Geçen hafta Ahmet Güneştekin, yoğun bir emek içeren devasa sergisi “Kayıp Alfabe”nin Feshane’deki açılışı için içten bir davet gönderince, bir çağrışımla basın tarihini sanat sayfalarının gelişimi üzerine şekillendirmeyi düşündüm.
Gazetelere sanat sayfaları ne zaman eklendi, nasıl gelişti ve bugün ne durumda?
Ancak bir yandan da güncelde “dijital platformlar” arasında büyüyerek devam eden, tam da netleşmeyen garip gelişmeler söz konusuydu.
Merak ettim.
* * *
Konumu itibariyle sektörü çok yakından izleyen Ömer Altan’a müracaat ettim. “Dijital platformlar” nedeniyle ortaya çıkan gelişmeleri sordum.
Çıkmazları ve çözümleri içeren bir metin rica ettim.
* * *
“Tekelleşen sanattan çıkış yoları” başlıklı geniş perspektifli yazısı, olup biteni neden tam anlayamadığımızı açıklayarak başlıyordu:
“Aynı anda çok şey oluyor, günümüz gerçekliğinin belirleyici özelliklerinden biri de bu; gelişmeler yıldırımlar gibi sağdan soldan çakadururken gökyüzünün tamamını algılayacak şekilde gözlerimizi sabitleme şansı sunulmuyor. Gerçek ile propagandanın karıştığı medya makinesinin insafına kalmış biçimde ekranlardan bir sonraki veri kırıntısını izliyoruz ve neler olduğunu an an güncellerken neler olup bittiğini bir türlü anlayamıyoruz.”
* * *
Anlayamadığımız bu ortama karşı felsefi içerikli bir “protesto manifestosu” hemen arkasından geliyordu:
“ ‘Yenile’ tuşundan dökülen kırıntıları anlamlandıracak arka plan eksik; bağlamsız bir akışla karşı karşıyayız: Nietzsche’nin sözüne atıfta bağlamsız akışa baktıkça bağlamsız akış da bize bakıyor ve hatta bağlamsız akış ile böylesine içli dışlı olunca hayatımız da bağlamsız bir akışa dönüşüveriyor.
Modernizmin ve teknolojinin nimetleri sonucunda ulaşılan hakikat sonrası dünyanın laneti de bu işte:
Aşırı kontrollü ortamlarda saf belirsizlik hissiyle var olmak. Bu hissî keşmekeşin içinde yaşamı aşinalaştıran tılsımlarımız olmazsa tamamıyla savrulur gideriz. Mekanik döngülere hapsolmanın kanımızı bulandıran zehrini dengelemek için düzenleyici mekanizmalara ihtiyacımız var. Yalnızlık epidemisi yayılırken geçmişin komünal ritüellerine de sarılamayız elbette. O antik yönergeleri geride bırakınca ortaklaşa paylaşabileceğimiz etkinliklerin nasıl da azaldığını gözlemliyoruz. Buna karşın, yeni çağa özgü yeni ritüel formları beliriyor mu?
Akla gelen en güçlüsü ışıklar kapandığında sinema salonunda birlikte rüya görmekti fakat pandemi onu da yok oluşa doğru itmedi mi?
İnsanın insanla değil ekranla etkileştiği günlerden yapay zekayla arkadaşlık kurduğu geleceğe doğru hızla ilerleyen otomatik bir köprüdeyiz. Kaybettiklerimiz üzerine akıl yürütecek kadar zaman yok, koşu bandının hızı arttıkça sadece ayakta kalabilmek için performansı yükseltiyoruz. Konuşacak bir şey yok, güzelliği görecek gözlerimiz ödünç alındı ve kripto para hareketlerini izleyerek zenginleşmeye çabalıyoruz.
Distopyaların epik müzikleriyle gelmeyen büyük göçler ve doğal felaketler arasında günlük görevleri yerine getirmeye koşturuyoruz. Duramıyoruz. Durmak yasaklanmış, tempo düşemez. Sessizlik en büyük hakaret. Devam etmeliyiz.
Ama nereye? Soru sorma, sadece koş.
Sonuçta üstümüze üstümüze kapanan algoritmik yapılanmanın karşısında iki temel savunma aracımız var, evet, sanat ile felsefe; fakat ikisi de ele geçirilmekte.
Felsefenin biyoloji ile teknoloji tarafından dönüştürülmeye çalışıldığı bir dönemdeyiz yani felsefenin biyoloji ya da teknoloji üzerine düşündüğü bir düzlemden felsefenin bu iki kuvvetin altında gölgeleştiği bir kandırmacaya doğru kanat açıyoruz.
