Emine Burçin Ercan / MİHA
T24- Ülkemizde sağlık hep sorunlu bir alan olagelmiştir. Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalır bu konu. Ne gelen hükümetlerin yeni çözümleri para etmiştir ne de hastaların değişen profilleri. Her gelen başka bir çözüm atmıştır ortaya ama ne çare; hepsi biraz daha karmaşıklaştırmıştır çözümsüzlüğünü meselenin.
Yakın zamanda işim düştü bir hastaneye. SSK'lıyız üç kuşak, el mecbur bir devlet hastanesine gideceğiz. İnternetten randevu alınabildiğini öğrendiğimde “Aa, ne mutlu, sıra derdine son,” dedim kendi kendime. Çabuk bir yargıya varmışım işin aslını astarını bilmeden, böylece aldım başıma belayı.
Ertesi sabah saat 10.00'da randevum var, ama annem, “Sen yine de erken git,” diye ısrar ediyor. “Tamam,” diyorum çaresiz. Sabah saatin sekizinde hastane bahçesindeyim.
Bahçe pek kalabalık sayılmaz, beyaz ve mavi önlüklü hastane görevlileri dışında yaşlı satıcılar mevcut etrafta. Hepsi bir köşeye sığınmış, birer mülteci sanki. Bir şeyler satıyorlar, ama satmaz gibi duruyorlar uzaktan. Şöyle bir etrafı seyrediyorum, sonra “Hadi, artık içeri gir,” diyorum kendime.
Her kapının önünde bir yığın insan...
Beykoz Devlet Hastanesi'nin, acil servisin dışında iki giriş kapısı var. Ana kapı bahçe tarafında, diğer kapı ise arkada kalıyor. Geniş bir çerçeve oluşturmuş kolonların ardından büyükçe bir kapı görünüyor. Önü silme insan! Hepsinin elinde birer evrak ya da röntgen filmi. Birbiriyle konuşan mı ararsın, dalgın dalgın yürüyen mi... Velhasıl sonunda giriyorum kapıdan içeriye. Aman ya Rabbim!.. O nasıl kalabalık. İlk anda gördüklerim beni korkutuyor. Her kapının önünde bir yığın insan.
Koridorları geçtikçe şaşkınlığım daha da artıyor. Ayakta zor duran yaşlılar biçare... Sakat insanlar bir köşede oturmuş. Hele bir de sedyeli hastalar var ki, durumları içler acısı. Bir an için unutuyorum neden orada olduğumu, afallıyorum. Sonra hızla toparlanıp muayene olmayı umduğum doktorun odasını aramaya koyuluyorum.
Görevliye benzer giyimli, masasının arkasına saklanmış gibi duran, çelimsiz bir kızcağızı fark ediyorum. Yüzünde bir de maske var; malum ülkemizde domuz gribi için alarm verildi. Anlaşılan insanlar iyiden iyiye dikkati ele almış vaziyette. Otobüste, metroda, toplu bulunulan her yerde durum buna benzer ancak şaşırdığım, eskiden öksürdüğünde insanlar “vah yazık,” der gibi bakarken, şimdi öksürmeye de korkar olduk. Nitekim etraftakilerin vebalı muamelesine ek olarak dövecek gibi bakışlarıyla dışlanmayı kimse istemez.
Maskeli kıza, “Görevli misiniz?” diye soruyorum.
- Evet.
- Dün internetten dahiliye için randevu almıştım.
Kısa bir sessizlik oluyor, kız gayet ilgisiz. Sanki görevli o değil de benmişim gibi detaylı bilgi vermeliyim ona.
“Kaçıncı dahiliye hanımefendi?” Ses tonu ciddi, bakışları da bana kızacağının sinyallerini veriyor. Çantamdan buruşturduğum kağıdı çıkarıyorum, orada yazanları söylüyorum bir çırpıda.
“Şu yandaki oda, sıraya girin. Numaranız yandığında içeri girersiniz ama ekrandan takip edin.”
Kafamı bir çeviriyorum ki, ne göreyim; sıra filan hak getire. Bir izdiham, bir itişmece... İnsanlar her an kavgaya tutuşmaya hazır. Uzakta kalayım, nasıl olsa sıra gelince gireceğim diye düşünüyorum. Hastane koridorundaki kanepeler ise izdihama inat bomboş. Herkes kapının önüne yığılmış. Ben oturup sıramı beklemeye başlıyorum, bir gözüm ekranda.
Yanıma orta yaşlarda, biraz topluca bir kadın geliyor. Aksayarak yürüyor, anlaşılan yorulmuş. “Bir soluk alayım,” diyor seslice ve yanımdaki boş yere çöküveriyor.
- Gel teyze, geçmiş olsun!
- Sağ ol kızım, senin neyin var?
- Midemde bir sorun var teyze, birkaç tahlil yaptıracağım.
- Ah yavrum! Bu yaşta ne oldu midene?
- Reflü varmış.
