T24 - Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman, "Muhteşem Yüzyıl"ın "Hürrem Sultan"ı Meryem Uzerli'yi de yanına alıp hamama gitti.
İşte Ayşe Arman'ın Meryem Uzerli ile yaptığı ve Hürriyet gazetesinde yayımlanan o söyleşi:
Pırıl pırıl, güneşli bir gün.
Ayasofya, turistten yıkılıyor.
Biz hamamdayız.
Kanuni’nin Hürrem Sultan’a özel yaptırdığı hamam.
Ne kocalar var hayatta!
Mimarı, Büyük Sinan. Büyük iş becermiş. Şahane bir yer yapmış.
Tam meydanda.
Baştan aşağı restore edilmiş.
Orijinal hali korunmuş, etrafı da kafe.
Bir yer bu kadar mı güzel olur.
Röportaj filan uçuyor aklımdan, yıkanmak istiyorum ben burada.
Belki ‘Muhteşem Yüzyıl’ın Hürrem’i Meryem Uzerli’yi de ikna ederim, birlikte yıkanırız.
Arkadaşım Cem Talu fotoğrafları çekecek.
“Mümkün değil ikna edemezsin. Hürrem’e kaftandan başka bir şey giydirmezler” diyor.
“Bu sıcakta ne kaftanı ya!” diyorum, “Hamam burası, bizi peştamal paklar!”
O arada Ayşe Barım geliyor.
Yalvarıyorum: “Ayşecim, hamamda ağır kıyafetlerle çekim komik olur. Gel biz bunu, hamam kıyafetleriyle yapalım?”
Gülüyor.
“Ayşe, daha Meryem’le tanışmadın bile, kabul edecek mi etmeyecek mi nereden biliyorsun? Belki de etmez?”
“Sen deli misin!” diyorum, “Anlaşmama şansımız yok. Ben onun Türkiye şubesiyim. O da yarı Alman, ben de. O Türkçe bilmiyor, ben Almanca. Ama ikimiz de, Türk-Alman karışımı olduğumuz için acayip iyi anlaşacağız, eminim?”
“Ve soyunacaksınız öyle mi?”
“Tabii ki!”
Ve birazdan Meryem geliyor.
Sıcacık. Dünyanın en tatlı, en doğal kadını. Bizdeki ‘çakallık’ onda hiç yok, hesap-kitap sıfır. İçinden nasıl geliyorsa öyle. Ayrıca, kızın hakkını yemişler, bunun neresi tombik!
Biz, Ayşe Barım’ın ağzından girip burnundan çıkıyoruz, üstümüzdekilerden kurtulup göbek taşına kuruluyoruz, güle oynaya bu fotoğrafları çekiyoruz.
Dizinin yapımcısı Timur Savcı’nın da insafına sığınıyoruz.
Hiçbir fenalık yoktu, çok eğlendik, bence estetik de oldu. Sizin de ses çıkarmayacağınızı düşünüyorum.
Ne biçim bir ülke olduk biz, peştamalle poz vermenin neresi kötü, her şeyden korkar hale geldik.
Lütfen üzerimize gelmeyin.
O hamama da mutlaka gidin, şahane bir yer, tuvaletler filan enfes, alaturka tuvaletlerin orijinal hali korunmuş, üzeri cam kaplanmış, çok çok güzel.
Son bir şey daha, Meryem burada yalnızlık çekiyor, önümüz de yaz, havada aşk kokusu, inşallah aklı başında bir Türk erkeğine aşık olur da, İstanbul’un tadını çıkarır?
Biz seni her hafta ‘Muhteşem Yüzyıl’da seyrediyoruz ama aslında fazla tanımıyoruz. Hikayen nerede başlıyor?
- Almanya’da doğdum. Annem Alman, adı Ursula, babam Türk, adı Hüseyin. Babam İstanbul Fatih’te doğuyor. Bütün sülalesi İstanbullu.
Peki Almanya ne alaka?
- Çünkü babamın babası, yani dedem, Almanya’ya gidiyor. İşçi olarak. Dört çocuğu var, babam en büyüğü. Babam da askerliğini yaptıktan sonra, babasının yanına gidiyor. Üniversite okuyacak.
Olay nerede geçiyor?
- Kassel. Kassel, Almanya’nın tam ortasında 300 bin nüfuslu bir minik şehir. Frankfurt’a yakın. Orayı seviyor, kalmaya karar veriyor. Sosyal bilimler ve felsefe okuyacak. O arada amcam Yalçın da geliyor. Ve kader ağlarını örüyor. Annem önce amcamla tanışıyor, sonra babamla ve babama aşık oluyor.
