T24 Kültür Sanat
'Merdiven Altı Terapi' podcast'inin yaratıcısı Deniz Dülgeroğlu'nun konuşmalarının derlendiği kitabı, aynı isimle Literatür Hayat yayınlarından çıktı.
Dülgeroğlu, 'Merdiven Altı Terapi'yi şöyle tanımlıyor:
“Ne zaman söylediğim şeylerin birilerini rahatsız etmesinden endişelensem, aklıma o ressamın yüzü geliyor. ‘Rahatsız etmek benim görevim,’ diyorum kendime. Platon’un Sokrates’in Savunması’nda dediği gibi: ‘Ben Tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim ve bu devlet koca cüssesi nedeniyle yavaş hareket eden, canlanması gereken bir attır. Ben de Tanrı’nın bu devlete musallat ettiği bir at sineği gibi bütün gün her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum ve ikna ediyorum. Ve eğer Tanrı sizi düşünerek bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalanını uyuyarak geçirirsiniz.’
Sokrates gibi, o ressam gibi ve bu dünyaya musallat olan daha nicesi gibi ben de bu toplum için bir at sineği olmayı kendime görev edindim. Kıçınızın dibinden ayrılmadan vızıldayacağım, sizi rahatsız edeceğim ama sonuçta zihninizdeki bazı kalıplaşmış fikirlere çomak soktuğum için düşünmek zorunda kalacaksınız. Ve birileri –kendilerini bu zahmete soktuğum için bana müthiş bir öfke duysalar da– değişecek...”
'Merdiven Altı Terapi' kitabından tadımlık bölümBeni etkileyen tek medcezir, Levent Yüksel’in Med Cezir isimli çıkış albümüdür. Ben hâlâ, “Fırtınam, felaketim, hasretim, yetmiyor, sevişmeler yetmiyor” mısralarına, sağ kolumu havaya kaldırıp suratıma acı çekiyor gibi bir ifade yerleştirmeden eşlik edemiyorum. Ama bu şarkıyı çalan alaturka bir mekânda ne zaman “sevişmeler yetmiyor” diye bağırsam, şarkıya benimle birlikte inceden bir utanma hissi eşlik ediyor. Bu kelimeleri coşkuyla tekrarlamak, bence yan masadan izleyenlere 90’lar Türkçe popu sevdiğiniz mesajından başka mesajlar da veriyor. Bir kere, “Ben seks yaptım, yani bakire değilim,” diyorsunuz. Üzerine, “Hem bende bir libido var ki sorma. Yatağa bir girdim mi çıkamam, sevişmelere doyamam,” diye ekliyorsunuz. Bir kadının bu açıklamaları yapması, bu Orta Doğu ülkesinin en medeni ortamlarında bile “cesur” olarak nitelenir. Sanki seks sadece Lady Gaga, Kim Kardashian gibi kırmızı halıda transparan tuvalet giyen kadınlara has, ekstrem bir aktiviteymiş gibi bir hava var. Erkeklerin sekse dair konuşması, yaşadıklarını anlatması, bu konuda şaka yapması gayet sıradan ve olağan algılanıyor ama bir kadın, “Ben seks yapıyorum,” gibi sadece bir özne ve yüklemden oluşan aşırı basit bir ilkokul cümlesi kurarak tüm haberlere manşet olabiliyor. “Genç şarkıcı Zeynep Güneşlitepe’den cesur açıklama: Ben seks yapıyorum.” Al sana mis gibi bir haber. En az bir hafta tüm dedikodu sayfalarında döner. Peki, “seks yapıyorum” diyebilen, seksle ilişkilensakdirilmekten korkmayan bir kadının cesur olarak tanımlanması ne demek? Demek ki biz kadınlar aslında seksten korkuyor olmalıyız. Ki korkuyoruz. İlk sekste acıyacak mı diye korkuyoruz, bekâretimizi kaybedince ailemiz kızar mı, erkekler bizi istemez mi diye korkuyoruz. Seks yaptığımız bilinirse ucuz bulunur muyuz, libidomuz yüksekse azmış derler mi diye korkuyoruz. Orgazm olamadığımızı söylersek karşımızdakini incitir, egosunu zedeler miyiz diye korkuyoruz. Geçmişteki cinsel tecrübelerimizden bahsedersek, birlikte olduğumuz kişi –özellikle bir erkekse– bizden soğuyup uzaklaşır mı diye korkuyoruz. “Biz” diye hepimizi dahil ederek konuştum ama elbette