Yaşam

'Mehmet Ali bana dünya dört köşe dese, inanabilirim'

Gazeteci Mehmet Ali Birand'ın eşi Cemre Birand, 43 yıllık evlilikleri Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a anlattı.

28 Ağustos 2011 03:00

T24 - Gazeteci Mehmet Ali Birand'ın eşi Cemre Birand, 43 yıllık evlilikleri Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a anlattı. Cemre Birand, Mehmet Ali Birand'a hayran olduğunu söyleyerek, "Mehmet Ali bana dünya dört köşe dese, inanabilirim" dedi.


Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman'ın "Mehmet Ali bana dünya dört köşe dese, inanabilirim" başlığıyla yayımlanan (28 Ağustos 2011) yazısı şöyle:



Mehmet Ali bana dünya dört köşe dese, inanabilirim


Türkübü’nde bir ev. Tepelerde. Koya bakıyor. Güzel bir ev. Gösterişsiz, zevkli. Mis gibi bir rüzgar esiyor. Begonvil, begonvil, begonvil... Aşağıda beyaz bir tekne duruyor, bu yaz hep o tekneyle gezmişler. Umur Birand, “Ne içersin?” diye soruyor, buz gibi bir cin tonik getiriyor.


Minik oğlu Umberto Ali’den söz ediyor, karısı Caterina geliyor onunla sohbet ediyoruz. Ve işte Cemre Birand. Kırmızı elbisesiyle karşımızda. Kendisini iyi ifade eden, çok açık sözlü, kıvırması, yalanı-dolanı olmayan, net bir kadın. Ve komik. Ve dobra. Ve tatlı. Ve kocasına ölesiye bağlı bir kadın. Kocası Mehmet Ali Birand’ı hepimiz tanıyorduk, sıra Cemre Birand’da. Ona hem 43 yıllık evliliklerinin sırrını, hem de Mehmet Ali Birand’ın hastalığını sordum...



- Mehmet Ali Birand’ı ilk nerede gördünüz?

- 33 diye bir kulüp vardı Harbiye’de, ailecek gitmiştik. Ercüment Karacan, Abdi İpekçi... O yıllarda öyle gezilirdi. Orada gördüm. Ama gözüm, Mehmet Ali’de değil, gruptaki diğer adamlardaydı...


- Nasıl yani?

- E onlar daha yakışıklıydı! Faruk Süren vardı mesela, Semih Sohtorik, Memiş Ebüziya...


- Siz hep böyle misiniz? Lafınızı hiç sakınmaz mısınız, dan dan söyler misiniz?

- Tabii. Mehmet Ali diyor ki, “Ben hatırlıyorum, sen dönüp dönüp bana bakıyordun!” O öyle zannediyordu.


- Kaç yaşındaydınız?

- 20. Fransa’da Siyasal Bilgiler okuyordum. Türkiye’ye yazları geliyordum.


- Sonra?

- Bitirdikten sonra, Milliyet’te çalışmaya başladım. Beni dış haberlere Sami Kohen’in yanına verdiler. Sami Kohen, Mehmet Ali’nin patronuydu. O odada Altan Erbulak, Halit Kıvanç, Sami Kohen ve Mehmet Ali vardı. Beni de Mehmet Ali’yle yanyana oturttular. Derken akşamları beraber döner olduk, benim arabam vardı, onun yoktu. Ben onu Kadıköy vapuruna bırakıyordum, sonra çay içmeye başladık. Sonra yemeğe çıkmaya başladık. Üç sene filan flört ettik.


- Nesinden etkilendiniz?

- Bu Galatasaraylı erkeklerin bir janrı vardır tabii. Değişik geldi. Ben kolej muhitinden gelmiştim, Arnavuktöy Kız Koleji, Robert Kolej... Galatasaraylılar farklı. Filozofiden anlarlar, Sartre’dan konuşular. Mehmet Ali de çok tatlı dilliydi. Bir de tabii bana yüz vermedi. Belki de esas sebep bu!


- Bu da iyiymiş!

- Evet, yemeğe çıkardık mesela, saat 12’ye doğru, “Ben gidiyorum” der, beni birilerine bırakır kaybolurdu. Disiplinlidir Mehmet Ali, kafasına koymuş, 12 vapuruna yetişecek. Yetişirdi. “Bir yarım saat daha kal” derdim, kalmazdı.


