13 kitap ve birçok bilimsel makale yazan Türkiye'nin ilk sümeroloğu Muazzez İlmiye Çığ, "Fiilen çalıştığım zamanlarda çocuklarıma tam anlamıyla annelik yapabildiğime inanmıyorum. Hepsi birden olamıyor çünkü. Annem baktı benim kızlarıma. Ben daha çok müzedeydim, hep çalışıyordum. Hafta sonu da öyle çocuklarımı alayım, sinemalara, tiyatroya götüreyim, her zaman yapamadım. Biraz suçluluk duyuyorum" diye konuştu.
Hürriyet'ten Ayşe Arman'a konuşan Muazzez İlmiye Çığ, "Bazen televizyon izlerken ağlamak geliyor içimden. Maalesef bu hükümet memleketi savaşın içine getirdi. Halkımıza da kızıyorum. Bütün halk toplanıp Meclis’in başına üşüşmeliydi... Ama nerede?" dedi.
Ayşe Arman'ın Muazzez İlmiye Çığ'la yaptığı söyleşi şöyle:
Muazzez Hanım, 1914 doğumluymuşsunuz...
-Evet...
Şaka mı bu?
-Yooo. Niye?
Siz bir enerji topusunuz...
-Evet ama 102 yaşındayım. Haziranın 20’sinde 102’yi bitireceğim. Dur bakiiim, 103 mü yoksa... Bu yaşa gelince saklamıyorsun, yaşını gururla söylüyorsun!
Ben ne zaman sizi arasam sesiniz çınlıyor, ne zaman bir araya gelsek acayip neşelisiniz, enerjiksiniz ama neticede 102’siniz... Bunda bir tuhaflık yok mu?
-Bana göre yok! Sana göre varsa, onu bilemem... Ben hep böyleydim. Ah 100’ü devirmek ne kadar harika bir şey, bir bilsen...
Hâlâ “Nasıl olur?” diyorum...
-Olur evladım, niye olmasın? Geçenlerde gördüm, 100’ün üstünde bir kadın koşu yaptı... Maraton, maraton! Ben utandım kendimden. Kızlarıma da söyledim, “Darıldım!” diye, “Ayol bizim suçumuz ne” dediler, “Ben sürekli oturarak ürettim” dedim, “Hata! Daha aktif bir hayatım olmalıydı. Bu yaşta maratona da katılabilmeliydim. Cumhuriyet kadınına o yakışırdı! Sizin beni teşvik etmeniz gerekirdi” dedim.
Bayılıyorum size! Ama şimdi ciddi ciddi soruyorum: Enerjinizin bu kadar yüksek olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Millet 70’inde çöküyor. Siz çok mu iyi baktınız kendinize?
-Valla ben nasıl baktığımı bilmiyorum. Hep çalıştım. Aradığın cevap belki de budur.
Sağlığınız?
-İyi Allah’a şükür. Sağlık çok önemli. Kötüledi mi moralin bozuluyor. Yapacağın işleri yapamıyorsun. Gerçi ben artık yürümekte biraz zorluk çekiyorum. Dizlerimde sorun var. Yine de eski toprağım, pes etmem!
Bazıları yaşlandıkça suratsız oluyor, çekilmez oluyor...
-Ha bak o önemli mesele. Ben huysuz olmamaya gayret ediyorum. Huysuz olursam, etrafımdakileri huzursuz ederim, istemem öyle bir şey.
Unutkanlık?
-Hafızam şaşırtıcı derecede iyi. Arada bir isimleri unutuyorum. Ama çok arada bir.
Geçmişi mi iyi hatırlıyorsunuz?
-Yok canım. Her şeyi hatırlıyorum. Bunamadım! Bunarsam ilk sana söylerim.
İyi de 100’ün üzerinde bu kadar iyi bir performans nasıl oluyor?
-Ne bileyim, yukarıdakine sor!
Hâlâ okullara konuşmalara gidiyor musunuz?
-Tabii... Biliyorsun çocuklara, gençlere konuşuyorum. Halka açık. Adana’da, Mersin’de, Antakya’da... Her gün teklif geliyor, üniversitelerden, liselerden... Ben de Atatürk’ten başlıyorum, devrimleri, Cumhuriyet’in kazanımlarını anlatıyorum... Geçenlerde Çukurova Üniversitesi’nde konuşma yaptım, nasıl kalabalıktı anlatamam. Oturacak yer kalmamıştı, çocukların bir kısmı ayaktaydı. Çıt çıkmadan herkes dinledi, bir de ağlayanlar olmuş. E tabii Atatürk’ten ve onun bu ülkede gerçekleştirdiklerinden söz edince öyle oluyor.