sizi bilemem. Kendi adıma konuşayım, ben korkuyorum şahsen. Erkekler gibi öyle elim cinsel organımda, James Dean gibi yamuk bir sırıtışla gezinemiyorum etrafta. Seks benim için alevden yeni çıkmış cam bir küre gibi, onu nasıl taşıyacağımı bilemiyorum. İnsanlar beni elimde onunla görmesin diye elimden atayım desem düşüp paramparça oluyor. Ondan vazgeçmeyeyim, elimde tutayım desem, bu sefer de ellerim yanıyor, acı çekiyorum. Zevkten çok dert yani. Normalin bu olduğuna o kadar inanmışım ki sorgulamak aklıma bile gelmemiş. Oysa ne şanslıyım ki bu gezegene gardırop değil de canlı bir insan olarak gelmişim ve zevk almam için bana gardıropların hiç tatmadığı, insanın vücudunu zevkten titreten, seks diye bir haz kaynağı sunulmuş. Peki ben neden hâlâ bir günahmış gibi kaçıyorum, korkuyorum bu hazzın kaynağından? İşte bu sorunun cevabını bulmak için sekiz aylık bir aradan sonra yeniden terapiye başladım. Olaylar şöyle gelişti. Yıllarca süren terapimi bitirdiğimi açıkladıktan sonra geçen yaz, çok sevdiğim bir arkadaşım vasıtasıyla bir haber geldi. “Deniz,” dedi, “tanıdığım iki psikolog var, seni uzun zamandır severek dinliyorlar. Dediler ki, ‘Biz Deniz’in podcast’lerinin tamamını dinledik. Babasıyla ilgili sorunlarını masaya yatırdığı birçok bölüm var, babasıyla olan meselesini çözmüş gibi duruyor. Yalnız bir şey dikkatimizi çekti; annesini eleştirdiği, ona kızdığı tek bir bölüm bile yok. Acaba dedik, Deniz bu terapi süreci boyunca annesiyle olan sorunlarıyla yüzleşmekten kaçmış olabilir mi?’” Bunu duyduğum anda sanki dev bir anahtar bir yuvaya girdi ve yavaşça dönerek bir kilidi açtı. Freud der ki, “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa orada ilgilendiği bir şey mutlaka vardır.” Annemle ilgili konuşmaktan bu denli kaçtığıma göre aramızdaki ilişkide incelemeye değer bir şey olduğu kesindi. Terapi odasında geçen yıllarımda ondan ne kadar bahsettiğimi, daha doğrusu ne kadar bahsetmediğimi düşünmeye başladım. Konu ne zaman ona dair bir hayal kırıklığıma gelse, hemen, “Ama o da ne yapsın? Çok zordu onun işi,” gibi cümlelerle kendi kendimin sözünü kesmiş, dokunulmazlığı olan bir milletvekili muamelesi yapmıştım anneme. Sadece adı geçtiğinde bile hemen koltuğumda saygıyla dikleşmiş, ceketimin önünü iliklemiştim. Anneme dair bu düşüncelerin kafamda dönüp durduğu günlerden birinin gecesinde bir rüya gördüm. Daha doğrusu sık sık gördüğüm bir rüyayı, bu kez farklı bir şekilde gördüm. Okuduğum ortaokulda bize –hangi akla hizmetse– ikinci Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımı üzerine oldukça kapsamlı bir eğitim verildi. Milyonlarca Yahudinin katledildiği bu savaşı, okulda dışlanan 12 yaşında bir çocuk olarak çok içselleştirdim. Gaz odalarına yürütülen bir deri bir kemik kalmış insanlar, onların yakıldığı binalardan çıkan dumanlar, geriye kalan eşyalarından yapılan dağ gibi yığınlar, kazılan dev çukurlara belediye çöpü gibi atılmış bedenleri, hepsi hafızama kazındı. O sene, yine müfredat dahilinde, Anne Frank’ın Günlüğü isimli kitabı okumamız isteniyordu. Yaşama sevinci ve yazma isteği ile dolu, dünya güzeli sayılamayacak ama oldukça zeki Anne Frank isimli Yahudi bir kızın, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerden saklandıkları evde tuttuğu ve ne yazık ki evlerinin bulunması sonucunda kendisinin ölümüyle son bulan gerçek bir günlük. Her satırında Nazilerden saklanan benmişim gibi korku içinde titredim, öldüğünü öğrendiğimde