sanırım hep bağlı kalacağım. Zaten yemek yemeği de çok severim. Türkiye’de yemek programlarına, kitap ve yazılarına ilgi artsa da, hâlâ küçümsenen, hafif görülen bir tarafı da var. Oysa yemeği, kökenini bilmek, coğrafyayı, tarihi, kimyayı, insanları, kültürleri ve hatta geleceği de bilmek demek. Benim ailemde kadın erkek herkes benden çok daha iyi yemek yapar. Benim evimde arkadaşlarımın yazdıkları dışında yemek tarifi kitabı yoktur ama yemek kültürünü anlatan yerli yabancı onlarca kitap var. Ve onlardan kültürel anlamda çok şey öğreniyorum. O başka bir zekâ ve birikim.
SG: Kitapta şöyle bir sözünüz var: “Bu ülkede mutluluk, bedeli ödenmesi gereken bir şeydir.” Ne zamana kadar?
NÖ: Maalesef her zaman!
SG: Yazılarınızda yer yer duygusallığın çok yükseldiğini görüyorum. Bana öyle geliyor ki, bu duygusallığı biraz aşağı çekmek gerekebilir…
NÖ: Olabilir tabii… Kitap için seçtiğim daha önce yayınlanmış olan yazılar, ağırlıkla duygusal tepki yazıları. Babamın ya da Ankara Tren Garı’nda ölenlerin ardından yazılanlar mesela o dönemin sıcaklığında, haliyle duygusal. Gazetecilik konusunda da ben duygusalımdır. Diyorum ya, samimi olsun istedim demek ki duygusallık da onun bir parçası oldu.
"Bir şey söylemezsem ölürüm"
SG: Siz yazılarınızla entelektüel bir insan tavrına sahipsiniz. Söyleyecek sözünüz var ve çeşitli konularda tavrınızı gösteriyorsunuz. Bir başına bir insan ne kadar yapabilirse. Yaşadığımız bu kötücül zaman içinde aydın bir insan nasıl davranmalıdır?
NÖ: Tabii hep var. Ve bir şey söylemezsem ölürüm, hissi o. Tabii kitapla ilgili çok söz de söylemek istemiyorum ki, insanlar istediklerini anlasın, okusun… Ama benim açımdan biraz da mesaj kaygılı bir kitap ve ‘nasıl davranmalı’ sorusuna yanıtı da var. Birbirimize de ihanet ettiğimizi, bir olamadığımızı düşünüyorum ben. Biz yapmayı değil, yaptığımızı göstermeyi seviyoruz. “Tuvalete gitmeyen entelektüeller ülkesi” yazım da bir örnek… Türkiye, söylediğin şeyin çok ciddiye alınıp, kimsenin yaptığına bakmadığı bir ülke. Bir de bir tespit yaptığın an, kendini tespit yaptığın konuda başka bir konuma koyuyorsun. “Türkiye’de artık kimse gazete okumuyor” dediğimde ben kendimi okuyor konumuna koyuyorum ya, kimse de bunu sınamıyor ya, çok güzel ve çok rahat! Ama inanın bakmamız gerekiyor. Ben izliyorum ve artık büyük konuşulmasından, hatta sadece konuşulmasından o kadar sıkılıyorum ki… “Unutmadık” da ne mesela? Unutuyoruz işte Soma faciasını, katliamları, depremleri yılın 364 ya da hadi 360 günü anmadan yaşıyoruz, bu bir gerçek. Ruhsal ihtiyacımız unutmak zaten. Ama unutmadıysak da göstermek zorundayız. Bu da büyük jestlerle olmak zorunda değil. Benim kendime bulduğum çözüm şu; işini iyi yapanı, gerçekten bir şeyler yapmaya çalışanları desteklemek. Bangır bangır olması da gerekmiyor. Elimde bir köşe varsa oradan, yoksa sosyal medyadan, o olmadı sözel, fiziksel desteklemek. Arkadaşıma ya da inandığıma iş bulurum, birileriyle tanıştırırım. Bunların hepsi çaba. Bırakın bunları “Sevdiysen paylaş bence” deyip duruyorum. Biz o kadar popüler sever, beğenide o kadar cimriyiz ki… Gerçek iyileri, mütevazı olanları küstürüyoruz. Hep verdiğim örnek, biz kovulurken herkes, “Helal size kiranızı ödeyeceğiz” diyordu. Bunun olmayacağını hepimiz biliyoruz; kiramı ödeme ama yazımı oku, beğeniyorsan paylaş. Bu bile bir çaba.
SG: Popüler kültürü ve dünyayı tanıyorsunuz. Batı’da, sözgelimi ABD’de de popüler yıldızlar bile hayata ve insana karşı sorumluluk taşıyor, dünya sorunlarıyla ilgili söz söylüyor, tavır alıyor. Oysa aynı dünyanın bizim ülkemizdeki insanları çok önemli olaylar karşısında çıt çıkarmadıkları gibi hemen güçlünün yanında yer alıyor. Siz bunu nasıl görüyorsunuz?