- Ne zaman “Ben bu adamla evlenirim” dediniz?

- Hiçbir zaman demedim. Öyle oluverdi. Üç sene sonra evlenme teklif etti. Ben de kabul ettim. Ama altı ay bir daha lafını etmedi. Annem de, “Kızım duydukların doğru muydu?” deyip durdu. “Valla duydum” diyorum ama Mehmet Ali’den tık yok.


- Peki niye demiyorsunuz, “Ya sen bana evlenme ettin şimdi ne oluyor” diye?

- Der miyim canım, gururluyum. O çalışıyor, ben çalışıyorum, işe gidip geliyoruz, bu konu hiç açılmıyor. Meğer o sırada Belçika’da yaşamak için yollar araştırırmış. Sonra bir gün Ogan Soysal diye bir arkadaşıyla geldi. “Seni bu akşam annenden isteyeceğiz” dedi. Gece 02.00’ye kadar bu konudan hiç söz etmedi. Tam eve varmak üzereyken söyledi. Annem de bana döndü, “Kızım ne diyorsun?” dedi. Hiç unutmuyorum, “Ben karışmam” dedim, “Kararı sen ver. Bu mesuliyeti almam!”


7 valiz, bir sandıkla ver elini Brüksel

- Niye annenize atıyorsunuz topu?

- Çünkü ben korkak bir insanım. Birincisi bu. Bir de galiba Mehmet Ali’nin biraz burnu sürtülsün istedim. Annem sinirlendi, “Cemre, delirdin mi!” Ama sonra, “Verdim gitti” dedi. Mehmet Ali de, “Tamam o zaman eylülde evleniyoruz” dedi, tık tık tık her şeyi halletti. Ver elini Brüksel. Sonraki 20 yıl Brüksel’de yaşadık.


- Gazeteciler, patron kızlarından korkar. Siz de netice de patron kızıydınız...

- Mehmet Ali, bir gün olsun korkmadı. Bence benim boşluklarımı gördüm. Evet kültürlüydüm, hep çok okudum ama onun kadar kendime güvenli biri olamadım. O, üniversite bitirmediği halde çok emindir kendinden.


- Fiziksel kusuru peki? Ondan da mı hiçbir zaman rahatsız olmadı?

- Olmadı valla. Tabii bunlar insanı etkiliyor. Hayranlık duydum onun bu haline. Bir de beni koruyacak, bana sahip çıkacak diye düşündüm. O sırada annem de eşinden ayrılıyordu.


- Ama kimsenin size bakmasına kollamasına gerek yok ki...

- Ama işte o devirlerde, kadınlar bakılan ve korunan varlıklardı. Öyle yetiştik. Ki ben de çalışıyordum ve aldığım maaş, Mehmet Ali’nin dört misliydi, Shell’in reklam bölümünde çalışmaya başlamıştım. 3 bin lira alıyordum, Mehmet Ali 760 lira.


- O peki hiç endişe etmemiş midir, “Ben bu kızı alıştığı şartlarda nasıl yaşatacağım?” diye?

- Hiç, hiç. Her zaman emindi. Hep, “Zengin olacağız, çok iyi olacak her şey” deyip durdu. Nitekim öyle de oldu. Ama ben de hep çalıştım. Yedi valiz ve bir kara sandıkla Brüksel’e taşındık.


- Neden Belçika?

- Abdi İpekçi’ye “Belçika’da bir büro açalım, Avrupa bürosu olsun” demiş. Abdi Abi de beni çok severdi. Bence bize destek olmak istedi. Çok az bir maaşla gittik. Geçinemeyeceğimiz için ben NATO’da çalışmaya başladım. Orada, Dışişleri’nden arkadaşlarımız vardı. Herkes genç ve parasızdı.


- Sizin parasız olabileceğiniz, kalabileceğiniz aklıma gelmezdi...

- Ayol, ben çalışmasaydım aç kalırdık. Bizi Ercüment Karacan bırakıp gitti. Onun bana verdiği en güzel şey eğitimdir. Sayesinde güzel okullarda okudum. Ama o kadar.


- Sonra Mehmet Ali Birand Milliyet’in yayın yönetmeni oldu. Bunu nasıl karşıladınız?