ağlamaktan bitap düştüm. Hatta ilerleyen yıllarda, üniversitede okurken Amsterdam’a gittim ve yaşıtlarım kanal kenarlarındaki barlarda neşeyle bira içerken ben gidip Anne Frank’in saklandığı evi gezdim. Okuduğum romanlarda, izlediğim filmlerde karşıma çıkan kahramanların hiçbiriyle kendimi özdeşleştiremiyor ama Anne Frank’in hayatında kendimden bir şeyler bulmayı başarıyordum, çünkü dar bir alanın içinde saklanıp korku içinde beklemenin ne olduğunu çok iyi biliyordum. Ben ortaokuldayken, yani boşanmadan hemen sonra, babam o zamanlar 3 yaşında olan erkek kardeşimi arabasına bindirip Karabük’e kaçırmış, birkaç ay boyunca bize göstermemiş, annem özlemden perişan olmuş ve sonunda babamın kardeşimi bıraktığı anaokuluna polis desteğiyle baskın yapıp kardeşimi geri almıştı. Bu olaydan sonra annem, mahkemeye başvurarak babamın beni ve kardeşlerimi görmesini yasaklayan bir karar çıkarttırdı. Ama bir gün ben yatakhanedeyken, arkadaşlarım babamın geldiğini ve herkese sorarak beni aradığını söylediler. Annem daha önce tembihlemişti: “Kaçırılmak istemiyorsanız, babanızdan kaçın.” Kendimi tuvaletlere attım. Bir kabinin içine girip altı diz seviyesine kadar açık olan kapıdan ayaklarımın görünmemesi için klozetin üstüne tünedim ve korku içinde, kalbim çarparak bulunmayı beklemeye başladım. Önce babamın insanlara beni soran öfkeli sesini duydum uzaktan, eğer nerede olduğumu söylemezlerse kendisinin bulacağını söylüyordu. Konuşmalar bitince, geriye sadece 150 yıllık binanın mermer zeminine basan botlarının sesi kaldı. Tak. Tak. Tak. Sesler gitgide yaklaştı ve kabinin önünde durdu. “Orada olduğunu biliyorum,” dedi. Yeri kaplayan mermer zeminde, ayaklarının ve bacaklarının yansımasını görüyordum. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki nefesimin sesini duymaması için ağzımı ellerimle kapattım. Bir zamanlar baba dediğim bu adamın beni arabasına atıp o uzak şehre kaçırmasından, kardeşime yaptığı gibi beni telefondan uzak tutmasından, onun esiri olup korku içinde yaşamaktansa ölmeyi isterdim. Ayakkabıların yansıması yüksek tavanlı binanın duvarlarından yansıyan seslerle birlikte uzaklaştı. Kalbimin normale dönmesi uzun zaman aldı ama güvende olduğumdan emin olup dışarı çıkmam daha da uzun zaman aldı. Kabinin kilidini açıp dışarı çıktığımda hava çoktan kararmış, akşam olmuştu. Babamın gittiğini söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştılar ama ondan neden saklandığımı pek de anlamadılar. Çocuklar korktuklarında “baba” der, bense baba dendiğinde korktum hep... Ortada korkacak bir şey varsa saklanarak ondan kaçılabileceği fikri belki de zihnimin derinlerine o zaman yerleşti. Üniversitede okurken asistanların zorbalığından korkup okuldan kaçmak istediğim, ama annem okula gitmediğimi öğrenirse hayatı kendisine de bana da dar edeceğini bildiğim için, çareyi bir sene boyunca odamdaki gömme dolabın içinde saklanmakta bulmuştum. Sanırım bu Yahudi soykırımı ve dolap kavramları zamanla bilinç dışımda korkunun ve terörün temsili oldu benim için. Ne zaman stresli bir dönem yaşasam, bir dolabın içinde eli silahlı kocaman Nazi subaylarından saklandığım, korku içinde bulunup vurulmayı beklediğim bir kâbus görmeye başladım. Ve göre göre bu kâbusu ezberledim, hatta alıştım. Dişlerimi fırçalamak ya da Instagram’a bakmak gibi, hayat rutinimin doğal bir parçası oldu. Savaş çıkıyor, ben saklanacak bir yer ararken bir dolap buluyorum, içine girip saklanıyorum. Korku