NÖ: Bence maalesef o demokratik, insani sınırları Türkiye’de çoktan geçtik. ABD ya da Avrupa değil, biz başka bir yerdeyiz… Bir ‘fight club’, yeraltı kuralları ya da kuralsızlık var. Normal şartlar işlemiyor ki, normal tepkiler verilsin. Güçlünün yanında olana dayanamıyorum, o başka bir vaka, öfkeden çok üzüntü hissediyorum. Ama sessiz görüneni de çok yadırgamıyorum artık. Artık kendini ön plana koyarak bir şey söylenmesini de çok mantıklı bulmuyorum. Bence dönem sakin olup birbirimize destek olarak bir şeyler yapmaya çalışmanın zamanı. Bilmem ne firmasının sahibinin politik bir söylemle muhalefet yapmasındansa, zamanında muhalif olduğu için işsiz kalmış gazetecilere ya da başka sektörlerden olanlara, 10 kişiye bile olsa iş imkanı sağlaması bence daha sıkı bir iş. Gibi… Bir şeylerin söyleneceği zaman vardı, söyleyen söyledi. Ama şu an o sınır –bence– geçildi. Şimdi artık birlik olmanın, hoşgörülü ve akıllı davranmanın zamanı.
SG: Hangi yazarları ya da kitapları sevdiğinizi sorabilir miyim?
NÖ: Offf çok fazla. Eskiden çok roman okurdum, şimdi daha çok iyi bir dille yazılmış araştırma kitaplarına kayıyorum. Vedat Ozan’ın üç cildi bulan Kokular Kitabı gibi işler… Herkese göre olmadığını ve nedenlerini anlıyorum ama ‘sesli kitap’ işi bana çok uydu. Haftada bir kitap da öyle bitiriyorum; genellikle roman dinlemeyi pek seviyorum. Tabii kimini basılı olarak yeniden alma ihtiyacı duyduğum da oluyor.
Türkiye’den Murathan Mungan’dan Hakan Günday’a, Barış Bıçakçı’dan Murat Uyurkulak’a, Seray Şahiner’den Şebnem İşigüzel’e ne basılırsa okuyorum denebilir galiba. İhsan Oktay Anarcıyım biraz ben, Stefan Zweig’ı, Eduardo Galeano’yu pek bir severim. Klasikleri yeniden yeniden okumuyorum artık. Bir alışkanlıkçasına Küçük Prens’i her sene bir kez okurum. Kendini çok önemseyen, üst perde hiçbir metin hoşuma gitmiyor. Son zamanlarımın en sevdiğim kitabı ki, tavsiye etmek bir yana onlarca kişiye de hediye etmişimdir: Alejandro Zambra’nın Eve Dönmenin Yolları. Darbeler, işkenceler, faili meçhul cinayetler, kayıplar, yıllar süren haksız hapiste kalmalar ya da bu kadar şey içinde ‘kayıpsız’ olmanın tuhaf hissi. Bu ‘ağır mevzular’, 1973 Şili Darbesi, bu kadar naif, bu kadar güzel, bu kadar etkili ve kısa, hem yalın, hem katmanlı, kimi zaman gülümseterek, ‘100 biraz sayfayla’ anlatılabilir mi? Kimse kusura bakmasın şu ülkede değme ağır abi, ablaların yapamadığını yapmış bence. Çok imrendiğim bir yeni nesil eser. Eve Dönmenin Yolları benim için pırlanta gibi.
SG: Nilay Örnek gelecekte neler yapmak istiyor?
NÖ: Çok şey! Sevdiği işi yapan kutsanmıştır. Yine en sevdiğim işi, gazeteciliği yapmak istiyorum tabii ki. Aksi halde bu kadar yıllık birikimi de gömmüş oluyorum. Fikirle, gazetecilikle, özel dosyalar yaparak hayatımı idame ettirebilsem ne güzel olurdu. Belki yeniden olur. Ama artık biraz daha seçiciyim; çok uzun seneler başkalarının yazılarını düzelttim, hatta birileri adına yazılar yazdım. Artık kendimi buna yapmamaya şartlıyorum.
Şimdi yeniden arkeoloji ve tarih merakıma döndüm, bir de Anadolu, dünya masallarına merak sardım. Tarihi, antik kentleri, seyahat ve yemek merakımı bir araya getiren bir şeyler yapmak istiyorum bugünlerde. Yaklaşık iki yıldır Kafa dergisi için ‘Koleksiyon Kafası’ adlı bir köşe hazırlıyorum. Enteresan koleksiyonları olan ilginç insanlar… Beni çok etkileyen, bana çok şey öğreten ve şaşırtan insanlarla, hiç düşünmediğim kavramlarla karşılaşıyorum. Yakın zamanda onlarla ilgili bir belgesel ya da kitap da düşünüyorum bir taraftan. Bütün İyiler Biraz Küskündür‘ü okumayı bitiren “Yenisi gelecek değil mi?” diyor ama hazırlıklı değildim onu bilemiyorum.