Kültür-Sanat

Mezbaha tezgâhına mânâ katmak

Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın 'Ex Libris / Dünya Bunu okuyor'...

20 Ağustos 2011 03:00
T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Ex Libris / Dünya Bunu okuyor" adlı köşesinde yayımlanan "Mezbaha tezgâhına mânâ katmak" başlıklı (20 Ağustos 2011) yazısı şöyle:

Çocuklarımızı birbirinden ayırmaya başladığımız gün, şer düştü toprağımıza; buna inanıyorum. Kardeş katli, kardeşimizi kendimize eşit görmediğimiz içindir ki, “vacip” göründü gözümüze. Bizden önceki kavimler gibi biz de, kardeşin kardeşi öldürmesini kutsamanın bir yolunu bulacaktık elbet… Bulduk. Dirilerini bir tutmadığımız için birbirine düşen çocuklarımızın, ölülerini de birbirinden ayırmayı çare bilip, şerrin adına “şüheda” dedik nihayet. Bize, el kadarken bellettikleri o mısrayı boşuna söylememiş şair. Anlıyoruz şimdi. Hakikatin üzerini, kaygan bir deri gibi kaplayan ezberlerimizi pul pul soymak biraz zamanımızı aldı belki, ama başardık: Şüheda fışkırıyor bu topraktan, şüheda. Kan fışkırıyor yani; çocuklarımızın kanı, çocuklarımızın kemiği. Biliyoruz artık. Gencecik bedenlerinin üzerine toprak atarken gördük bunu, toplu mezarlardan çıkan iskeletlerini kemik kemik sayarak öğrendik. Öğrendik de ne oldu? Hâlâ bir tutmuyoruz taze canları; ve cesetleri, daha sıcakken ayırıyoruz birbirinden. Hâlâ! Öle öle öyle zalimleştik ki, ölü çocuklarımızı aynı diyara uğurluyor olma ihtimali bile zül geliyor bize sanki. Herkes “kendi” şehidine ağlarken, hep beraber hızla şerre gömüldüğümüzü bir görebilsek oysa... Bir görebilsek.


Şehadet hep aynı, şahitler değişiyor…

Başkalarının “şehitlik” hikâyelerini okuyorum birkaç gündür; öteki kavimlerin kardeş katlini “günah” olmaktan nasıl çıkardıklarını öğreniyorum. Batı dillerindeki “şehit” kavramının (İngilizce martyr, İspanyolca martir, Almanca Märtyrer) kökeni, Yunanca “şahit” anlamındaki martys kelimesinden geliyor. Tıpkı İslam gibi, ünlü Anglikan rahip W.H.C. Frend’in “birer şehitlik dini” olarak tanımladığı Yahudilik ve Hıristiyanlık da, “kutsanmış ölümün” kökenini, tanıklıkta görüyor zira.Makabelerin Birinci Kitabı, Büyük İskender’in torunları Yerüşalim’i işgal edince, putlara tapınmayı reddederek “Elenleşmeye” direnen ve hayatları pahasına oğullarını sünnet ettiren kadınları kutsarken, Tevrat’ın Tanrısının “yüce kulları” sayıyor onları. İncil’de, İsa’nın mucizesinin şahitleri, bu tanıklığı inkâr etmektense ölüme razı oldukları için yükseliyorlar “şehitlik” mertebesine. İnancı uğruna ölenler, Tanrı’yla kul arasındaki kutsal anlaşmanın “şahitliğini” yapıyorlar bir bakıma. Üstelik, sadece kitabî değil, karmik dinlerin müminleri de âşinası şehadetin; Hindistan’da Müslümanlarla savaşırken ölen her Sih, asırlardır olduğu gibi bugün de, Pencab dilinin Arapçadan ithal kelimesiyle “şehit” olarak göçüyor öteki diyara.