içinde titreyerek beklerken nihayet bir askerin ağır postallarının sesinin gittikçe yaklaştığını duyuyorum. Dolabın kapağı açılıyor ve asker beni vurmak için yüzüme bakarken kan ter içinde uyanıyorum. Hikâye hep aynı akışta ilerliyordu ama anne meselesi üzerine düşünmeye başladıktan sonra, bir gece rüyanın akışı ilk kez değişti. Başta her şey diğer gecelerin aynısıydı. Yahudiyim ve bir toplama kampındayım. Daire şeklinde, vadi gibi bir alanda esir alınmışız. Her biri en az 1.90 boyunda, devasa vücutlu Nazi subayları, ellerinde kocaman silahlarıyla kampın sınırlarını bekliyorlar. Kamp alanı açık havada olmasına rağmen öyle tıkış tıkış ki yürüyebilmek için diğer insanları yarmak gerekiyor. Saat altıdaki akşam yemeğine kadar hapishane avlusunda gezen mahkûmlar gibi ortalıkta dolanıyoruz. Yemeğimizi yedikten sonra saat sekiz buçuğa kadar saklanmamız için süre veriliyor. (Bu saatlerin yatakhane hayatıma ait olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yok. Ben yatılıyken akşam yemeğini altıda yerdik. Saat sekiz buçuğa kadar da yatakhaneye geri dönüp yoklama defterine imza atmamız gerekiyordu, yani özgürlüğümüz sekiz buçukta biterdi.) O saate kadar saklandın saklandın. Sekiz buçukta, eli tüfekli Nazi askerleri, deri postallarını yere güm güm diye basarak kampın içinde bıldırcın avına çıkar gibi zevk için insan vurmaya çıkıyorlar. İyi saklanamadığı için yerini buldukları herkesi, gördükleri anda tek kurşunla vurup öldürüyorlar. O yüzden, yemek bittikten sonra izdiham başlıyor. Kamptaki tüm esirler, oradan oraya deli gibi koşturarak saklanacak bir yer arıyor. Çok iyi saklanma alanlarının olduğu, bol ağaçlı ve mağaralı bir bölgede, sözde arkadaşlarım, birbirlerine yardımcı olarak topluca bir yerde saklanıyorlar. Ama elbette beni düşünüp yer ayıran olmamış. (Rüyanın bu kısmı da okuduğum okulda yatılı arkadaşlarım dışında gündüzlülerden neredeyse hiç kimseyle ilişkim olmaması ve okulda bir hayaletmişim gibi görmezden gelinmeye alışmış olmamla ilgili olmalı.) Ben de gidip onlardan uzakta bir yer aramaya başlıyorum kendime. Ve bilin bakalım ne buluyorum? Bir gömme dolap. Ormanın ortasında, bir ağaç gibi son derece doğal bir şekilde, oraya aitmiş gibi duran, upuzun bir gömme dolap var. Bir sene boyunca içinde saklandığım, odamdaki gömme dolabın tıpatıp aynısı. Tıpkı odamdaki o dolap gibi, alt kısmı kıyafet asmak için yapılmış ama tepesinde yüklük denen, eskilerin yorganları, battaniyeleri kaldırdığı küçük bir bölme daha var. Çocukken ağaçlara tırmanırken yaptığım gibi kollarımla asılıp tüm gücümle kendimi yukarı çekerek yüklüğe çıkıyorum. Bacaklarımı da karnıma çekerek içine sığışıp yüklüğün kapaklarını içerden çekip kapatıyorum ve beklemeye başlıyorum. Saatin sekiz buçuk olduğunu, kulağıma gelmeye başlayan erkek kahkahaları, yeri titreten asker postallarının sesleri ve tabii ki arada bir patlayan silahlardan anlıyorum. Bu demek oluyor ki av başlamış. Sürekli dua ediyorum içimden. Lütfen bu gece bulmasınlar beni, lütfen bu gece bulmasınlar beni. Ama korktuğum şey oluyor sonunda. Dolabın kapısı açılıyor ve tam karşımdaki Nazi askerinin yüzünü görüyorum. Bir Polonyalı. Boyu o kadar uzun ki yüzü benim güç bela tırmanarak girdiğim o tepedeki yüklüğün hizasına denk geliyor. Yeni bir av bulmanın verdiği keyifle sırıtarak gözlerimin içine bakıyor. Gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan, ezbere bir refleksle, tek elini önünde asılı duran