*Gül Atmaca
Bazı kentler vardır güzelliklerine doyum olmaz ama bahtları karadır, yüzleri hiç gülmez. Doğu Akdeniz’in güzel kızı, Fenike medeniyetinin mirasçısı Beyrut da bunlardan biri… Şimdi bazıları “Nereden çıktı Beyrut?” diyebilir. Salgından dolayı yasaklı günlerde eve kapanmak zorunda kalınca haber arşivimi açtım, albümleri karıştırınca karşıma Beyrut’ta 2010 yılında çektiğim fotoğraflar çıktı.
Aslında 2010’dan önce de Beyrut’a gitmek için fırsat çıkmıştı ama 1975-1990 arasında tam 15 yıl süren iç savaşın bina duvarlarında, sokaklarda, insanların hafızalarında ve yüreklerinde bıraktığı izleri bizzat görmemek için ayaklarım hep geri geri gidiyordu. Ve nihayet, 2010 yılında Antakya’dan karayoluyla başladığımız yolculuğun son durağı Beyrut oldu.
Beyrut’u ilk kez gördüğümde, “İstanbul’a benziyor ama daha abartılı hali” diye düşünmüştüm. İstanbul yedi tepe üzerine kurulu, Beyrut ise sırtını zümrüt yeşili anti-Lübnan Dağları’na yaslamış. İkisi de denize nazır. Güzellik-çirkinlik, zenginlik-yoksulluk arasındaki uçurum ve tezatlar ise Beyrut’ta daha derindi sanki. Deniz manzaralı 350 metrekarelik saray yavrusu daireler, hız yapmak için üretilmiş ama Beyrut’un sıkışık trafiğinde bir türlü ilerleyemeyen Ferrariler, zengin ama görgüsüz Körfez Araplarının Beyrut’taki yansımasıydı. (Çok değil birkaç yıl içinde aynı güruh İstanbul’a hücum edecek, sırf onlar için alışveriş merkezleri, rezidanslar inşa edilecekti!)
Antik çağda denizcilik ve deniz ticaretinin yıldızı olan Fenikelilerin mirasçısı olan Beyrut, tarih boyu limanıyla nefes alan bir kent oldu. Beyrut için Levant’ın kalbi demek abartı olmaz. Peki başlıkta da geçen levant ne demek? Latince, “meydana çıkma, yükselme” anlamında “levare”den türetilen Levant, güneşin doğuşunu, doğduğu yönü işaret ediyor. Doğu Akdeniz’den Bereketli Hilâl’e, güneyde Süveyş Kanalı sınırlarına ve kuzeyde Toros Dağları’na kadar uzanan bir bölge olan Levant, sadece geniş bir toprak parçasını ifade etmiyor elbet. Aynı zamanda, Ön Asya’yı Orta Doğu’ya, Mısır’ı Mezopotamya’ya bağlayan bir yaşam kültürü ve düşünce biçimi demek.
Beyrut dört yüz yıl boyunca Osmanlı egemenliğindeydi. İmparatorluk çöktükten sonra Fransız ve İngilizlerin 1920’de kendi çıkarlarına göre çizdiği sınırlar ve mezhep ayrımına ayarlı yönetim biçimi yüzünden bu topraklara hiç huzur gelmedi. Fransız Mandasından ancak 1943 yılında çıkabilen Lübnan, daha önce yazdığım gibi 15 yıl süren (1975-1990) bir iç savaş yaşadı. İsrail saldırılarına uğradı. İçeride ise sonu gelmeyen yolsuzluklar ve ekonomik krizlerle boğuşması yetmiyormuş gibi bir de salgın çıktı.
