Mehmet Altan*
Yüz yıl önce, Saraybosna’nın ortasından geçen Miljacka Nehri’ne bakan sokağın köşesinde patlayan silah, Osmanlı, Alman, Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorluğunu delip geçmekle kalmadı, adeta koca bir yüz yılın da kaderini şekillendirdi.
Dört yıl hapis yatıp, ardından veremden ölen Bosnalı Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ı öldürürken, 20’nci yüzyılın geri kalan kısmını da derinden oluşturan bir fay hattını tetiklediğinin tabii ki farkında değildi.
Ölümcül paylaşım kavgalarının kışkırttığı dünya savaşları, ölen milyonlarca insan, dağılan imparatorlukların paltosundan çıkan ulus-devletler, Bolşevizm ile Nazizm arasında kolon vuran bir asır, Soğuk Savaş ve belki de bu kötücül tabloya bir rövanş olarak AB’nin ulus-üstü örgütlenmesinin doğuşu…
Veliaht Franz Ferdinand’ın vurulduğu “20’nci yüzyılı başlatan sokağın köşesi”, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihin yüzüncü yılında akın akın turist ağırlıyor ama dünya hala yerli yerine oturmuş değil, hele Ortadoğu hiç değil.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Saraybosna’da patlayan tabancanın başlattığı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmalar, 1916 tarihinde Fransa, İngiltere ve Rusya’nın onayını alarak resmiyete dönüştü.
Egemen devletler, bölge halklarını yok sayarak bugünkü Ortadoğu’nun sınırlarını belirledi.
Bugün ise o sınırlar sarsılıyor, bölge dinamikleri sokaklara inerek yeni bir düzeni zorluyor.
Sanayi sonrası dünya, kendi geleceğinin karmaşasında yol alırken, geçen çağı ıskalayan Osmanlı bakiyesi Türkiye de bugünlerde kendini dermansız bırakan, çıkışı olmayan bir mecrada zaman tüketiyor.
Ne çağı, ne küreselleşmeyi, ne de bölgeyi anlıyor.
xxxxxxxxxxxxxxx
Anlayamadığı hem icraatlarından ve hem de uğraştıklarından fazlasıyla belli oluyor.
Süfli işlerin gündeminde herkes süflileşiyor.
Ortada dolanıp duran “böcek davası”, bunun traji-komik bir örneği… Nasıl bir zihniyetle yönetildiğimizin de göstergesi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evinde ve resmi konutundaki çalışma ofisinde bulunan dinleme cihazlarıyla ilgili olarak “siyasal ve askeri casusluk” suçlamasıyla sürdürülen soruşturma kapsamında, 17 Haziran’da operasyon düzenlenmiş ve 11 polis gözaltına alınmıştı.
Savcı Durak Çetin, polisler Ali Özdoğan, Sedat Zavar, Ahmet Türer, Enes Çiğci ve İlker Usta’yı tutuklama istemiyle mahkemeye sevk etmişti ancak polisler Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesince serbest bırakılmıştı.
Başbakan ise böcek soruşturmasında polisleri serbest bırakılmasına, alenen yargıyı etkileme suçu işleyerek bağıra çağıra itiraz etmiş, başbakanın alenen suç işlemesine karşı harekete geçmesi gereken savcılık, tam tersini yaparak başbakanın kendini mahkeme yerine koymasını doğal karşılayıp polislerin serbest kalmasına itiraz etmişti.
Savcı Durak Çetin’in itirazı üzerine ise Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, şüpheli polisler hakkında tutuklama kararı vermişti.
Polislerin avukatları üst mahkeme olan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde karara itiraz etti. Başvuruyu görüşen mahkeme, tutuklama kararını kaldırdı.
Haberin detayları siyasal iktidarın hukuk zihniyeti açısından ibretlikti.
Tutuklamayı kaldıran mahkeme, kararında, tutuklamaya gerekçe gösterilen faturanın ne zaman kesildiğinin belirlenmediğini, gizli tanık açıklamalarının net olmadığını, böcek bulunmasına ilişkin aramanın usule uygun yapılmadığını ve dosyada bulunan TOBB Üniversitesi Makine Mühendisliği’nin raporunu veren kişinin uzman olmadığını belirtmekteydi…
Kararda, dinleme cihazının görüntü kayıtlarının Başbakanlık Başdanışmanı’nın cep telefonuyla tespit edildiği de vurgulanıyordu.
Olayla ilgili haberde, mahkemenin kararına yansıttığı ama buraya almadığım daha birçok çarpıcı tutarsızlık, zorlama, kuralsızlık sıralanmıştı.
Adeta zorlayarak suçlu yaratma gayretinin ürkütücü bir örneği gibiydi…
xxxxxxxxxxxxxxxx
Ne var ki bizzat hukukun böcekleştirilmesi gayreti sadece “böcek davası” ile sınırlı kalmadı.
105 maddeden oluşan yeni yargı paketi, “hukuk devletini” tamamıyla rahmetlik etti.
Cumhurbaşkanı Gül de yargıyı hükümetin emrine veren paketi, tek kelimesine dokunmadan onayladı.
Böylece AKP artık tam anlamıyla kendi özel yargısını kuruyor.
Şimdi Yargıtay, idari yargı ve tüm adliyelerdeki sistem sil baştan düzenlenecek, soruşturmaya müdahale suç olmaktan çıkacak...
Hükümet, 10 gün içinde Yargıtay’ı yeniden dizayn ederek tüm önemli siyasi davaların adresini ve bunlara bakacak daire başkan ve üyelerini değiştirilebileceği gibi üç ay içinde de idari yargı alanını dümdüz edecek yeni örgütlenmeyi hayata geçirecek.
İvedi yargılama sistemiyle de “rant-yolsuzluk” iddialarının kaynağı olan büyük parasal işlemlerin önündeki yargı engelini sıfırlayacak.
Gözaltı-tutuklama vb. tedbirlerde tek yetkili özel hâkim ataması yapılacak.
Kısacası yasama, yürütme ve yargıdan oluşan modern devlet örgütlenmesi bu yasayla birlikte Türkiye’de öldü.
Onun yerine başbakanın arzu ve keyfine uygun, AKP iktidarına bağlı yeni bir garabet doğdu.
xxxxxxxxxxxxx
AKP’nin hazin yuvarlanışı ivme kazanarak devam ediyor.
Başlangıçta AKP, AB’nin “uyum yasaları” çerçevesinde önemli devrimler yaparken, şimdi kendini inkâr etme konusunda fütursuz bir maratonda kendi sonuna koşuyor.
Öyle ki dün yolsuzluk ve rüşvet havuzunun bataklığında var olmaya çalışan bir gazete hukukun katledildiği son yasayı şöyle haberleştirmişti:
“Cumhurbaşkanı Gül, yeni yargı paketini onayladı.
Paralel yapının etkin olduğu sulh ceza mahkemeleri kapatıldı.
Düzenlemeyle paralel yapının Yargıtay’daki etkisi de kırılacak”
Evrensel hukuka ve AB’ye endeksli değil, paralele endeksli bir düzenleme anlayışı.
Peki, siyasal iktidara göre “Paralel” ne?
Hırsızlık, yolsuzluk ve rüşveti yakalayanlar.
Türkiye hiç böylesini görmemişti.
Bölge yeniden şekillenme depreminde zıngırdarken, Ankara, siyaset hırsızlarının yakalanamayacağı bir “yeni Türkiye” kuruyor.
Doğrusu bunu yapmak için siyasete ihtiyaç yoktu, bu kadarını Kırk Haramiler de yapardı.