Mahmut Alınak
İki dal çiçek
Altı ay sonra ilk defa bu sabah ayak bastım, ilk defa dokundum toprağa. Bin sene geçmişti sanki onunla son görüşmemizin üstünden. Bilgelik dolu esmer, yeşil sakallı yüzünde munis bir gülümsemeyle açtı yumuşak bağrını bana. Tüm hücrelerimde zonklayan bir hasretle dokunurken ona, serin kokusunu çektim içime iştahla. Meltemin ninnili sesiyle ne zamandır yolumu gözlediğini fısıldadı kulağıma. “Unut,” dedi, “şimdi tüm dünya dertlerini. Düşünme aramızda devasa yükselen kasvetli duvarları, dikenli telleri, sayısı hesaplanmaz demir kapıları… Bak ne armağanlar getirdim sana!”
Açınca hediye paketini sevecen aceleci elleriyle, kamaştı gözlerim gördüklerim karşısında. Paketin içinden önce düş gibi beneksiz masmavi bir gökyüzü çıktı ortaya. Göğün ışıltılı mavi şemsiyesinin uçsuz bucaksızlığına ve sonsuz derinliğine bakakaldım şaşkınlıkla. Maltamızın (avlunun) birkaç adımlık göğünü hızar gibi biçen duvarların mengenesinde kısılan gözlerim, o harikulâde dekoru unutmuştu çoktan. Altmış yıllık –aslında bin yıl kadar uzun- ömrümde gök kubbe hiç bu kadar derin, bu kadar geniş, bu kadar kışkırtıcı ve davetkâr görünmemişti bana.
Güneşin altın suları ile yıkanan bu akıllara ziyan maviliği alev alev bir susamışlıkla yudumlarken, kendimi bir hediye deryası içinde buldum bir anda. Üç yapraklı yoncalar, kızılımsı mor, kar beyazı ve safran sarısı çiçekler mücevher sağanağı gibi donattı üstünde okşayarak oturduğum çim sahayı.
Pırıl pırıl bebek gülüşleri hareleniyordu hepsinin pırlanta yanaklarında. “Bu çiçekler eskiden de bu kadar güzel miydi?” diye hayret ederek sordum kendi kendime.
Kalkıp dolaştım çıplak ayaklarla kadife bakışlı çiçekler arasında. Okşadı kor bir özlemle dikenlerin iğneleri ayaklarımı ipek yumuşaklığıyla. Sonra çiçekler ve dikenler koro halinde söylemeye başladılar “Biz ana baba bir kardeşiz dünyanın tüm çiçekleriyle,” şarkısını. Üstümüzde ötüşüp duran sığırcıklar ve serçeler nağmeleriyle eşlik ettiler bu enfes ilkbahar şarkısına. Gözlerimi yumarak vecd halinde dinledim o şen orkestrayı.
Şarkı bitince, “Biz baharın kızlarıyız, annemiz bizi hediye olarak gönderdi size” dedi güzelden güzel, mutluluk müjdecisi iki çiçek. Yüzümde oynaşan serin yelle gecikmiş bir selam gönderdim, “Hoş geldin” dedim bahara. İnsanlığa kan, savaş ve yoksulluk haberleri değil; bolluk, sevgi ve özgürlük gibi sevinçli haberler getirmesini diledim ondan.
Dikenler ve çiçeklerle aşk dolu bir sohbetteyken, bir kamyonun homurtusu dalgalandı havada. Başımı çevirip bakınca boğuk gürültünün çalkalandığı tarafa, az ötemizdeki tecrit duvarının gerisinde, bayraklar açan genç çam ağaçlarıyla süslenmiş zümrüt yeşili bir tepeyle göz göze geldim. Belden aşağısı tecrit duvarıyla kapanan tepe, habis tüm hırslardan arınmış bir dervişin tevekkülüyle bırakmıştı kendisini güneşin tatlı sıvazlamalarına. Hiçbir tepe bu kadar güzel olamazdı herhalde. Onu gözlerimle içip kalbimin çeperlerinde alevlenen avazlarla seyrederken, yamacında bükük bir dirsek gibi kıvrılarak aşağı inen asfalt bir yol takıldı gözüme.
İğne deliğinden geçirilircesine aranan görüşmecilerimiz belki de bu yolu teperek geliyorlardı binbir çileyle bizi görmeye.
Düşüncelerim daha sonra beni alıp uzun bir yolculuğa çıkardı asfalt yolda. Köyümüzün yoksul çöplüğünde akranlarımla kavun karpuz kabukları toplayıp yediğimiz günlerine gittim çocukluğumun. Köyde çobanlık yaptığım aç, susuz, yalınayak günler, bir tas kuru fasulyeye hasret olduğumuz acıklı öğrencilik yılları, otuz beş yıl önce genç bir avukatken yasal bir bildiri yüzünden Kars Cezaevine kapatılışım ve ilk cezaevi ile tanışıklığım, işkencelerinde omurga kemiğimin kırıldığı 12 Eylül cenderesi ve bir karabasana dönüşen milletvekilliği yıllarım…
Bir düdük sesiyle uyandım ömürlük hayal yolculuğundan. Üstümüzde göğe uzanan nöbetçi kulübesinde gözlerinde sıla hasreti yanan yorgun bir askerdi düdüğü çalan.
Gelip çatmıştı yine ayrılık vakti. Aklımda köyümün kekik kokan nakışlı kırları ve çiçeğe yatmış ağaçlarıyla baharı bıraktım zincirli kapıların ardında. Bana hediye gelen biri sarı öteki mor iki dal çiçeği alıp iki mahpus arkadaşımla birlikte tekrar aranarak döndüm sessizliğe perçinlenmiş hücreme. Çiçekleri okşamalar arasında severek koydum su dolu bir pet şişesine. Sonra kör bir kuyudan farksız, bir avuç toprağa aç maltamızı bir tencere kapağı gibi örten hisli gökyüzü altında, Spartaküs’ten bugüne binlerce yıllık çalkantılı uzun bir tarih yolculuğuna çıktım gelecek bin yılı düşünerek.