- Hayat boyu en çok istediği şeydi. Ama Mehmet Ali yönetici değil. İnsan idare etmeyi filan beceremez, onun işi değil, sabırsızdır, dinlemez, personel problemleriyle uğraşamaz. Ben hiç onaylamadım. “Git hevesini al, nasıl olsa döneceksin!” dedim. Allah’tan evimi filan bozmadım. Gerçekten de tahmin ettiğim gibi oldu, o iş yürümedi. Ama o çok istiyordu. İstediği de aslında ‘Abdi İpekçi’nin pabuçları içinde olmak’tı. Onun yerine gelme fikri, onu büyülüyordu.



Evliliğin sırrı yataktaki fısıldaşmalardır

- Başarısızlık gibi algıladı mı?

- Bence öyleydi. Hayatının ilk başarısızlığı, belki de son.


- Sizin onu hiç desteklemediğiniz oldu mu?

- Bunu yapmasını istememiştim mesela. Aklım yatmamıştı. Ama o denemek istiyordu, denedi.


- Siz, o istiyorsa ve heyecan duyuyorsa, her şeye “Evet” diyen bir eş misiniz?

- Ay olur mu? Çocuğumun da, kocamın en acımasız eleştirmeni benim! Gördüğüm her falsolarını suratlarına vururum. Hiç çekinmem. E çünkü pohpohlayan çok. Ama birilerinin de gerçeği söylemesi gerek. Mehmet Ali, o yayın yönetmenliği macerasından sonra kitap yazdı, zaten beş sene sonra da 32. Gün’e başladı.


- Siz nasıl bir adamla evli olduğunuzu başından beri biliyor muydunuz?

- Bazen geldiği nokta beni de şaşırtıyor. Azmi ve çalışkanlığı dışında da pek bir şeyi yoktu.


- Nasıl yani?

- E o devirlerde ‘Gazeteci parçası’ derlerdi. Öyleydi. Normal şartlarda benim bir mühendisle filan evlenmem gerekirdi. Muhabir, gazeteci benim için düşüştü. Ama çok sevdim onu ve inandım. Belçika’da 20 sene kutu gibi bir evde, fevkalade kenetlenmiş bir halde yaşadık.


- Umur’la beraber üçünüz...

- Yok bir de siyah bir dadım vardı. Rahmetli. Annemi büyütmüş, sonra beni, sonra oğlum Umur’u. Ölünceye kadar da bizimle yaşadı.


- Ne kadar stresli, ne kadar gergin, ne maceralı, ne kadar adrenalinli bir hayat!

- Belçika’da o kadar hissetmiyordum. Nihayetinde, Mehmet Ali gidip işlerini halledip, sakin yuvasına dönüyordu. 1991’de Türkiye’ye taşınınca, adrenalin nedir anladım. Herkes bir tarafta uçuştu. Çocuk, Koç Lisesi’ne girdi; “Ben anlamıyorum Türkçe” diyor. Askerler Mehmet Ali’nin peşinde, onlar dava açarlar, devlet öldürmeye çalışır, öbürü korumaya çalışır... “Allah’ım nereye geldik” biz dedim. Sonra bir 20 sene daha geçiverdi.


- Kaç yıldır evlisiniz?

- 43 oldu.


- Vayyy, müthişmiş. Siz iyi bir evlilik yürütmenin bütün formülleri biliyorsunuzdur...

- Herkesin formülü kendine göre. Bizimki: Yastık fısıldaşması. Hani karı koca yatağa girersin, kafanı yastığa koyarsın ve uykuya dalmadan fısır fısır konuşmaya başlarsın. Bence günün en önemli konuşması o. “Öyle mi oldu, böyle mi?”, “Oğlana ne diyelim?” “Şu konuda yapalım?” Yataktaki fısıldaşmadır evliliği kurtaran. O arkadaşlık, karşılıklı güven. O birkaç dakika benim için çok önemlidir, nüve olmaktır, bir olmaktır.


- Geriye dönüp baktığınızda nasıl bir eş, nasıl sevgili, nasıl bir baba?