kocaman silaha götürüyor. Vuracak beni. Birden, “Dur!” diyorum adama. “Bana sadece bir saniye ver, sana söylemem gereken bir şey var.” Yüzündeki tereddüdü görünce hiç susmadan devam ediyorum lafıma. “Lütfen bana izin ver, sana sadece bir kerecik oral seks yapayım. Söz veriyorum, çok memnun kalacaksın, çok zevk alacaksın. Eğer beğenmezsen, o zaman çek vur beni.” Elindeki kocaman silahla duruyor ve söylediklerimi düşünerek yüzüme bakıyor. Ölüm korkusundan titriyor olmama rağmen ben de onun gözlerinin içine bakıyorum, içimi görmesini ümit ederek. Silahını indiriyor. “Hadi,” diyor. İçinde saklandığım o gömme dolaptan hiç inmeden, vücudumun belden yukarısını dolaptan aşağı sarkıtarak adamın silahını elimle ittiriyorum, pantolonunu çözüyorum ve tabiri caizse “ölümüne” oral seks yapmaya başlıyorum. Her hareketimle öyle akıştayım, öyle kendimi veriyorum ki, içimde bu işin olacağına dair bir his uyanmaya başlıyor. Ve oluyor. Bittiğinde adam artık kendinden geçmiş hâlde. Fermuarını çekerken bana bambaşka bir gözle baktığını hissediyorum. Hiçbir şey demeden, sanki beni hiç bulmamış, hiç görmemiş gibi dolabın kapağını kapatıp gidiyor. Bu olaydan sonra her gece gelmeye başlıyor ve her geldiğinde (iki anlamda da düşünebilirsiniz bu gelmeyi) gitgide daha uzun, daha anlamlı bakmaya başlıyor bana. Derken, nihayet savaşın bittiği haberi geliyor ve kampların dağıtılacağını duyuruyorlar. Tüm yaşananlardan o kadar yorgunum ki tam anlamıyla sevinemiyorum bile. Aceleyle dolaptan inip kampın kapılarına doğru yürüyen o insan selinin içinde kamufle olarak kamptan çıkıyorum. Çıkınca Berlin’de olduğumuzu anlıyorum. Bir Türk’ün açtığı bir pastanede işe giriyorum ve dükkâna gelen bir müşteriden, annemin Türkiye’de olduğunu öğreniyorum. Artık tek hedefim pastanede para biriktirerek bilet alıp Türkiye’ye, annemin yanına gitmek. Bunu düşündüğüm bir molamda, dükkânın önünde durmuş insanları izlerken, kalabalığın içinde o Polonyalı askeri görüyorum. Etrafa bakınarak birini arıyor, yani beni. Bulduğu gibi tutacak, kampa geri götürecek, onun şahsi esiri olacağım, bir gün çekip beni vurana dek. Korku içinde dükkâna girip arka kapıdan kaçıyorum. Polonyalı asker beni bulamasın diye annemin yanına dönmeye çalışıyorum ama bu arada –rüyadaki hissim– annem bana ulaşmaya hiç zahmet etmiyor bile. Böyle kaça kaça annemi ararken bu rüyadan uyandım. İçimde o kadar yoğun hisler vardı ki ve altlarında yatan derin anlamları o kadar iliklerimde hissettim ki o sabah, “Tamam,” dedim. “Cinsellikle ve annemle ilgili ayrı iki mesele gibi görünen, ama muhtemelen birbiriyle bağlantılı olduğu için sonunda sayısı teke inecek olan bir meselem var benim. Arabam, evim olmasa da olur ama bu meseleyi çözmeden devam edemem hayatıma.” Böylece, bu konudaki uzmanlığından emin olduğum biriyle terapiye geri döndüm. Yeni odamızdaki yeni yolculuğuma bu rüyamı inceleyerek başladım ve üç tane çok önemli sonuca ulaştım. Bir numaralı sonuç: Ben haz almaktan ve haz vermekten suçluluk duyuyorum. Hani sevdiğin biri açken yemek yediğinde, “boğazımdan geçmedi,” dersin ya, işte tıpkı onun gibi. Benim gözümde annem hazdan uzak, üzüntü ve hüzün içinde bir yaşam sürdüğü için hazzın hangi türünü yaşarsam yaşayayım benim boğazımdan geçmiyor (her anlamda, lol). O yüzden rüyamda, benim için hazzın ve eğlencenin şehri olan Berlin’den acıların diyarı Türkiye’ye dönüp annemi bulmaya çalışıyorum. Birlikte acı çekerek ona mutsuzluğunda yalnız