Bununla da bitmedi, 4 Ağustos 2020’de Beyrut Limanı’nda ülkeyi her anlamda sarsan bir patlama oldu. Yedi yıl önce Moldova bandıralı bir geminin Mozambik’e götürmek üzere yüklediği 2.750 ton amonyum nitrata, başka yük almak için geldiği Beyrut Limanı’nda el konmuş ve yükü burada depolanmıştı. Üzerinden yedi yıl geçtiği halde yetkililerin gerekli girişimlerde bulunmaması yani olayın tam bir yılan hikâyesine dönmesi yüzünden bu felaket yaşandı. Kıbrıs’tan dahi duyulan patlamada 200’den fazla insan öldü, 6 binden fazla insan yaralandı. Patlamada 8 bin bina hasar gördü, 300 bin insan evsiz kaldı.
Beyrut Limanı’nda geçen yıl meydana gelen patlamadan sonra istifa eden Başbakan Hasan Diab’dan acı itiraf gelmişti. Diab, “Ülkede yaşanan bu felaket yolsuzluğun sonucudur. Yolsuzluk sistemi devletten büyük, devlet yolsuzlukla mücadele edemiyor” demişti. Ülkede yolsuzluğu araştıracak, cezalandıracak ya da önleyecek bir adalet sisteminden de bahsedilemez çünkü savcılar da belli mezheplerin ve belli çıkar gruplarının yörüngesinde.
Bu arada, bilim insanlarınca tarihte nükleer olmayan en büyük patlamalardan birisi sayılan felakette, hasar gören 640 tarihi binadan yaklaşık 60’ı yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Zarar gören sadece tarihi evler ve dükkânlar değildi. Osmanlının çöküşü, Fransız Mandası, Lübnan’ın kuruluşu, iç savaş ve daha nice olaya tanıklık ettiği halde ayakta kalmayı başaran Sursock Müzesi ve Sarayı, Ulusal Müze ve Beyrut Amerikan Üniversitesi Arkeoloji Müzesi de patlamada hasar gördü.
Patlama birçok yuvayı yıktı, hiçbir şey insan canından daha kıymetli değildir elbet ancak yıkılan sadece tarihi yapılar-sokaklar değil, onlarla birlikte Levanten yaşam kültürü, gelenekler ve anılar da silinip gidiyor.
Patlamada özellikle Limana yakın tarihi yapıların zarar gördüğünü okuyunca 2010’da ziyaret ettiğim ev geldi aklıma. “Acaba orası da yıkıldı mı?” deyip ağlamaklı oldum. İstanbul’dan bir mimar-akademisyen dostumun önerisiyle ziyaret etmiştim Leyla Hanımı. Beyrut’un merkezinde yer alan üç katlı tarihi taş yapının kemerli pencereleri, vitraylarına hayran kalmıştım. Ev, içeride yüksek tavandaki işlemelerinden, avizesinden yerdeki karolara; duvardaki tablolardan sedef çerçeveli aynasına kadar her yönüyle Levanten kültürün şahane bir örneğiydi. Bayan Leyla ilerlemiş yaşına rağmen kendi elleriyle kahve yaptı bize. Köklü Hıristiyan Arap bir ailenin mensubuydu. Osmanlının son günlerini yaşamış olan babaannesinin sabah kahvesini bir seremoni gibi hazırladığını hatırlıyordu. Öyle ya, Orta Doğu’nun bu kısmında insanlar güne acı kahveyle başlar. Eskiden şimdiki gibi değil ateşte yavaş yavaş sabırla hazırlanırmış kahve.
Evin her yerine ama özellikle yerdeki karolara bayıldığımı söyleyince, Leyla Hanım, karoların da kiremitlerin de yaklaşık yüzyıl önce Marsilya’dan getirildiğini söyledi. Karolar makine üretimi tek tip değildi, her birine insan eli değmişti. Dikkatle bakınca desenlerdeki farklılıklar ve bazı sevimli hatalar bunun ispatıydı. Leyla Hanım, “kahve içerken tatlı tatlı dedikodu yapmak insan ömrünü uzatırmış” dedi muzip bir gülümsemeyle. Tercümanımız daha yetkin olsaydı belki dedikodu da yapardık. Şaka bir yana, o anın büyüsünü bozmamak ve yaşlı ev sahibesini huzursuz etmemek için fotoğraf makinesini dahi almamıştım elime.
