Halûk Sunat / Psikiyatr; Türkiye Psikiyatri Derneği ve PEN üyesi
Beni bu yazının başına oturtan, ‘orta yaşın sağlıklı ve marazlı (‘patolojik’) narsisizmleri’ni ‘psikanalitik’ dille anlatmaya çalıştığım yazımı (t24, 20 Mart 2014) okurken bende uyanan çağrışımları sizlerle paylaşmak isteği oldu.
‘Sağlıklı’ olanını anlatmaya başlarken, demişim ki, “Herkesin, ‘ölçüyü kaçırmamak’ kaydıyla, önce kendisini sevmesinde (öncelikle kendine ‘libidinal’ yatırımda bulunmasında -narsisizm) bir beis yok. Peki; herkes biliyor mu, bakalım, ‘libidinal’ ne?
Psikanaliz (Freud’unki), iki temel dürtü olduğunu söyler: ‘Eros’ ve ‘Thanatos’ (‘Thanatos’a girmiyorum; netameli iş –burada içinden çıkamayız). İşte, libidinal olan, eros faslından olandır; ‘yaşam dürtüsü’dür –hayata tutunma temel yönelimimizin taşıyıcısıdır. Hayata düşmemizden itibaren, bizi hayatta tutacak, bizi hayata katacak şeylere yönelir (o yöneldiklerimize dürtünün ‘nesne’si diyoruz); ‘yatırım’da bulunuruz. Yatırım nesnelerimiz (yani, ‘dış dünya’) bize uygun yanıtlar verdikçe, hayatı ve o hayat içindeki kendimizi de severiz. Böylelikle, kendimize güvenimiz, dış dünyaya güven ve sevgimiz pekişir; yaşanabilir ve paylaşılabilir bir dünyada olduğumuzu hissederiz. Dikkat edilirse, bu hâl, severken sevilme, sevilirken sevme ilişkisidir; ilişki içinde kendini ve ötekini sevmektir. Hasılı, ‘sağlıklı narsisizm’in de temelidir.
Narsisizmin ‘marazlı’ sayfasında ise, kendimiz ve öteki ilişkisinin sarmalı böylesi temin edici bir sevgi ilişkisi içinde kurulmamıştır. Hayata tutunma yatırımı kendinedir; kendinden başka ‘yâr’ olmadığı çaresizliği ile kendine tutunma hâlidir. Kendine libidinal yatırımın ölçüsünü kaçırmanın eseri; olağan dışı büyümsemeli (‘grandiose’), her şeye kâdir (hikmeti kendinden menkul –‘omnipotent’), fevkalade önemli, hayran olunası… bir kimlikle hayatın makbulü olmaya soyunmak, giderek kendini mutlaklaştırmaktır: Kendini gerçek/eşitlikçi ilişkiler içine katma hevesi değil, ilişkileri kendinde toplama gayretidir bu -başkalarının müstesna ilgi ve takdirine mazhar olmak üzere kendine tutulma hâli.
‘Sağlıklı narsisizm’in o raddede (‘ölçüyü kaçırmamak’ üzere) kendini sevmek olduğunu belirttikten sonra, “Hatta, ‘önce can, sonra canan’ deyişiyle, sevmeye ilişkin takdim ve takdir sırasının anıldığı gibi olmasının uygunluğu -eşyanın tabiatı esas tutulmak suretiyle- halkımız tarafından da teslim edilmiştir,” de demişim. Doğru; işin (hayatın) başında, kendimizi kendimiz olarak ayırt edemediğimiz bir ‘biz’ vardır. Sınırları olmayan, uçsuz bucaksız (‘cennetsi’) bir biz. İşte o cennetsi varoluşsallıktan (hadi ona, ‘primer narsisizm’ diyelim), ‘ben’i ayrıştıran, ihtiyaçlarımızın farkındalığı/zorunluluklar ve o bağlamda fark edilir olan ‘öteki’dir (bu ‘öteki’nin, asal olarak, ‘anne’ olduğunu söyleyelim). Yani, ‘can’, -içinde çözünük olduğu- ‘canan(ın)’dan (1) ayrışmakta; ama giderek, can, canana (hayata tutunma adına) yöneldikçe cananın tutumu, cana, anlamını, kıymetini, ‘kendi ve dünya’ idrakini (‘ben ideali’) katmaktadır. (Demek ki, ‘önce can sonra canan’, doğrusal bir münasebeti değil; anlam ve kıymetini birbirlerinde bulanların -dolayısıyla, kendinden kalkarak öteki ile buluşanların- ilişkisini temsil eder.)