Bu konular öylesine dolambaçlı ki kimsenin nüansları biyopsiye yatıracak imkânları yok. Öyleyken de felsefenin kabuğu kırılarak içine yerleştirilen küflü topraktan ucubeliklerin boy attığını geç olmadan fark edemiyoruz. Biyolojik silahlar gibi laboratuvar karanlığında tasarlanan düşünsel fenalıklar felsefe tarihinin son ürünüymüşcesine kafamıza kafamıza yağdırılırken insanı ezen düzeneklere besin taşıyorlar.
Unutuyoruz ve unutturuluyoruz: Dünya yaşam ve canlılık için. Unutuyoruz ve unutturuluyoruz: Biz dipnot değiliz, kitabın en belki de en önemli bölümüyüz. Ne hatırlatacak bize bunları? İnsana kendisini ne anımsatacak? Felsefeyi kenara bırakınca bunu en hızlı şekilde yapabilecek kanal sanat elbette.”
* * *
Ve sanat?
Ve sinema?
Ve genç sinemacılar?
Ve kısa metrajlı film dünyası ?
“Sanat algılardan sızarak düşünceyi değiştirme gücüne sahip olduğu ölçüde gündelik deneyimde frekans ayarı yapabilecek kudreti de haiz.
Sanat dünyanın içinde dolaşan ‘uzaylı’ bir kuvvet. Kapıları tıkırdatarak dolanıyor, gözlerimize tarifsiz renkler çalıyor, kulaklarımıza hayalet sesler dokuyor. İyi de bu ideal etkileri yakalaması için neye ihtiyacı var? Esir edilmemeye değil mi? Çoşkulu bir çırpınışla ifade edilebilmeye.
Tüm sistemlerin vidalarını vızır vızır silkeleyen sarsıntılarla silkinebilmeye. Akla vurulan tabu kilitlerini rodeodaymışcasına zorlayan duyumsama zenginliğine. Zincirlerinden boşanırcasına yağan duygusal salvoların merkezi kabuller önemsenmeden güdümlenebilmesine.
Elbette böylesi bir sanat totaliterleşen yönetimlerde mümkün olamaz ve hepimiz farkındayız ki dünya totaliterleşiyor.
Liberal demokratik birimler dağılırken sadece yöneticiler değil ilginç şekilde yönetilenler de daha kısıtlayıcı rejimler talep ediyor. Etrafımıza örülen muğlaklık ağında boğulmamak için seçeneklerin azaltılmasını arz ediyoruz.
Okyanusa ulaşmayı çoktan bıraktık, gölümüzde çimmeye bile korkar hale geldik, bize daha az seçim alanı bırakanı, mesela şişme havuzları tercih ediyoruz. Tercih ettiğimizi düşünüyoruz çünkü Lacan’ın Büyük Öteki”sinin güncel yansıması internet öyle söylüyor. En büyük dostumuz, yaverimiz, sırdaşımız, mentörümüz ve eğlencemiz bize bunun doğru olduğuna dair bir sezgi aşılıyor.
Sonuçta internet o kadar da yanlış olamaz değil mi? Yani gelmiş geçmiş bilgi kaynaklarını biz, basit insanlar mı inceleyip kendi özgür iradesiyle birleştirecek, saçmalamayın, buna ne enerjimiz yeter ne entelektüel kapasitemiz ne de zamanımız. Özgür irade meselesini bilgisayara devrettik, o halleder…
İşin ironisi bir yana aradığımız sanattan bahsedersek esas mesele şurada: Sanat dediğimizde hâlâ böyle yeri yerinden oynatacak içeriklerden mi bahsediyoruz? Cevap belli, hayır kere hayır.”
* * *
“Sanat artık eğlencenin alt kümesinde. Sanat üretim zincirindeki artık zamanı doldurmak için sentezlenmiş sentetik uyuşturucu klasmanında. Sanat insanca olan için çalışmıyor artık, insanca olana karşı çalışıyor. Bugün sanat yaraları sarmıyor, çoğu zaman yaraları göstermiyor dahi; sanat oyalıyor sadece, hapishanede gün sayıyormuşcasına zorlayıcı hale getirilmiş gerçekliğimizde gece karanlığına karışmamızı yumuşatan TV sesini sağlıyor.
Sanata bakma sebebimiz hayatı daha iyi görmek değil artık, sanata hayata hiç görmeyelim diye bakıyoruz. Mümkünse hiçbir yüzleşmeye dahil edilmemek istiyoruz. Yaşamı ölüm kadar hareketsiz kılmayı arzuluyoruz. Yan gözle baktığımız eğlenceliklerimiz dönsün dursun yeter; ömür dediğin nedir ki; özensizce harcayabiliriz…”
* * *
“Gündemdeki liyakatsızlıkları ve sanat sistemindeki bozuklukları zaten okuyorsunuz. Detaylarını mağdurlardan dinliyorsunuz. Konuya ölçek düşürünce sanat felsefesinden bataklığa iniveriyoruz.