Siz bir metne bağlı kalarak mı konuşuyorsunuz?
-Hayır şekerim, her şey doğaçlama bende! Elde kâğıt falan yoktur, havadan konuşurum.
Müthişsiniz!
-Aman ya çok iltifat ettin. Nazara inanıyorum bak, nazarın değmesin!
Olur mu; ben size bayılıyorum, nazarım filan değmez!
-Sümerlerde bile var bu nazar kavramı. “Gözden nazar geliyor” diyor. “Kem göz” diyor, “Ne kötüsün sen! İki kardeşi bile ayırırsın!” diyor. Ama biliyorum senin nazarın değmez.
Hâlâ çok okuyabiliyor musunuz?
-Kahvaltı sırasında bütün gazeteleri okuyorum bir kere. Sözcü, Cumhuriyet, Hürriyet. Kitap da okuyorum.
Bulmaca filan çözüyor musunuz?
-Yok, en yapmadığım şey o. Ben beceremem. Bir de hiç vaktim olmadı, hep bir şeylerle meşguldüm.
Sizde müthiş bir çekicilik var Muazzez Hanım! Herkes sizi seviyor. Adınızı duyunca “Ayy dünya tatlısı kadın!” diyorlar. Bu sevgiyi nasıl açıklıyorsunuz?
-Herkesi seviyorum da ondan! Kardeşimin çocuğu, üç yaşındaydı. Dedi ki, “Beni herkes seviyor. Çünkü ben herkesi seviyorum, ondan!” Bak 3 yaşındaki çocuk söylüyor bunları. Ne kadar bilgece aslında değil mi? Ben de severim insanları. Herkeste sevecek iyi bir taraf bulurum.
Siz bir de iyimsersiniz...
-Hem nasıl. Bu, uzun ve sağlıklı yaşamanın sırlarından biri, hep iyimser olacaksın!
Peki bu üniversitelere, okullara filan konuşmaya gidince herkes sizinle fotoğraf çektirmek istemiyor mu?
-İstiyor.
Baygınlık geçirecek gibi oluyor musunuz?
-Yooo. Ama diyorum ki, “Keşke bunlardan para alsaydım!” Fena mı olurdu, Türkiye Gençlik Birliği’ne para toplardım. Çok müthiş gençler var, ben onlara çok güveniyorum.
Memleketin halini nasıl görüyorsunuz?
-Berbat! Bunu hiç sormamış ol! Bazen televizyon izlerken ağlamak geliyor içimden. Maalesef bu hükümet memleketi savaşın içine getirdi. Halkımıza da kızıyorum. Bütün halk toplanıp Meclis’in başına üşüşmeliydi... Ama nerede? Güneydoğu desen ayrı bir sorun. Birileri orayı, terörist deposu yapmış yahu. Şimdi temizlemeye çalışıyorlar. Yazık, günah değil mi o hayatını kaybeden gencecik çocuklara? Deli olacağım! İmkânım olsa, alacağım elime bir pankart, sokak sokak dolaşacağım. Herkesi toplayacağım, valla yeter! İsyan noktasına geldim. 102 yaşındaki kadını burada bağırtıyorlar!
23 Nisan da kutlanamadı bu sene...
-Ona da çok üzüldüm! Oysa bütün şehit çocuklarını toplayıp, 23 Nisan’da bir şey yapabilirlerdi. Biz o kadar öfkeliyiz ki... Dua etsinler evlerin içindeki konuşmaları duymuyorlar!
Sizi en çok ne şaşırtıyor?
-Valla kötü haberlere o kadar alıştık ki... Temennim daha de kötüye gitmesin. Artık ruhumuza iyi gelen hiçbir şey yok haberlerde. Bu IŞİD denilen şey memleketimizin zaten içinde. Valla ne denir bilmiyorum, ben en iyisi konuşmayayım, iç acıcı şeyler söyleyemeyeceğim çünkü.
Artık İstanbul’da değilsiniz. Hep mi Mersin’de yaşayacaksınız?
-Kızımın burada yazlığı var, geldik. Kışı da burada geçirdik. Çok hoşuma gitti. Ana-kız birlikte burada takılıyoruz. Mevsim hep ilkbahar gibi, etrafımız çam ağaçlarıyla çevrili. Hayatımızdan çok memnunuz.
Sadece ikiniz misiniz?