Siyasetin “ilâhi” dilinden zulüm

Michael Azar, 1970 Örebro doğumlu bir düşünce tarihçisi. Göteborg Üniversitesi’nde hocalık yapıyor. Hepsi İsveççe olduğu için, çoğumuzun belki okuyamayacağı ama başlıklarıyla bile, Azar’ın yıllardır “kutsal ölümün” farklı veçhelerine kafa yorduğuna ilişkin fikir veren kitapları arasında, Frihet, jämlikhet, brodermord: revolution och kolonialism hos Albert Camus och Frantz Fanon (Özgürlük, eşitlik ve kardeş katli: Albert Camus’den Frantz Fanon’a Devrim ve Kolonyalizm), Döden i Beirut (Beyrut’ta Ölüm) ve Vittnet (Şahit) var.

Eurozine dergisi, üç gün önce Azar’ın uzun bir makalesine yer verdi. Bilenleriniz vardır eminim ama bilmeyenler için, belki Eurozine’ı anlatmalıyım biraz. Sanal âlemde yayınlanan Viyana merkezli bir dergi bu; özelliği, otuz dört Avrupa ülkesinden yetmiş kadar kültür dergisini buluşturması. Her yıl Avrupa Kültürel Yayınlar Toplantısı’na evsahipliği yapan, Türkiye’den sanırım Cogito ve Varlık’la işbirliğini sürdüren Eurozine’da, hem buluşturduğu dergilerde çıkan bazı yazıların çevirileri hem de özgün makaleler yer alıyor. Azar’ın gün ışığını ilk kez İsveççe yayımlanan mevsimlik felsefe ve edebiyat dergisi Glänta’da gören yazısı da, Eurozine’ın İngilizce tercümesi sayesinde, şimdi daha geniş bir âleme çıktı. Çok da iyi oldu.

Azar bu kelimeleri hiç kullanmamış, ama bence, siyasetin “ilahî” dilini konuşanların kör zulmünü anlatıyor makalesinde. Kısa bir üst başlık seçmiş: “Presente!” yani “mevcut.” Alt başlığı biraz daha açıklayıcı: “Western martyrdom and the politics of memory and death” (Batıda şehadet ve hafıza ile ölüm siyaseti). Araçsallaştırılırken “mânâ” katılan ölümün üzerindeki kutsal örtüyü bir ucundan tutup, usulca çekiyor Azar. Okurken, gözleriniz kör zulme açılıyor.


İshak’tan İsa’ya, Perikles’ten Benito’ya

“Presente!” felsefi ve teolojik bir arkaplana tarihsel vinyetler yerleştirerek ilerleyen bir makale. O vinyetlerden ilkinde, Roma’dayız. Tarih, 28 Ocak 1932. Benito Mussolini, Ulusal Faşist Parti’yi iktidara taşıyan darbenin onuncu yıldönümünde Mostra della Rivoluzione Fascista’nın (Faşist Devrim Sergisi) açılışını yapıyor. Serginin kalbi, Sacrario dei Martiri (Şehitler Mabedi) adı verilen bir oda. Ortada, kan kırmızısı bir kürsünün üzerinde “Per la Patria Immortale” (Ölümsüz Vatan İçin) yazan büyük bir haç duruyor; duvarlarda ise aynı kelime, binlerce kez tekrarlanmış: Presente! Yani “mevcut, burada, içimizde…” Şehitler ölmüyor velhasıl; şehadet, bu inancın toplumsal bilince nakşedilmesine dayalı bir kavram.

Azar’ın muhtelif örneklerle aktardığı üzere, kavramın “ilahi” ve “siyasi” serüvenini beşeri hafızanın gidebildiği kadar geriye götürmek mümkün. Perikles’in İsa’dan önce 431’de Peloponez Savaşı’ndan sonra Atinalıları selamlarken dile getirdiği üzere, “ülkesi için can verenlerin en yüksek şerefe mazhar olduğuna” inanmak, son tahlilde kanla beslenen dinlerin de, devletlerin de aynı yolda devamı için gerekli zira. Azar’a göre, Mussolini de Perikles de, dünün şehitlerini yâd ederken, yarın için “bir sadakat emsali” oluşturmaya çalışıyorlar.