Tarihi Beyrut’u saran inşaat furyası
Beyrut’a iç savaş büyük zarar vermişti. Yıkılan, hasar gören ya da duvarları delik deşik çok sayıda bina vardı. Ama Beyrut’a zarar veren sadece savaşlar ve patlamalar olmadı. İç savaş bittikten sonra yıkılan binaların yerine yenilerini yapmak, kimisini ise restore etmek gerekiyordu. Her zamanki gibi devletin elinde bunu yapacak yeterli para yoktu. İş özel sektöre devredildi. Bu firmalardan birisi de adını Beyrut’un merkez semtinden alan ve 2005’te suikasta kurban giden eski Başbakan Refik Hariri’nin kurduğu Solidere’ydi.
Hariri’nin mezarı, 2010’da Beyrut’un lüks semti Solidere’deki Şehitler Meydanı’ndaydı. Bölgedeki Roma kalıntıları, Osmanlı eserlerini gezenlerin bir durağı da üzerine çadır çekilmiş bu mezardı. Mezarın bu halini ve yerini ilk gördüğümde yadırgamıştım. O dönem Lübnan’daki politik tiyatronun ana dekoru haline gelen bu mezar, belki de politikanın yönünü değiştiren suikastın anısının taze tutulması için bu kadar orta yerde duruyordu.
Lübnan’ın Sayda kentinde 1944 yılında bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Hariri’nin şansı Suudi Arabistan’da dönmüştü. Kendisi daha sonra buradan vatandaşlık da alacaktı. Hariri, 1970’de inşaat şirketini kurup Orta Doğu genelinde oteller, toplantı salonları ve saraylar inşa ederek servetini büyüttü. Hariri için bazı çevreler “Beyrut’u yeniden inşa eden adam” diyor ama şirketi Solidere işe el attığında kentin merkezinde kalan çarşıyı, 19.yüzyılın ikinci yarısından kalan Osmanlı evlerini, Fransız sömürge mimarisi örneği yapıları ve dolambaçlı dar sokakları dümdüz edip daha yüksek katlı ya da eski görünümlü ama lüks yerler inşa etmişti.
Solidere inşaat sektörünün en büyüklerindendi ama Beyrut’un başına bela olan daha nice büyük-küçük müteahhit, emlak simsarı vardı. Emlak simsarları, tarihi ev ya da dükkânları, buraları restore edecek parası olmayan ya da devletten destek alamayan sahiplerinden yüksek fiyat ödeyerek satın alıyorlardı. Beyrut’ta yağma öyle bir hale gelmişti ki 2010’ halk, “Tarihimiz satılık değildir”, “Beyrut Dubai değildir” yazan pankartlarla gösteriler bile düzenlemişti.
Eski tip çarşılarda, her dinden, her mezhepten hatta her sınıftan insan bir arada bulunuyor, aralarında her türlü alış veriş oluyordu. Beyrut’ta eskiden çarşıda farklı dillerden kelimeler çarparmış insanın kulağına. Çarşılardaki tarihi kıraathaneler, tarihi ibadet yerleri de insanların buluşma yerleriydi. Yani tarihi mahallelerde her yıkılan binayla birlikte Levanten ruh biraz daha ölüyor. Yeni yapılan çok katlı, lüks ama ruhsuz binaların hitap ettiği kesim ise bol para harcamak dışında, entelektüel anlamda hiçbir iz bırakmıyor. Zengin Körfez Arapları Beyrut’un, İstanbul’un ya da göz koydukları başka bir yerin modası geçtikten sonra kendilerine tüketecek yeni yer bulmakta zorlanmıyorlar.