Reflünün ne olduğunu sorduğunda kısaca özetliyorum, “Yemek borusundaki kapakçık bozuk oluyor ve mide asidi yukarı çıkıyor”. Bu hastalıktan kurtuluş olup olmadığını sorunca şaşırıp kalıyorum. Çağımızın sıradan bir hastalığı olan reflü hakkında önceden hiç bu kadar ciddi düşünmediğimi fark ediyorum.
Tam bu sırada kalabalıktan bir gürültü kopuyor. Ne olduğunu anlamak için bir bakıyorum ki, ne göreyim; kavga çıkmış sırada. Yaşlı bir kadın genç bir adama bağırıyor: “Terbiyesiz seni, utanmıyor musun annen yaşındaki kadının yerini kapmaya?” Gencin de ondan aşağı kalır yanı yok, cevap veriyor saygısızca, “Ne diyorsun be, ben önce geldim. Yaşlısın diye sıramı sana verecek değilim bir kere!”
Hengame sürerken ben tekrar ekrana bakıyorum, içimden ya erken gelmeseydim diyerek. Sıra bahane aslında insanlar önce geldim kavgası yapıyor işte. Kim takar sırayı, ekranı? Ben yine de ekranda adımın yazdığını fark edince seviniyorum. Şansımı denemeye kararlıyım.
"Hoop! Nereye öyle uyanık?"
Kavga mahaline dalıyorum, hatta daha da ileri giderek, kapının önüne bir hamle yapıyorum. Tam girmeye teşebbüs edeceğim, arkamdan bir ses yükseliyor: “Hoop! Nereye öyle uyanık?”
“Sıra benim, ekranda adım yazdı.” Herkes şaşkın. Ekranda isim yazdığı gerçeği bir an sessizlik olmasını sağlıyor, ben de bu durumdan istifade edip içeri giriyorum.
İçeri girer girmez “Merhaba!” diyorum doktora, başını sallıyor cevaben. Önündeki ekrana bakıp bir şeyler yazıyor sessizce. Derken telefonu çalıyor, “Kapat, ben ararım,” diyor ve odadaki sabit telefondan karşıdakini arıyor. Sonrası uzun bir bekleyiş faslı benim için. Neredeyse on dakika muhabbet ediyor; “Ben ayarlayacağım senin işi, hiç takma kafana,” diyor ve kapatıyor sonunda.
Ben aval aval etrafa bakarken doktor, “Neyin var bakalım küçükhanım?” diyor pat diye. Bir anda irkiliyorum ve derdimi anlatmaya başlıyorum. Sözümü bitirmeme fırsat vermeden önünde duran kağıda bir, iki işaret koyup elime tutuşturuyor. “Git, şu tahlilleri yaptır, öyle gel,” diye ekleyerek.
Tahliller için yukarı çıkıyorum, sıra almam gerekiyor her zamanki gibi. Nasıl oluyorsa sıra kuyruğu tahlil kuyruğundan uzun. Tabii, çok geçmeden anlıyorum nedenini; milletimiz uyanık, gelen sıranın bir tarafından yamalanıyor.
'Kavgaya hazır olan insanlardan biri benim artık'
En sonunda kızgınım artık. Her an kavgaya hazır o insanlardan biri de benim şimdi. Anlıyorum galiba yavaş yavaş. Buraya gelip de sinirlenmeden çıkana aşk olsun!
Sıra bana geliyor. Tam elimdeki kağıdı uzatacağım, iki saattir arkamda pusuya yatmış bekleyen iri kıyım bir kadın araya giriveriyor.
- Ayşee! Sen burada mıydın?
- Aa, Suna, nereden çıktın?
“İşim düştü hastaneye, şu tahlilleri yaptıracağım,” diye elindeki kağıdı uzatmaz mı?
Bu kadar da olmaz. İyiden iyiye kızgınım artık ve susmuyorum bu defa. “Sıranızı bekleyin lütfen,” diyerek uzatıyorum kağıdımı. Bir yandan da söyleniyorum, “Aaa, kimsede saygı kalmamış!”
Kadın bir şey söylemiyor, benim yaşımda bir kız tarafından azarlanmak gururuna dokunmuş, belli. Kağıdımı onaylatıp tahlil sırasını aramaya koyuluyorum. Ben ararken biraz vakit geçmiş olacak ki, bir de bakıyorum az önceki kadın tahlil sırasında önümde. Bir de üstüne “Acele ettin de ne oldu, al gir bakalım şimdi,” demez mi?
Deliye dönüyorum artık. Sırayı kontrol eden adam sinirden çatlamak üzere olduğumu sezmiş olacak ki, “Buyur, geç kardeşim,” diyor usulca. Sonunda içeri giriyorum.
Sonunda tahliller bitiyor ve ben baygınlık geçirmediğim için kendimi şanslı sayıyorum, ama çanlar da benim için çalıyor. Biliyorum, çünkü aşağıda doktorun kapısında bıraktığım kalabalık tüm şiddetiyle beni bekliyor.