-Evet ama maşallah misafirimiz hiç eksik olmuyor. Evimiz de müsait. Bütün kış misafir ağırladık!
Hayatta en önemli şey nedir Muazzez Hanım?
-Sağlık. İyi dostlarının olması. Çalışmak, üretmek. Geriye bir şeyler bırakabilmek. Bak, bir şey daha: Yaşadığın her andan zevk alabilmek. Bazı insanlar vardır, etrafı cennet de olsa, ı ıh, zevk almaz, hep bir mutsuzluğu, tatminsizliği, huzursuzluğu vardır. Ben hayatımın hiçbir döneminde öyle olmadım. Verandaya çıkıyorum, çiçeklere bakıyorum. Saatlerce bakabilirim, doğayı izleyebilirim ve bundan çok zevk alırım. Zeytin ağaçları mesela, çınarlar, şu çam ağaçları hayattan zevk alma sebeplerimden biri.
Kadınlar için müthiş bir rol modelsiniz! Kendini ilime, bilime veren ve mesleğinde bu kadar başarılı olan kadın çok yok. İki de çocuk çıkardınız arada. Peki annelik ne kadar önemli?
-Çok önemli tabii. Bu vesileyle bütün annelerin Anneler Günü’nü kutlarım. Dünyanın en güzel şeylerinden biri evlat sahibi olmak ve onları yetiştirmek. Ben çocuk seviyorum. Kocam da çok seviyordu. Hatta, ikinci kızım olacağı zaman, karnımı okşardı, “İnşallah ikizdir!” diye. O kadar çok çocuk isterdi rahmetli.
Peki mesela sadece kariyer yapmayı tercih eden kadınlar var ya, onlara ne diyeceksiniz?
-Şekerim, o da insanların karakteri. Bazısı ondan zevk alıyor, sadece kariyer yapmak istiyor, çocuk filan istemiyor, ona da saygı duyuyorum. Herkes anne olacak diye bir şey yok.
Siz nasıl bir annesiniz?
-Bir şey itiraf edeyim mi, fiilen çalıştığım zamanlarda çocuklarıma tam anlamıyla annelik yapabildiğime inanmıyorum. Hepsi birden olamıyor çünkü. Annem baktı benim kızlarıma. Ben daha çok müzedeydim, hep çalışıyordum. Hafta sonu da öyle çocuklarımı alayım, sinemalara, tiyatroya götüreyim, her zaman yapamadım. Biraz suçluluk duyuyorum.
Kadınların hâlâ kaderi bu... Her şeye yetişmeye çalışıyorlar...
-Evet. Annem bakmasa mahvolmuştum! Kariyer mariyer yapamazdım. Annemin dışında başka birinin eline verince de olmuyor, onların konuşmasına, onların terbiyesine giriyor çocuklar.
Ne zaman çocuklarınızla tam ilgilenmeye başladınız?
-Ha bu arada ilgilenemedim dediysem, bak dersleriyle ilgilendim. Eğitimlerine çok önem verdim. Her akşam onlarla oturdum, okulda ne yapmışlar bir bir üzerinden geçtim. Eğitim konusunda hiç açık vermedim. Ama işin eğlence bölümünde vazifemi tam yapabildiğim söylenemez. Yıllar içinde arayı kapattım tabii. Kızlarım hep en iyi arkadaşlarım oldu.
Babanız çok aydın biriymiş. 1914’te bir kız çocuğu olduğu için inanılmaz mutlu olmuş. Sizin keman ve Fransızca öğrenmenizi istemiş...
-Evet, ben de hep hayret ediyorum nasıl bu kadar aydın biriydi diye. Babamın dedesi Kırım’dan gelmiş. Profesör gibi bir adammış. At üzerinde ders vermeye gidermiş. Genlerde olan bir şey herhalde. Dedem, göçmen olarak Merzifon’a gelmiş, orada tutunmaya çalışmışlar. Babam, yoksul bir ailenin çocuğu. Nasıl bu kadar ileri görüşlüydü, hâlâ bilmiyorum.
Bir sürü insan, kızı Sümeroloji bölümüne girerse karalar bağlar, kahrolur! İşletme, ekonomi, iletişim filan okusun ister...
-Diyorum ya işte babam çok enteresan bir adamdı. Ben Almanca bölümüne geçmek istedim, kıyameti kopardı. “Atatürk bu fakülteyi sizler için kurdu! Senin istikbalin için çok iyi olacak kızım!” dedi. Ve haklı çıktı.