olmadığını göstermek istiyorum. İki numaralı sonuç: Vurulmaktan ödüm kopuyor. Bu rüyadaki eli silahlı erkeklerin beni çekip vurmasından duyduğum korku, aslında muhtemelen âşık olup birine vurulmaktan duyduğum korku. Âşık olduğumda çok üzüleceğime, aşktan öleceğime dair çok kuvvetli bir inancım var. O yüzden Polonyalı asker canıma kıymasın diye ona oral seks yapıyorum. Oral seksin bu rüyadaki anlamı ise muhtemelen ikinci kelimedeki “seks”te değil, birinci kelimedeki “oral” kavramında yatıyor. Oral, bildiğiniz üzere “ağız yoluyla olan, ağızla ilgili” demek. Dolayısıyla “konuşma” anlamına da geliyor. Ben hayatım boyunca kendimi konuşarak ifade eden biri oldum, konuştukça anlaşıldım ve –bence– anlaşıldıkça da sevildim. Beni vurmasından, yani beni kendine âşık ederek öldürmesinden korktuğum erkekle oral iletişim kuruyorum. Her gece konuşarak beni tanımasını sağlıyorum. Gitgide bana daha anlamlı bakıyor, beni tanıdıkça bana bağlanmaya başlıyor. İşte ben de tam o noktada, tıpkı rüyamdaki gibi ondan kaçmaya başlıyorum. Çünkü biri beni gerçek anlamda sevdiğinde, rüyamdaki gibi esir edeceğine ve özgürlüğüme mâni olacağına inanıyorum. Ve sırada sonuncu ama içlerinde belki de en önemlisi olan üç numaralı sonuç: İyi sakso hayat kurtarır. Biliyorum ki bu şakadan bile gerildi bu satırları okuyan birçok insan. Oysa Netflix’te erkek bir stand up komedyeni bu şakayı yapsa çok kolay olurdu aynı şakaya gülmek. Biraz düşünecek olursanız, bu çok üzücü bir durum aslında. O yüzden dilerim ki yavaş yavaş hazzın erkek olsun kadın olsun, her insan için en temel yaşam motivasyonlarından biri olduğunu anlar, utancımızdan sıyrılırız. Dilerim ki aramızdan çocuk yapanlarımız cinselliğin korkulacak değil, heyecanla yaklaşılacak bir güzellik olduğunu öğretir çocuklarına. Ve dilerim ki hepimiz aşkın sonunda ölüm değil, yaşamın tam kendisi olduğunu anlarız, en başta ben olmak üzere. Ben artık cinsellik ve anne meselesini çözerek hayatımda yepyeni bir sayfa açmanın hayaliyle yaşıyorum. Doğum günüm olan 8 Haziran’a üç gün kala kendim için, vurulmaktan korkmadığım, ayaklarıma dolanan suçluluk duygusundan kurtulup hazza koştuğum, sevmenin ve sevilmenin heyecanına kucak açtığım bir yeni yaş diliyorum. Bu dileğimi avcumun içine koyuyorum, üflüyorum ve Polonya üzerinden aktarmalı bir yolculukla evrenin kalbine gönderiyorum.
|
Deniz Dülgeroğlu kimdir?
Deniz Dülgeroğlu, 1986’da Karabük’te doğdu. 10 yaşında Robert Kolej’i kazanınca İstanbul’a gelip ortaokul ve liseyi yatılı okudu. Yazar ya da tiyatrocu olmak istiyordu ancak annesi bu mesleklerle aç kalacağını söyleyince Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni birincilikle kazanarak okudu ve her anından nefret etti. Okula gitmemek için altı ay boyunca odasındaki gömme dolabın içinde saklanarak yaşadı. Fakülteyi bitirdiğinde belasını ararcasına çene cerrahisi alanında doktora yapmaya başlasa da 26 yaşında nihayet canına tak etti ve ani bir kararla bırakıp reklam yazarı oldu. Ülke ve dünya çapında 100’ün üzerinde ödül kazandı. 2018 yılında Cannes Lions tarafından yaratıcı sektörde dünyada ümit veren 20 kadından biri olarak See It Be It programına seçildi. 2020 yılında reklamcılığı da bırakarak Merdiven Altı Terapi isimli bir podcast serisi yarattı ve kendi hikâyelerini insanlara anlatmaya başladı. Aynı isimli kitabı Merdiven Altı Terapi 2024 yılında ilk defa Literatür Hayat tarafından yayımlandı. Orta Doğu’ya inat yaşamaya devam ediyor.