Bu sadakatin ebedî timsalini, Hazreti İbrahim’in tanrıların gazabını yatıştırmak için kurban ettiği oğlu, insanlığın ilk “günah keçisi” İshak’ta ya da Hıristiyanlığın “Bizim günahlarımız için öldü” dediği Hazreti İsa’da buluyor Batı âlemi. Nitekim Matta İncili’nde öğrencilerine şöyle sesleniyor İsa: “Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin, çarmıhını yüklenip beni izlesin. Canını kurtarmak isteyen onu yitirecek, canını benim uğruma yitiren ise onu kurtaracaktır.” Ölümsüzlüğün yolu İsa için ölmekten geçiyor yani. Her dinde aynı hesap.

Hıristiyanlığın 397 yılında Kartaca Sinodu’nda alınan kararlarla büsbütün kurumsallaştırdığı “şehadet” kavramının hepten dünyevileşerek, İsa’dan 65 yıl önce doğan Romalı şair Horatius’tan yadigar o deyişle, “pro patria mori” (vatan için ölmek) şeklinde seküler bir kudsiyete kavuşmasının izini ise Alman tarihçi Ernst Kantorowicz ile birlikte, on üçüncü yüzyıla kadar sürüyor Azar: “Mutlak devletin çıkarları için yeni bir şehit türü çıktı ortaya: hem dünyevi arazisi hem de ilahi evrenselliği olan bir ‘vatan’ uğruna ölüme gitme fikri yerleşti.”

İlginçtir, Batı’da bu “milli şehadet” kavramının ve giderek de kurumunun en çok taçlandırıldığı dönem, Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları. Prusyalı asker ve savaş teorisyeni Carl von Clausewitz, on dokuzuncu asrın başında, “savaşları kazanmak için milliyetçi öfkenin ve fedakarlığın belli bir dereceye erişmesi gerektiğini” yazmıyor boşuna. Bu gereklilik, bu ihtiyaç bir kez kavramsallaştırıldı mı, artık her şey, devâsâ bir halkla ilişkiler projesi gibi yürütülmeye başlıyor zaten. Azar ise, Doğu’daki izdüşümünü gayet iyi bildiğimiz bir resmin Batı’daki eskizini vermekle yetiniyor bize: Gelsin bayrağa sarılı tabutlar; gelsin şehitlikler; gelsin şehit yakını dernekleri; şehitleri anma günleri; gelsin şüheda antları, marşları, şiirleri…


Hegel, Marx, Castro ve Agamben

Biz biliyoruz bunları. Yaşayarak ve ölerek öğrendik. Asker annesinin de, gerilla annesinin de “şehit” oğluna ağladığı bir savaşın içinde, ateşin ortasında, zulmün yanıbaşında öylece durup baksak bile öğrendik. Azar ise, bu makalede sadece Batı’ya ve Yahudi-Hıristiyan geleneğine bakarak anlamaya çalıştığı şehadetin, dinden ve milliyetten bağımsız evrenselliğini devrim şehitlerinde buluyor.

Tarih, 2 Haziran 1967. Berlin’deyiz. Alman sosyalist gençlerinin İran Şahı karşıtı gösterisinde ateş açıyor polis; Benno Ohnesorg adlı öğrenci ölüyor oracıkta. Alın size bir “devrim şehidi.” 2 Haziran Hareketi bu “şehadetten” doğuyor; Kızıl Ordu Fraksiyonu bu “şehadetle” şahlanıyor. Ohnesorg’u vuran Karl-Heinz Kurras’ın Batı Alman polisi değil, Doğu Alman Gizli Servisi “Stasi” hesabına çalışan bir komünist casus olduğunun ortaya çıkması ise tam kırk yıl alıyor. Ama biz, yaşadık biliyoruz; devrim şehitlerinin de bir “ihtiyaç” olabileceğini, ihtiyacın talebe, talebin arza, ölümün de başlı başına bir siyaset aracına dönüşebileceğini yaşayarak ve, evet, ölerek, öldürerek öğrendik.