Dur, olmaz! O tanışma hikayesini güzel anlat, öyle çabucak geçiştirme...
- Peki, 1970’lerin sonları. Kassel Üniversitesi. Uzuuuun bir koridoru var üniversitenin. İşte o koridorda, teoloji ve İngiliz filolojisi öğrencisi Ursula yürüyor, karşıdan da Hüseyin geliyor. Bakışları birbirine değdiğinde şimşekler çakıyor. Aman Allah’ım müthiş bir elektrik. Öyle böyle değil, gerçekten büyük aşk!
Sonra?
- Evleniyorlar, ikisi de üniversiteyi bitiriyor. Babam çok hoşgörülü bir tiptir. Çok severim babamı, çok anlaşırım, bizi hiç kısıtlamadı, “O yasak, bu yasak!” yapmadı.
Bir Türk’le Alman’ın evliliği çok da kolay olmasa gerek?
- Baştan bazı şeyleri açık açık konuşmuşlar. Mutlaka bizi yetiştirirken, ayrı düştükleri yerler olmuş ama orta bir nokta bulmuşlar. Hâlâ birbirlerine düşkünler.
Toplam kaç çocuk?
- Evde mi? Dört. İki abim var, Danny ve Christhopher. Annemin ilk evliliğinden. Annem çok gençken Almanya’daki Amerikan üslerindeki askerlerden biriyle evleniyor. Ondan iki oğlu oluyor. Ama sonra adam gidiyor. Annem de babama aşık oluyor, iki oğlu zaten var, babamdan da iki kız yapıyor. İşte benim çocukluğum, böyle şenlikli, gürültülü bir bahçeli evde geçti. Bir kedi, küçük bir domuz ve tavşanla birlikte...
Abiler şu an kaç yaşında?
- 40 ve 41. Hamburg’da yaşıyorlar. Annem, görüp görebileceğin en güçlü kadınlardan biri. Dört çocuğuna da çok iyi bir anne oldu. Babamın da klasik bir Türk erkeği olmadığını anlamışsındır, çünkü “Senin önceki evliliğinden çocukların var!” filan yapmamış, hepimize babalık yapmış.
Abla?
- O benden bir yaş büyük. Adı Canan. 28 yaşında. Hayattaki en yakın arkadaşım. Ama şimdi... Eskiden anlaşamazdık! Caz şarkıcısı. O da Hamburg’da yaşıyor, bir okulda küçük çocuklar için müzik hocası, bir taraftan da projelerini hayata geçirmeye çalışıyor.
Annen ne iş yapıyor?
- Annem, İngilizce ve din öğretmeniydi. Sonra her sene yükseldi. Önce okulun müdürü oldu, sonra öğretmenleri yetiştiren bir idareci oldu. 20 sene içinde çok iyi bir kariyer yaptı. Şu anda Avrupa Birliği’yle ortaklaşa işler yapıyor, düşün. Sık sık Brüksel’e uçuyor.
Baban?
- Üniversitede kaldı. İdari Bilimler’de görevli, danışmanlık yapıyor. O da hayatından çok memnun. Benim yüz hatlarım aynen babam, ellerim de öyle. Yan yana koy inanamazsın. Babamla hep Almanca konuşurdum ama bu diziden sonra Türkçe konuşuyoruz artık. Hoşuna gidiyor, bazen de gülüyor bana.
Nasıl bir çocuktun?
- Utangaç, içe kapanık, kendi dünyasında yaşayan. Ablamın tam tersi. O, dünyanın en sosyal tipidir. Eve bir arkadaşım bile gelse, bir saat sonra anneme, “Ona gitmesini nasıl söyleyebiliriz? Ben yine yalnız kalmak istiyorum” derdim. Sonra bir gün anladım ki, bu kadar içe kapanık olmak iyi değil, arkadaşın olamıyor, daha girişken olmaya karar verdim. Ama hâlâ çekingen bir tipim.
Ne hayaller kurardın küçükken?
- Mesleğimle ilgili mi? Bana cazip gelen üç şey vardı: Polislik, terapistlik ve oyunculuk. Sonra dedim ki, oyuncu olursam bunların hepsini birden yapabilirim.
Sen kendini hiç iki kültür arasında sıkışıp kalmış hissettin mi?