- Ateşli bir sevgili. Sürprizlerle dolu. Geçerken bir öpücük kondurur, popoma dokunur, davet ortasında kimseye çaktırmadan gelip çimdik atar. Sıcak ve sevecendir. Baba olarak ise... Babalığı çok tadamadı çünkü o yıllar kariyerini inşa etme yıllarıydı. Döndüğümüzde de, Umur 14 yaşındaydı, Mehmet Ali’nin davalı yıllarıydı. Koca olarak da mesuliyetini bilen koca. En güzel tarafı da, “Kaç para sarf ettin?” diye sormaz. Alakası yoktur parayla. Hesabında kaç para var bilmez. Arada bir bağırır “Önümü göremiyorum!” diye, “Gördüğün yeter!” derim.


- Siz hep onun hayatını mı yaşadınız?

- Evet, o her zaman önce geldi. Ama ben de 20 sene çalıştım. NATO’dayken ben de çok seyahat ederdim. Savunma işlerine bakıyordum, manevralara çok katıldım, tank da kullandım, uçaklardan da atladım. Tek kadın bendim. O zaman eşittik. Ama ondan sonra nasıl olduysa Mehmet Ali öne geçti. Yine de aldırmıyorum benim kendi meraklarım var. Kendi kendimi çok oyalayan bir insanım.


- Seyahat merakınız ne zaman başladı?

- Ben İkizler burcuyum, biraz maymun iştahlıyım. Zaman zaman muazzam meraklarım olur, bazıları kalır, bazılar gider. Kalıcı olanlar, İkinci Dünya Savaşı. Hakkında bilmediğim hiçbir şey yok. Her şeyi okudum, hatmettim. Sonra İngiliz koloniyel tarihine merak sardım, araştırdım. Deli gibi kitap okurum. Yani çalışma hayatı bitince, hiç boşluğa düşmedim. Sonra seyahat etmeye başladım. Arkadaşlarım, “Bizi de götür” dedi, onları da götürdüm. İşi o kadar ilerlettik ki, kardeşim Ömer’le seyahat acentası kurduk.


- Siz Birand’ın arkasındaki her zaman ve her şart altında sağlam duran kadınsınız. Öyle mi?

- Valla, ben “Ezelim, biçelim, keselim” diyenim. Yapılan kötülüklerin çetelesini tutanım. Kindarım. Ne unuturum ne affederim. Ama Mehmet Ali öyle değil. O unutuyor. Hatırlatıyorum, “Üç yıl önce bir haziran ayında şöyle şöyle demişti.” “Haaaa öyle mi?” diyor.


- Hiç düşünmüyor musunuz ben de onun gibi bir marka olabilirdim diye?

- Ayol yok, ben tembelim yapamam. Beni ite kaka NATO’ya sokmasaydı giremezdim. Orada ilerlemi de Mehmet Ali sağladı, “Ben istemem, ben yerimden memnunum” dedim durdum. “Hayır, sen kapasite altı çalışıyorsun” dedi, sürekli ittirdi beni.


Çok sağlam bir aileyiz bizi devlet bile yıkamadı

- Kurduğunuz aileyi nasıl sıfatlarla tarif edersiniz?

- Sağlam, güçlü... Devlet bile bizi yıkamadıktan sonra! Çok uğraştılar. Askerler bir taraftan, devlet bir taraftan. ‘Kürt meselesi’ lafını ilk eden de Mehmet Ali’dir bu memlekette. Mehmet Ali, Avrupadakiler nasıl gazetecilik yapıyorsa, öyle yapmaya çalıştı. Bambaşka bir anlayış getirdi, öncülük yaptı.


- Ailenizin direği mi, hayatınızın güneşi mi?

- Öyle. Mehmet Ali bana dünya dört köşe dese, inanabilirim. Biraz dururum ama inanırım. Ona hayranlığım hiç geçmedi.


- İki oğlunuz var gibi mi hissediyorsunuz?

- Yok, oğlum Umur’la birlikte bir çocuğumuz var gibi hissediyoruz. Onu koruma hissi vardır ikimizde de.


- Birbirinizi özgür de bırakmışısınız...

- Tabii tabii. Beni hiç sıkmadı. Tatillerimizi hep birlikte yaptık. Ama onun dışında ben 15 gün Pasifik’e gidiyordum mesela, gelmezdi,  “Nereye gidiyorsun, ne yapacaksın?” diye sormazdı.