“Tarihsel hafıza meselesi,” diye yazıyor Azar, “adına ölüm siyaseti ya da nekropolitika denebilecek bir alanın alt dalı olarak incelenebilir pekâlâ. Ölüm ve ölüleri anma meselesi, siyasi amaçlar için nasıl araçsallaştırılmakta ve istismar edilmektedir? Ölüm siyaseti, sadece yaşayanların öldürülmesiyle, ölümle tehdit edilmesiyle ilgili değildir; yaşayanların, ölüleri nasıl kullandığıyla da ilgilidir.”

Karl Marx, mâlum, solun “şehadet” söylemine epey katkı yapmıştı vaktiyle; Le Peletier’yi, Marat’yı “şehitlerimiz” diye bağrına basan Fransız geleneğini, “Paris Komünü’nün şehitleri işçi sınıfının kalbinde ebediyen yer etmiştir” diye selamlamak ona düşmüştü. Fransız Devrimi’nde “Mourir pour le Patrie” (Vatan için Ölmek) diye marş söyleyenler, Fransız Direnişi’nde “Mort pour la France” (Fransa için öl) diye bağıracaklardı bu kez. Ve sol, “şehadet” gibi, özü itibariyle dindar ve milliyetçi bir kavramı devşirirken, “evrensel” değerler atfedecekti elbet ona; özgürlük için, kurtuluş için, eşitlik için, hatta kardeşlik için öldürecektin kardeşini; öldürecek ve ölecektin; ama zaten şehitler ölmezdi ve zaten biz halktık, yeniden doğardık ölümlerde.

Belki de, Hegel’in tarih üzerine tezlerindeki o temel itirafa dönme zamanı şimdi. “Tarih,” diyor Hegel, “yüzeyi itibariyle, milletlerin mutluluğunun, devletlerin aklının ve bireylerin erdeminin kurban edildiği bir mezbaha tezgâhından başka bir şeye benzemiyor pek.” Ama tabii, orada durmuyor; bütün bu kör zulmün, acının, sefaletin ve fedakârlığın “boşuna” olmadığına da ikna etmeye çalışıyor bizi: “Dünyanın bugünkü bilinci, altı bin yıldır verdiğimiz kurbanların bir neticesidir.”

Ben Hegelci değilim. Fidel Castro’nun “şehadet” söylemiyle taçlandırdığı devrimin bugün hâlâ söylenen marşındaki gibi, “Morir por la patria es vivir” (Vatan için ölmek yaşamaktır) cümlesini “devrimci” bulanlardan da değilim. Azar gibi ben de, bugün daha ziyade, bizi kardeş katliamına alıştıran bir siyasete karşı, ister din motifli, ister milliyetçi öfkeli, ister devrim ateşli, ne olursa olsun, sonunda “öldüren” bir siyasete karşı gözlerimizi açmamız gerektiğini düşünüyorum sadece. Ölüme “mânâ” katma, öleni “ölümsüz” kılma çabası, er geç ölüm siyasetinin savunusuna dönüşüyor zira. İtalyan siyaset filozofu Giorgio Agamben’in dediği gibi, belki de Holokost gibi devâsâ imha mekanizmalarının kurbanlarını bile “hakikat için, özgürlük için, adalet için, vatan için öldüler” diye kutsamamamız gerekiyor artık. Belki, tarihin bir mezbaha tezgâhı gibi işlemesinin “anlamsızlığını” haykırma çağındayız. Tanrının gözünde bütün çocukların “eşit” olduğunu birbirimize hatırlatmak ve “Şehitler ölmez” diye bağıranların kulağına, İsa’dan iki asır sonra yaşayan Kartacalı Hıristiyan yazar Tertullianus’tan ilhamla fısıldamak gerekiyor: “Kanlı kurbanlara ve yanık ceset parçalarına ihtiyaç duyan bir güçten daha iğrenç bir şey olamaz.”