- Hayır, hiç. Ben kendimi hep Alman gibi hissettim. Yazları iki hafta Türkiye’ye geliyorduk o kadar. Alman eğitimi aldım; zaten Türk’e de pek benzemiyordum. Ama ne zaman Türkçe bir müzik duysam, ya da birileri yanımda Türkçe konuşsa, cami görsem ya da ezan sesi duysam, içim bir hoş oluyordu. Sebebini de anlamıyordum. Demek ki o benim Türk tarafımmış...
Annen ne ifade ediyor?
- Ooooo, o benim hayatım! Herkesin annesi çok özel, benimki de öyle. Annem şu an 62 yaşında, hem kariyer yaptı, hem de acayip bir anneydi, hepimize yetişti. Hiç patlamadı, agresif olmadı, “Her şey sizin için” diyen bir kadın. Ama ben 12 yaşındayken çok hastalandı. Az kalsın ölüyordu.
Öyle mi? Neydi hastalığı?
- Kanser başlangıcı. Birkaç ay hastanede kaldı. 38 kiloya düştü. Ümit kesildi. Doktorlar, en fazla iki ay ömür biçtiler. Ben annemle hastanede yaşamaya başladım, onun yatağının yanına bir yatak koydular, okula gidiyordum sonra hep onunla birlikteydim. Resmen annem gitmesin diye onu tuttum. Ve bir mucize oldu, annem hayata döndü.
Niye sen, niye ablan değil...
- O da vardı, birlikteydik. Ama o, benim kadar sürekli hastanede değildi. Herkesin acı ve korku karşısındaki tepkisi farklı oluyor. Kimi yüzleşemiyor, çok sevdiği için sevdiği kişiyi o halde göremiyor kaçıyor, ben yüzleşebilendim. Annem o dönem, kendini iyileştirmek için kitaplar okudu. Ve kendi gücünü keşfetti. Kadın olarak çok yorulmuş ve dağılmıştı. Sonra tekrar dengesini buldu ve hayata asıldı. Ondan sonra o kadar bu kanser meselesine daldım ki, annem iyiliştikten sonra bir yıl izin aldım okuldan ve lösemili çocuklarla çalıştım.
Vayyyyy! Ne müthiş...
- Evet. Çok şey öğretiyor insana böyle bir deneyim. Sonra da oyunculuk okudum. 17 yaşından itibaren oyunculuk yapıyorum. 10 sene Hamburg’da yaşadım. Sonrasında bu proje oldu, buraya geldim.
Nasıl oldu ‘Muhteşem Yüzyıl’?
- Almanya’da bir televizyon filmi çektim ben, bitti, boştum, bir sonraki proje için bakınıyordum. Bir arkadaşım var Hülya, Hamburg’da birlikte tiyatro yaptık. O, İstanbul’a geldiğinde beni tavsiye ediyor. Bana “Deneme çekimlerine gelir misin?” dediler, gittim. Ama daha henüz projeden haberdar değilim. Öyle umutlu falan da değildim, çünkü ne zaman Türklerle çalışmaya kalksam, “Adın Türk ama sen Türk’e benzemiyorsun. Ayrıca Türkçe de bilmiyorsun...” diyorlardı. Yine de şansımı denedim.
E peki sonra...
- “Belki birkaç sene burada kalacaksın” dediler. İtiraf ediyorum, o gün nasıl kaçabilirim diye düşündüm.
Annen baban?
- Onların hiçbir şeyden haberi yoktu. Boşuna umutlanmasınlar diye bir şey söylemedim. Sonra “Tamam, istiyoruz” dediler. Timur Savcı’yla, Meral Okay’la konuştum, Yağmur ve Durul Taylan’la konuştum, Nermin Erol’la konuştum. Bana anlattıkları Hürrem’e aşık oldum. Yoksa insan, bir gün içinde hayatını değiştirir mi? Yanımda sadece diş fırçam, bir jean, birkaç tişört ve iç çamaşırı vardı. Ama kaldım. Altı aydır da buradayım.
Hamamda Ayşe Barım’la sohbet ediyoruz, bakın neler anlatıyor...
‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı’nın Koruncuk projesine destek olmaya karar vermiş. Koruncuk projesi nedir, bir anlatsana...
- Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu ile bir protokol doğrultusunda çocuk köyü projesinde çalışıyor. İstismara uğramış ya da annesi babası olmayan 110 çocuğu aldı Bolluca Çocuk Köyü’ne yerleştirdi. Orada onlara hayata kazandırmaya çalışıyor. O çocuklar bölgedeki okullara gidiyor ve vakfın evlerinde kalıyorlar.