Bu yazıyı kaleme alırken özellikle Feyruz dinlemedim çünkü yasaklı günlerde ben de bir yasak getirdim kendime ve hüznü olabildiğince yasakladım. Yine de pek iç açıcı bir yazı olmadı farkındayım. Doğu Akdeniz’in güzel kızı Beyrut bir şekilde düştüğü yerden kalkıp üzerindeki tozu silkeleyecek, yaralarını saracak. Lübnan’ın toptan kurtuluşu ise bizimki gibi tam bağımsızlık, gerçek demokrasi ve kusursuz işleyen bir adalet bir sistemine bağlı. İşte bu nasıl mümkün olur, yanıtı kolay değil…
Emperyalizmin mezhepçi politikasıOrta Doğu’nun hem tarih hem coğrafi olarak bu kadar zengin olan toprakları neden bir türlü huzur bulamaz? Afganistan’ın, hatta Ürdün’ün halini anlarım ama Doğu Akdeniz’in kıyısı olan bereketli ovalara sahip Suriye, Lübnan neden bu halde? Yanıtı geçmişe giderek bulmaya çalışalım. Osmanlı Devleti’nin zayıf düşüp 1918’de Levant topraklarını yitirdiği yıllarda savaş, açlık, salgın hastalıklar sadece Anadolu’yu değil buraları da esir almıştı. İngiliz ve Fransız işgalcilerin Akdeniz limanlarını kuşatması, durumun daha kötüye gitmesine neden olmuştu. Yüz binlerce insan hayatını kaybetmiş geride kalan çoğu Hıristiyan Arap çareyi ABD, Kanada, Avustralya, Güney Afrika gibi “yeni dünya” ülkelerine göç etmekte bulmuştu. Osmanlının çökmesinden sonra, İngiltere, Kral Faysal’ın ailesine, O’nun Arabistan’daki rakiplerine, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmakta kararlı olan Siyonistlere ve Fransızlara bolca ve gelişigüzel sözler verdi. İngiltere ve Fransa yani dönemin emperyal iki gücü, 1916’da yapılan ve savaş sona erdikten sonra her iki ülkenin Osmanlı ganimetleri üzerindeki haklarını belirleyen Sykes-Picot Anlaşması’na tabiydi. Fransızlar ve İngilizler çok geçmeden 1920’de anlaşmaya vardılar ve söz konusu topraklar Fransızlar Mandası’na girdi. Fransızlar yüzünden bir zamanlar, tarih, gelenek, aşiret ve ticaretle birleşen topraklar, emperyal sınırlarla bölündü. Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud, 1Êylül 1920’de Beyrut’taki resmi konutunun balkonundan Büyük Lübnan’ın doğuşunu ilan etti. Fransızlar çok geçmeden komşu Suriye’den yeni kazandıkları toprakları bölmek için başka yapay sınırlar çizeceklerdi. Sömürgeci güçler işini bitirdiğinde, daha önce dağlar, nehirler ve vadilerle bölünmüş olan bölge, Filistin, Lübnan, Irak, Suriye be Transürdün gibi kimlikleri belirsiz beş devletle temsil edilen siyasi bir yapboza dönüştü. Fransa, yeni ilan ettiği sınırlarına, aralarında Şii ve Sünni Müslümanlar, Rum Ortodoks ve Maruni Katolikleri, Dürziler, Ermeniler ve bir avuç Yahudi’nin de olduğu on sekiz mezhebi kattı. (Lübnan’da Fransızların temelini attığı sisteme göre Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı Şii Müslüman olmalı.) Bu mezheplerin hiçbiri Lübnan’ın nasıl bir ülke olacağı konusunda anlaşamadı ve hiçbir zaman anlaşmayacakmış gibi duruyorlar. İsrail’in 1948’de kurulmasının ardından daha da derinleşen krizler ise hiç bitmedi. Yani Lübnan’daki her bir iç sorun daha büyük çaptaki uluslararası sorunların göstergesi. Politik tiyatronun asıl aktörleri ise dışarıdan! Lübnanlılara bu kötü senaryoların isteksiz figüranları olmak kalıyor. Beyrut’taki bir dükkân sahibi bunu çok güzel anlatıyor: “Bir film seyrediyoruz. Yönetmen çağrınca oyuncular geliyor, ‘kesin’ deyince gidiyorlar…” Fakat görünen o ki Lübnan’da da yeni nesil artık bu filme bir son vermek istiyor. |