Afyon nitelikli dizi, film yapıp büyük para vurmak için her türlü kötülüğün mübahlaştığı bir tablo duruyor karşımızda fakat temiz bir taraf da yok gibi; planlar üzerine planlarla güç devirleri hedeflenirken sanat bu işlerin bahanesi.
Biz güzelliği arayanlarız değil mi, sanatın sanatsal hasletleri peşinde dolananlarız. Öyleyse bu tiksinç tartışmalar bizi pas geçmeli değil mi? Ama işte öyle olmuyor.
Felsefî akıl yürütmeleri bırakalım, yıllardır ‘sektörde’ alternatif projeler gerçekleştirmeye çalışan bir karakter olarak benim tecrübe ettiğim bozuklukları belgelemek dahi bu yazının gerektirdiğinin misliyle sağlam sinir gerektirir.
Dört koldan kirlettikleri sanatsal ifade alanında boğulmamanın bedeli üretememek, proje dosyaları arasında delirircesine günleri günlere eklemek, vasattan başarı öyküleri dinlerken bir işsiz değil de sanatçı olduğuna dair hezeyanlar vızıldamak. Yaşam amacının bloke edildiği cenderede akacak kanal bulamayıp kendi kendine kinlenmek; sanata gerçekten inanan insanların bugünün Türkiye’sindeki kaderi bu.”
* * *
“2019 yılında bir uzun metraj beş kısa metraj film senaryomu Sinematografik kitabımda topladıktan sonra senaryo atölyeleri düzenlemeye başladığımı bilenler bilir. Aynı dönemde art arda dizi ve film projeleri geliştirirkenki heyecanımı da şahitleri hatırlar. Evet o zamanlar sistemde marjinal seslere ihtiyaç olduğuna dair gülünesi bir idealizme sahiptim. Tabii, tabii, komik, biliyorum.
Yine de, bu derece tekdüzeleşmeyle dahi tatmin olmayan sektörel aktörlerin tam tekel olabilmek adına yaptıkları suça varan müdahaleleri öngörmek su katılmamış nihilistler için bile zordu bence.
Neyse ne, kendi senaryolarımı hayata geçiremeyeceğimi fark etmem, kısa film yapımcılığına yönelmem, son beş yılımı memleketin güncel sinema üretim ağlarında istenmeyen misafir olarak geçirmem… derken gereğinden fazlasını gördüm: Yetenek, istisnasız biçimde çaresizliğe mahkum ediliyordu.”
* * *
“Kısa filmini potansiyeline ulaştıracak iş modelleri geliştiremeyen genç sinemacılar ana akımdaki sömürü düzeninde kişiliksizleşmek zorunda kalıyorlardı. Yukarıya götüren merdiven inşa edilemiyordu, imkânsızı başarsanız da kısa filminizle sürüden ayrılamıyordunuz, şanslıysanız daha popüler bir sürüye dahil ediliyordunuz. Bu anlamda sanata yüklediğiniz anlamlarla başladığınız yolculuğunuzda ideallerinizin içi boşalıyor ve “anlam üretmek” derken anlamsızlığa düşen oluyordunuz.”
* * *
Peki, çözüm ne?
Gördüm ki Ömer Altan “iş modellerinin” eksikliğine vurgu yapıyor.
Çözüm için “birleştirici, canlandırıcı iş modellerinin” şart olduğunda ısrar ediyor:
“Bu tuzaktan çıkmak için ne gerekiyordu?
Sistemin kıyısında kalan potansiyellerle kâr amaçlı sponsorların birleştiği canlandırıcı iş modelleri.
Bunu anlamıştım ve projeleri, sanatı, felsefeyi bırakıp sanatsal ifadeyi prangalayan sisteme alternatif sağlayabilecek bir iş modeli üzerine kafa yorar oldum.
Nasıl fikirler mi geliştirdim? Başka bir gün onu da anlatırım.”
* * *
Anlatımını da bir ironiyle bitiriyordu:
“Yorulmuşsunuzdur, ben de yoruldum, biraz soluklanalım; yeni dizilerde neler var?
Bir bakalım, bizi bize gösterecek çılgın bir şeyler vardır kesinlikle. Bunca sesin olduğu ülkede hep aynı yemeği yemeye mahkûm edilmiş olamayız ya…”
***
“Bu tuzaktan çıkmak için” söz ettiği “iş modellerini” daha çok merak etmeme rağmen bunu öğrenmeyi bir başka zamana bıraktım.
Basın Tarihi tarikiyle on sekiz yıl önceki medyaya yansıyan “sanat” kurumuna bakalım derken, Ömer Altan gözünden ve tecrübesinden günümüz Türkiye’sine yapılmış derin bir analiz gördük… Bu da iyi oldu çünkü bize yeni bir bakış açısı getirdi.