İşte bu nokta, ‘sağlıklı’ ve ‘marazlı’ narsisizmlerin de kavşağıdır: Çocuk, -annenin şahsında- ya, onu ‘kendisi’ olarak (koşulsuz) seven ve kabul eden; ya da, sevilip kabul görmesini ‘şart’a bağlayan bir dünya ile karşılaşmış olacak; böylelikle, ya, kendi olarak/ kendiliğinden sevilebilirliği ile ötekilerin arasına –kendi ile başı hoş/ barışık olmak suretiyle- karışacak (‘sağlıklı narsisizm’), ya da, şartı sırtlanan, kendisini selamete çıkaracak salim bir sevgi ile sevemeyen, fevkaladeliği ile seçilir (seçkinleşmek üzere kendi[liği]ni şişirme telaşında), hayranlık ve beğenilme (ileride, kabul görmediğinde, hayal kırıklığı, öfke ve hiddet zeminini de hazırlayacaktır bu hal) üzerinden, kendi ile başı hoş ve barışık olmayan biri olarak (‘marazlı narsisizm’) hayata karışacaktır.
Can dedik, canan dedik, kendi ve öteki dedik, ilişki dedik. Derken, hatırıma “Severim seni, Yaratan’dan ötürü” –sözde- iltifatı geldi. Peki, “Niye beni, benden ötürü sevmiyorsun?. Ya, ben, aynı Yaratan’dan olmaklığım içinde kurmamışsam ‘kendiliğimi/benliğimi’? Ya da, beni ben yapanlar –şu dünyada kendimde biriktirdiklerim- neden umurunda değil?”
Dikkat edilirse, bu türden bir sevme/sevilme ilişkisinde de şart vardır: ‘aynı Yaratan’ın yaratıcılığına aidiyet ve mensubiyet’. Bu, bir anlamda, o iltifata bağlanan cemaatin/ toplumun ‘kurucu ideal’idir. Bir başka deyişle, o toplum, aynı ideal kabulüne mensup olanların ortak şarta bağlı olarak birbirlerini sevmesi ile kurulmuştur. Birbirlerine, onları biriciklikleri/ ‘bireysellik’leri içinde kuran ‘kendiliksel/ dünyalık’ değerler değil; Yaratan’ın kulları olmak üzerinden sorumludurlar.
Peki; toplumsal mensubiyetlerini, tanrısal bir üst ideale bağlılıkları ile kuran; birbirlerini o şarta bağlıkları içinde sevenlerin (ideale ve birbirlerine ait kılanların) toplumsallığı; müstakil kendilikleri tanımaya, yani, bireysel özgürlük ve özerklikler toplamı demek olan ‘demokrasi’ye müsait midir? “Severim seni, Yaratan’dan ötürü,” şartına bağlı ve onun, ‘pedagojik’ mümessilleri ile kendiliğini kurmuş bir ‘önder’ (hatırlayalım, o, ‘marazlı narsisistik’ takdimi) üzerinden kurulan özdeşimsel bütünlük, kendi dışına tahammüllü olabilir mi? Cemaati o kıvamda birbirine bağlayan (varoluşsallıklarını temin eden) ‘sevgi’ ilişkisi, dışarıya nefreti de beslemez mi?
Söylediklerimin, yalnızca ‘güncel’ önderlik katında hemen gözlerimizi çevireceğimiz kesim için değil; mutlak ve muhafazalı (eleştiriye ve dönüşüme kapalı) bir ideal üzerinden cemaatleşen ve ‘demokratik (farklılıkların eşitçe beraberliği ve özgürlüğüne dayalı) Cumhuriyet’ fikrine uzak düşen her kesim için geçerli olduğunu da hatırlatarak bitirmek isterim sözlerimi. (2)
1. Burada, ‘can’ın, içinde çözünük olduğu ‘canan’, bebeğin kendisini anneden ayrıştıramadığı ‘tümgüçlü’ (‘omnipotent’) bütünlüğün (‘primer narsisizm’in) karşılığıdır.
2. O anlamda, Hilal Kaplan’ın, Türkiye’nin Ölmeyen ‘Babası’nda (2011) ‘Atatürkçülük’ üzerinden kurulan tez, bir kurucu dinamik işleyiş olarak, kendi kültürel/inanışsal aidiyet çevresi için de geçerlidir. Mesele, kendiliksel kuruluşumuza nezaret ve refakat eden ideal ve onunla kurduğumuz ilişkidedir.