Nedir bu evlerin özelliği?
- Her evin, bir annesi ve bir teyzesi var. Hepsi de eğitim almış insanlar. Bu çocuklar bir aile ortamında yetişiyor. Birlikte yemek yiyor, oyun oynuyorlar. Bolluca Köyü bir model. İlk kez deneniyor.
Siz ‘Muhteşem Yüzyıl’ olarak onlara nasıl destek oluyorsunuz?
- Vakfın yönetim kurulu üyesi Berrin Yoleri bize geldi, Çocuk Köyü projesini anlattı, çok etkilendik. ‘Muhteşem Yüzyıl’ uzun vadede sürmesi planlanan bir dizi, dizinin yapım şirketi Tims Productions dizi devam ettiği sürece vakfa ve projeye destek olmayı hedefliyor. Başlangıç olarak 9 Haziran gecesi, Sait Halim Paşa Yalısı’nda bir etkinlik yapıyoruz mesela.
Nasıl bir şey?
- Dizide kullandığımız kostümler ve takıların bir kısmı, açık artırmayla satılacak. Dizinin ekran ana sponsoru geceye ciddi bir para yardımı yapıyor, dizinin takı sponsoru da üç adet değeri çok yüksek gerdanlık verdi, onlar da dahil olacak, Osmanlı sanatı uzmanı Serdar Gülgün açık artırmayı yönetecek, oyuncularımız da hazır bulanacaklar. ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin müziklerini yapan Fahir Atakoğlu, Aytekin Ataş ve Soner Akalın’ın da mini konser vereceği gecenin bütün geliri de Koruncuk projesine bağışlanacak. Zaman içinde, ‘Muhteşem Yüzyıl’ izleyicilerinin de bu projeye destek olmasını temenni ediyoruz. Amacımız, seyircimizle birlikte bir şeyler yapabilmek. Bakarsın el birliğiyle Bolluca Köyü gibi Türkiye’nin başka yerinde de örnek köyler olur...
Hiç Türk sevgilin oldu mu?
- Evet. Üstelik altı yıl sürdü. Almanya’da doğmuş, uzun yıllar İstanbul’da yaşamış, sonra Almanya’ya geri dönmüş biri. Özcan. Hep Almanca konuşuyorduk. En ciddi ilişkimdi.
‘Muhteşem Yüzyıl’ı seyrediyor mudur Özcan şimdi?
- Bence seyrediyordur.
Almanya’da mı?
- Hayır Kıbrıs’ta, bir kulüp mü ne işletiyormuş.
Niye ayrıldınız?
- Olmayınca olmuyor.
Diziden sonra hiç mesaj atmıyor mu? “İyi oynamışsın” filan diye.
- Hayır. Şimdi konuşmuyoruz.
Neden?
- İkimizin birlikte havuzda sarmaş dolaş çekilmiş tatil fotoğraflarını sattı da ondan.
Aaaaaaa bilmiyordum, ne fena!
- Evet. Aslında kötü bir insan değildir ama yapmış işte. Gerçi “Yapmadım” diyor ama o zaman kim yaptı? Üstelik sanki hâlâ birlikteymişiz gibi açıklamalarla verildi basına o fotoğraflar.
Son altı aydır hayat nasıl? Bu ülkede herkes kilona takıyor değil mi?
- Evet ama umrumda değil...
Sen ‘Tombik’ filan değilsin ki... Bana şişman bir kadın göreceksin dediler. Deli mi bunlar?
- Televizyon insanı olduğundan daha şişman gösteriyor. Ama eski kilomdan fazla olduğum doğru. Sigara içmeyi bıraktım ve dokuz kilo aldım. Üçünü verdim, altısıyla hâlâ cebelleşiyorum. O da yavaş yavaş gidecek. Ama takmıyorum, benim için en önemlisi sağlıklı olmak.
İnsanların bu kilo meselesine bu kadar takmasına ne diyorsun?
- Beni şaşırttı. Burası meğer Amerika gibiymiş, bir zayıflık çılgınlığı var. Kadın oyuncular Türkiye’de inanılmaz zayıf. Ben “Oryantal bir ülke, normal kadınlar da vardır” zannettim, yanılmışım.
Türkiye hakkındaki izlenimlerin...