- Siz peki? Kadınlar gücün ve şöhretin peşinde pek dolaşırlar. Hiç endişelenmediniz mi?

- Endişelenmez miyim? Her ay Türkiye’ye gidip geliyordu, kafamın arkasındaydı bunlar.


Kredi kartı ekstrelerini kontrol ederim

- Kurcalayan bir tip miydiniz?

- Evet, kredi kartı esktrelerine bakardım.


- Bilir mi bunu?

- Bilir, o yüzden göstermez.


- Onu sinir etmek için neler yaparsınız, etmemek için neler yaparsınız?

- Bir şey söyler, “Peki peki, bunu benden daha iyi biliyorsun!” derim, arkamı döner giderim. Delirir! Israrcı olmam ve dönüp dönüp aynı şeyi sormam da onu delirtir. Ben Mehmet Ali’yi iki dakika çıldırtabilirim, böyle bir kapasitem var. Bütün düğmelerini biliyorum çünkü. Sinir etmemek için de alttan alırım, “Sırası değil canım” filan derim.


- Tartışmalar nasıl sonuçlanır?

- Dargınlıkla. Genelde o bağırır, ben de bağırırım. Münakaşa ederiz yani. Sonra kendiliğinden barışırız. Ya da benim zorumla. Mehmet Ali, özür dilemesini bilmez ve sevmez. Niye öyle bilmiyorum. Sonunda ben yanıma giderim, “İki gün oldu surat asıyorum sana, anlasana! Hadi özür dile!” derim. Zorla özür diletir, barışırım!


- Onun en kötü huyu nedir?

- ‘Hadi hadi’ciliği, aceleciliği. Düşünmeden yapar birtakım şeyleri, yeter ki bir an evvel olsun.


- En bayıldığınız özelliği?


- Hayata karşı iştahı. Hayatı kucaklaması. Enerjisi. Çalışmaktan bu kadar zevk alması. O hiç azalmıyor.


- Kim daha bencil?

- Bilmiyorum. Ama Mehmet Ali, iş söz konusu olduğunda korkunçtur. Üstümüzden tepişerek geçer. Her seferinde ağlamışımdır, Ermeni olayları zamanında mesela, Paris’te olaylar var, yerlere atıp kendimi, “Mehmet Ali gitme, orada seni kesecekler, öldürecekler” dedim, oralı bile olmadı, üzerime basıp geçti, gitti.


- 32. Gün yıllarını hatırlayınca?

- Çok gurur duyuyorum. Sıfırdan bir şey yarattı.


Anchorman olmasını istemedim ama kafayı takmıştı bir kere

- Peki yıllar sonra tekrar anchorman olması?

- Hiç istemedim. Ama işte, kafaya bir şeyi taktı mı, vazgeçirmek imkansız. Mehmet Ali en geç achorman olandı. Aslında önce başarısız oldu. Fakat iddialı olduğu için toparladı.


- İçinizde ukte olan bir şey var mı?

- İkinci çocuk olmadı.


- “Olmadı” diye bir şey yok ki, gidip olduruyorlar...

- 30 sene evvelden bahsediyoruz. Yoksa ben birkaç çocuğa daha itiraz etmezdim. Ne kadar kalabalık, o kadar eğlenceli diye düşünüyorum.


- Sizin insanı rahatlatan bir haliniz var...

- Evet, birine bir şey mi oldu? Hemen olaya el koyarım, her şeyi organize ederim, onu sakinleştiririm. O normale döner, rahatlar, sakinler. Ben odama girer, çığlık çığlığa ağlamaya başlarım. Halledene kadar şahaneyim yani!


“Çocuğumun da kocamın en acımasız eleştirmeni benim! Gördüğüm her falsolarını suratlarına vururum. Hiç çekinmem. E çünkü pohpohlayanlar çok. Birilerinin de gerçeği söylemesi lazım”


Bir hafta içinde kalbine stent takıldı, bayıldı, ayıldı, akşam ekrana çıktı. Safra kesesine stent takıldı, bayıldı, ayıldı, ekrana çıktı. Bel kemiğinden su alındı, bayıldı, ayıldı, ekrana çıktı. Böyle bir adam. Pankreas’taki lezyon küçüldü, ameliyat oldu. Doktorlar hala takipte ama Allah’a şükür çok iyi. Yakında yine ekranlarda!