1936’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Sümeroloji bölümüne giriyorsunuz, 1940’ta mezun oluyorsunuz. Sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne tayin ediliyorsunuz...
-Evet.
Ve tam 31 yıl çalışıyorsunuz orada...
-Hayır, 32!
Hatice Kızılay ve Dr. F. R. Kraus’la birlikte, müzenin deposunda bulunan ve 74 bin tabletten oluşan çiviyazılı belgeler arşivini oluşturuyorsunuz. Biz sizi tanıyoruz da, tüm o yıllarda birlikte çalıştığınız meslektaşınız Hatice Kızılay’ı neden tanımıyoruz?
-Çünkü Hatice, çok erken sizlere ömür oldu. 1984’te vefat etti. Beni tanımanıza sebep de, yazdığım kitaplar. Ben halkın anlayacağı kitaplar yazdım. Hatice sağ olsaydı, beraber yapacaktık bunları. Kaç kere “Profesör değilim” dedim!
Kızlarınız da, Sümerler ve Hititlerle ilgili miydi?
-Hayır hiç. Biri 1940’ta dünyaya geldi, diğeri 1947’de. Biri Fransız mektebinde okudu, diğeri Alman mektebinde. İkisi de bilgili, kültürlü kızlardır. Sonra eğitimlerine Amerika’da devam ettiler...
Kariyerinizde 1957’de Münih’te düzenlenen Oryantalistler Kongresi var. 1965’te Roma’da sergilenen Hitit sergisine başkanlık etmek var. Sergiyi daha sonra Londra’ya götürmek var...
-Dersini iyi çalışmışsın, bunların hepsi doğru!
Sonra kitap yazmaya başlıyorsunuz...Peki bu arada, iki kızınıza n’oluyor?
-Allah’tan onlar o dönem büyümüşlerdi. Hatta galiba biri evlenmişti. Benimle işleri yoktu.
2000’de fahri doktora verildikten sonra mı sizi herkes profesör zannetti?
-Kitapları yazmaya başladıktan sonra bana fahri doktora verildi. Şu üzerimden atamadığım profesörlüğe gelince, galiba Hulki Cevizoğlu yüzünden. O öyle söyledi, üzerime yapıştı. Kaç kere “Profesör değilim!” dedim. Ama ısrarla öyle zannediyorlar.
13 kitap ve bir sürü makale yazdınız. Kıymeti biliniyor mu yaptığınız araştırmaların, yazdığınız kitapların?
-Tabii, tabii. Sümerlerle ilgili bir şey olunca hemen beni ararlar. Sümerlerde müzik nasıldı? O nasıldı, bu nasıldı? Uzmanlık makamı olarak görüyorlar. Sümer’le ilgili yazdığım son kitap çok önemli. Orada Sümerlerin Türklerin bir kolu olduğunu kanıtladım. Bizim mesleğimizde mühim olan kanıtlamak.
Hayata şimdi geri dönüp bakınca ne önemliymiş?
-Bence çalışmak ve bir şey ortaya çıkarmak önemli. Hele sevdiğiniz bir mesleğiniz varsa ne âlâ. Ve tabii dostlar, sevdikleriniz... Ama sana bir şey söyleyeyim, zaman çok çabuk geçiyor. 100 yıl nasıl geçti bilmiyorum. Ve aslında inanamıyorum. Daha dün genç bir kadındım. Hâlâ fena sayılmam ama...
"Ne ölümü, hiç düşünmem ben onu"
Siz ölümü ne kadar düşünüyorsunuz?
-Ne ölümü canım! Hiç düşünmem ben onu... Ne düşüneyim kızım, elbet bir gün gelecek. Herkes gibi ben de öleceğim. Ben “Her canlı ölümü tadacak!” laflarını da sevmiyorum. Evet öyle ama insanları korkutmanın ne manası var! Ölüm de, doğum gibi doğal. Ölümü güzel göster, normal göster. Kazanlarda öldürülmek ne demek! Hepsi yalan. Kuran’ı okusalar yok böyle şeyler. Dinin böyle çarpıtılmasına çıldırıyorum. Hayalim ne biliyor musun? Akıllı, bilgili, iyi kalpli ve dürüst din adamlarından oluşan bir kurul kurulması. Onlar, Kuran’ın içindeki yazılanları herkesin anlayabileceği gibi insanlara anlatsın. Müthiş bir cahillik var. Ve ayıptır söylemesi budalalık... Artık yeter! Aydınlanmamız gerekiyor.