- Her geçen gün kendimi daha fazla buraya ait hissediyorum. Burada insanlar duygularıyla yaşıyorlar. Bu, Almanya’da olmayan bir şey. Ben burada Türk tarafımla tanıştım.
Burada daha mı fazla kazanıyorsun?
- Yok, hayır. Ama normal. ‘No name’dim burada, tanınmıyordum.
Bu altı ay içinde olumsuz neler yaşadın?
- Pek bir şey yok. Sadece yalnızlık. İlk haftalar öldüm yalnızlıktan.
Niye arada gitmiyorsun? Hamburg dediğin kaç saat ki...
- Ayda bir kere, iki-üç gün gidiyorum, o kadar. Sürekli çekim var.
Hadi ablan çalışıyor, bir arkadaşın da yok mu gelsin kalsın seninle burada biraz?
- Orası Almanya, kim işini gücünü bırakıp gelecek? Öyle şeyler Türkiye’de olur. Almanlar gelmez.
Burada yalnızlık dışında zorlandığın şeyler...
- Hiçbir yeri bilmiyorum, hiç kimseyi tanımıyorum. Yapım şirketi ve dizide birlikte çalıştığım insanlar dışında. Her şey için yardım gerekiyor. Bir de şimdi Hürrem’im, yalnız başıma süpermarkete bile gidemiyorum. Yolda yürüyemiyorum.
Neden?
- Çok seviyorlar, saldırıyorlar bana. Trafikte arabanın içinde oturduğumu fark edince bile cama geliyorlar. Bundan şikayetçi değilim, sadece şaşkınım. Biliyorum, her şey sevgiden ama korkuyorum.
İzin gününde ne yapıyorsun?
- O kadar yorgun oluyorum ki, devriliyorum. Ve masaj yaptırıyorum. Hiçbir yere gitmiyorum.
Neden? Arabana bin git...
- Nasıl yani? Araba nasıl kullanırım bu trafikte? Yol da bilmiyorum, kaybolurum.
Ortaköy’e git dolaş, Bebek’e git dolaş. Patlar ulan insan otel odasında!
- Ama işte öyle...
Gece hayatı?
- Yok. Ama ben zaten kulüp kulüp dolaşan biri hiç olmadım.
Peki İstanbul’un kültürel yerleri, konserler filan...
- Yok, turistik yerlere çocukken gitmiştim. Şimdi çok isterim yeniden görmek ama nasıl yapacağım? Bir de hep çalışmak gerekiyor. Başta bana tercüme ediyorlardı bölümleri. Şimdi kendi kendime okuyorum, anlamadığım yerlerde yardım alıyorum. Çok zaman alıyor ama...
Niye senin sevgilin yok? O adamdan sonra ciddi bir şey olmadı mı?
- Olmadı. Ama içimde bir his var, burada olacak.
Bir aday var mı?
- Yok, neredeee...
Olmasını ister misin?
- Hem de nasıl. Ne güzel olur, bu şehri gösterse, bu ülkeyi gösterse, birlikte keşfetsek...
Bu kadar tatlısın, güzelsin, akıllısın, seksisin, eminim olur...
- İnşallah.
Sen esmer erkek mi seviyorsun? Akdenizli, koyu saçlı filan. Sarı bir Hans sana göre değil mi?
- Benim tam bir tipim yok. Gözlerinin içinde ışık olsun yeter.
Vücudu güzel olsun mu?
- Yooo, hiç önemli değil. Elektrik önemli. Vücut hatları da bazen bir erkeği özel yapar. Birlikte olacağım erkeğin, top model gibi görünmesini niye isteyeyim?
Sibel Kekilli sence nasıl bir oyuncu?
- Sadece bir filmini seyredebildim, bence çok iyi bir oyuncu. Onun yadırganması da tuhaf buluyorum. Her insanın bir yolu var. Onun yolu da o. Yargılama hakkımız yok.
Fatih Akın?
- O da müthiş bir yönetmen...
Bir Türk kız, (Sıla Şahin) Playboy’a soyundu. Ve şu anda felaket yaşıyor. Sen ne diyorsun?
- Herkes hayatıyla ilgili kendi kararlarını kendi vermeli. Kimsenin kimseyi yargılama hakkı yok. Kim soyunmak istiyorsa soyunsun, bize ne?
Hangi lokantaları seviyorsun bu şehirde?
- Ben lokanta bilmiyorum ki burada.
Seni hiçbir yere götürmediler mi ya!
- Yok yok, çok iyi davranıyorlar bana ama hep çalışıyoruz, vakit olmuyor.