Likya Bademci
Okumakta olduğunuz satırlar, kadınların gündelik yaşantılarında “el alem” baskısı ile içine attıklarını, ifade etmeye çekindiklerini, birbirleri ile bile fısır fısır kapalı kapılar ardında konuştuklarını içeriyor. Dolayısıyla eğer bir erkekseniz bazı cümleler size yabancı gelebilir diye baştan uyarmakta fayda var. Yazıya vesile olan ise Dilara Gürcü’nün Doğan Kitap’tan yayınlanan Aramızda Kalmasın kitabı. Namı diğer Kadınlığın Mahremiyet Atlası.
Gürcü kitabını nedir bu feminizm sorusu ile açıyor. Feminizmin tek bir tanımı yok, her bireyin kadın hakları konusunda neyi öncelik aldığına göre değişiyor bu cevap. Yani bu cinsel şiddet de olabilir, ekonomik eşitsizlik de siyasi temsiliyet de. Ancak en temel haliyle bir eşit haklar mücadelesi olduğu kadar eşit olanaklar mücadelesi de söz konusu. Gürcü ardından da bir türlü sesli konuşulamayanlara geliyor. Bunların hepsi günlük hayatından içinden örnekler de içeriyor. Bu haliyle okurken size o kadar tanıdık geliyor ki ya da benim de başıma gelmişti hissine o kadar çok kapılıyorsunuz ki, kitap bir anda “kız kıza” yapılan sohbetlere dönüyor.
Toplumsal olduğu kadar politik
Aslında toplumsal olduğu kadar politik bir meseleden bahsediyoruz. İşin trajedisi de burada zaten. Tamamen biyolojik bir şey olmasına rağmen neden bir kadının regl olduğunda bunu saklaması zorunluluğu var ya da neden hamilelikten korunma yöntemleri eğer bekar bir kadınsanız sizin iffetsiz olduğunuz anlamına gelsin onu da geçelim cinsellik sadece erkekler için mi meşru bir şeydir, kadınların da haz duymak istemesinden daha doğal ne olabilir? Kitap kadına yönelik idealleştirilmiş tanımlardan yola çıkarak -bu ideal annelikten ideal beden ölçülerine geniş biçimde ele alınıyor- okuru için bir sorgulama alanı açıyor.
Kontrol edilmesi gereken bir tehlike unsuru olarak görülen cinsellik kadınların kendi bedenlerini tanımasının önündeki en büyük engel. Kaç kadın cinsellik üzerine konuşurken kendini özgür hissediyor ya da bu konuda samimi cevaplar verebiliyor, hiç düşündünüz mü? Ya da regl mevzusu. Bunu erkeklerin pek çoğu bilmez muhtemelen, ama Anadolu’da ilk defa regl olan genç kıza annesi tarafından bir tokat atılır, adettendir, sebebi sorgulanmaz. Anneye sorsanız ona da zamanında annesi aynı şeyi yapmıştır. Neredeyse 21. yüzyıla dek tabu olarak kalmış bir meseleden bahsediyoruz burada, kolay mı? Bugün hala marketten ped alırken yüzü kızaran kadın sayısı hiç de az değil. Bu sadece Türkiye ile sınırlı değil, örneğin Japonya’da kadın suşi şefine rastlamanız çok düşük bir ihtimal. Çünkü kadınların bu dönemde koku ve tat alma duyularının zayıfladığı, suşinin ise çiğ balık kokusunu doğru saptayan şeflerin ellerinde yapılması gerektiği için, kadınlar bu konuda “dezavantajlı” konumda. İçinde bulunduğumuz çağa gelene dek Avrupa’da regl dönemindeki kadınların ekmek pişirmesi, tarlaya tohum ekmesi ya da meyve kesmesi de uygun değildi. Hadi daha güncel bir örnek verelim, 2015 senesinde Ontario’da yaşayan Rupi Kaur’un sosyal medyada çokça ses getiren okul ödevini hatırlayanlar olacaktır. Rupi kana benzeyen bir boya ile regl kanını fotoğrafladığı bir seri oluşturup Instagram’da yayınladığında bu içerik “uygunsuz” bulunarak kaldırılmıştı.
Sessizlik kültürü kendi şiddetini yaratıyor
Kadın cinselliğine dair o kadar çok konuşulmayan var ki ortalık bir yanlış bilgiler yumağına dönmüş durumda. Hal böyle olunca sağlığı tehdit eden pek çok uygulama sırf bu mahalle baskılarına yenik düşüp kadınları tehdit ediyor. El ne der mekanizmasının hayli iyi işlediği dünyamızda ne yazık ki kadına dayatılanlar bunla da bitmiyor. Bir de beden ölçüleri ve güzellik algısına dair sınırlar var. 90-60-90 kanonundan kurtulduk çok şükür, artık 90’lara özgü kötü bir şaka gibi mazide duruyor. Ancak her dönemin kendi güzellik algısını yaratması belasından henüz kurtulamadık. Peki hiç kadınlara sordunuz mu, onlar söz konusu güzellik dayatmasının içinde bulunmak istiyor mu diye. Popüler kültürün bıkmadan usanmadan önümüze koymakta olduğu “güzel” kadın ideali, hem fiziksel hem de psikolojik yanılsama ve gerilimlere yol açtığı gibi hastalıklara da sebep olabiliyorken üstelik.
Kadına yönelik şiddet dendiğinde bunun fiziksel şiddet ile sınırlı kalmadığını hatırlatan Gürcü, kitabının son bölümünü bu konuya ayırmış. Ekonomik şiddetten, psikolojik şiddete, sanal şiddetten cinsel şiddet ilişkisine ve işyerinde şiddete kadını çocukluğundan itibaren sessizlik kültürüne yerleştiren bir toplumun nelere gebe olduğunu da gösteriyor. Kadınların kurbanken suçlu konumuna düştüğü (çünkü eteği kısaydı gibi), şiddete uğradıkları halde nasıl da susup yalnızlaştığına dair açıklama getiriyor. Buna şunu eklemek mümkün, belki de pek çok kadın erkeklerden gördüğü muameleyi öylesine içselleştirmiş ki şiddete uğradığının bile farkında değil bunu kadınlığının normal bir sonucu olarak algılıyor. Oysa ta ergenlikte regl dönemi ile başlayıp, sonra cinsellik, güzellik gibi başlık değiştirdikçe çeşitlenen bu sessizlik yaptırımının gelebildiği nokta 3. sayfa haberlerine dek varıyor. Kitabın ismi ile bitirecek olursak tam da bunun için aramızda kalmaması gerekiyor ya zaten.