- Hastalık nasıl ortaya çıktı?

- Şubat ayıydı. Mehmet Ali, her sene check up’a gider. Yine gitti. “Gastritim geçmiyor” deyip duruyordu. “Gör bak bunun altında bir şey çıkacak” dedi. Tomografi çekildi. Telefon etti dedi ki, “Bende lezyon gördüler!” Dondum kaldım tabii.


- Neden?

- Çünkü lezyonun ne olduğun biliyorum. Ben de geçirdim kanser. Meme kanseri. Beş sene evvel, apar topar alındı, sonra radyoterapiler filan... Hala kontrol altındayım, benden üç sene sonra da annem oldu. O yüzden lezyon lafını duyunca tüylerim ürperdi. “Nerede?” dedim. “Pankreas” deyince daha da fena oldu.


Hemen internetin başına geçtim, Aman Allah’ım, Özhan Canaydın, Pavarotti, Patrick Swayze, aynı hastalık. Bağıra bağıra ağlamaya başladım, saçımı başımı yoluyorum, kafamı duvarlara vuruyorum.


- O nasıl taşıdı bunu?

- Hiç konuşmadık. Cuma günü öğrendik, pazartesi yine doktora gittik. “Ameliyat edemem, küçülmesi lazım” dedi. Yine internete girdim, “Ameliyat olmazsa, maksimum iki sene” yazıyor.


- Peki siz hayata nasıl devam ettiniz?

- Edemedim. Acilen antidepresana başladım. Mehmet Ali’ye vermedi doktor, o zaten hastalığın detayları hiç öğrenmek istemedi. Hemen Dr. Sualp Tansaş’a gittik. Müthiş bir adam. O kadar ki, yurtdışındaki doktorlara bilgi almak için yazıyorum, “Niye bize soruyorsunuz. Orada Sualp var” diyorlar. O bizi yönlendirdi, “Şu tedavi yapılacak, şöyle olacak, böyle olacak. Allah kısmet eder ve küçülürse, ameliyat edilecek” dedi. O arada, bir hafta içinde, kalbine stent takıldı, bayıldı, ayıldı, akşam ekrana çıktı. Safra kesesine stent takıldı, bayıldı, ayıldı, ekrana çıktı. Bel kemiğinden su alındı, bayıldı, ayıldı, ekrana çıktı. Öyle bir adam. Bir hafta içinde oluyor her şey. Biz şuna karar verdik: Gün be gün, ne yapılması gerekiyorsa yapılacak. Yaptık. Ve Allah yüzümüze baktı, küçüldü, ameliyat oldu.


- Siz kendi başınıza geldiğinde ne hissetmiştiniz?

- Benim durumum farklıydı, kanser olduğum anlaşıldı, üç gün içinde ameliyat oldum. Ne olup bittiğini anlayamadan evde buldum kendimi. Onunki öyle değil. Sonra kemoterapilere gitti, o dönem de boş durmadı, 28 Şubat belgeselini yazdı.


- Akşamları, insanlar ortadan kaybolunca ne konuşuyordunuz?

- İstemedi hastalığı hakkında konuşmak. “Ah vah” densin, kendisine acınsın istemiyor. Ben, bütün arkadaşlarına karşı, raporcusu oldum. Çünkü soruyorlar, ediyorlar. “İyi gidiyor mu? Ne oluyor?” Başta, pankreas kanseri lafını da kullanmak istemedik. Ve bu süre içinde Babıali çok ilginç bir şey yaptı, bir sessizlik konsensüsü ilan etti. Kimse bu konu hakkında çok konuşmadı, dillendirmedi. Sonra ameliyat oldu, Allah’a şükür küçüldü, şu anda takip ediyoruz. Hayatımızı değiştirmedik.


- Yakında tekrar aynı hayata dönecek olması sizi endişelendirmiyor mu?

- Hayır. Zaten bütün kış boyunca bu hastalığı yaşarken de çalıştı. Şimdi tekrar işinin başına dönüyor.


- Doktor ne diyor?

- “Normal hayata devam” diyor. Bir de, “Ne istersen yiyebilirsin, özellikle protein” dedi. Mehmet Ali çok mutlu, köfteler, etler, steak’ler, kolestrol yüzünden yiyemediği her şeyi şimdi yiyor!