Suriye konusunda sıcak gelişmelerin yaşandığı, haritaların yeniden çizildiği, Türkiye’nin de sıcak savaşın içine resmen girmiş olduğu bu dönemde ülkemizdeki 3 milyon civarında Suriyeli mülteciyi nasıl bir gelecek ve geri döneceklerse nasıl bir ülke bekliyor? Toprak bütünlüğü sağlanmış bir ülke mi yoksa insanlarla birlikte insanlığı da öldüren, bu defa bölgeyi ve hepimizi sarsacak yeni güç savaşlarının yaşanacağı bir coğrafya mı?
Küresel siyaset arenasında gelişmeler bu kadar sıcak ve değişken iken, Salt Galata’da devam eden ‘’Kim Kimi Güverteden Atar?’’ başlıklı sergi Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye ve Avrupa’ya bakışlarına odaklanan çarpıcı bir dizi çalışmayı biraraya getiriyor.
Viyana’da yaşayan ve ekonomi, demokrasi, küresel ısınma, direniş biçimleri ve toplumsal alternatifler gibi meseleler üzerine çalışan Oliver Ressler’in son 12 yıldaki üretimlerinden oluşan sergi, göç, sınırlar, yurttaşlık, sermaye ve alternatif ekonomileri irdeleyen fotoğraf işleri, duvar yazıları, filmler ve enstalasyonları bir araya getiriyor.
Kim Kimi Güverteden Atar? sergisinde iki farklı mülteci tipinden söz ediliyor. İlki, Türkiye’ye sığınmış ve asıl hedefi Avrupa’ya geçmek olan mülteciler, diğeri ise Türkiye’de olup Suriye’de savaşın bitmesini bekleyen ve savaş biter bitmez evlerine dönmek isteyenler. Serginin çarpıcı işlerinden biri olan 30 dakikalık, ‘’Türkiye’de Suriyeli mülteci yok’’ başlıklı videosunda kulak verdiğimiz kişiler, işte burada birlikte yaşadığımız mülteciler.
Avrupa’dan “iltica” dilenmeyi reddederek hayatını burada sürdürmeyi seçen Suriyeli bireylerle yapılmış mülakatlardan oluşan bu filmde gazeteci, mühendis, grafik tasarımcı gibi, kendi ülkelerinde ‘’iyi’’ birer meslek sahibi, burada ise bir ‘hiç’’ olan mültecilerin “misafirlik” durumunu izliyoruz.
Avrupa’nın mülteci politikalarına sert eleştiriler getiren mülteciler, Suriye’de işkence görmüş, hapishanelerde kalmış binlerce insanın binbir zorlukla kendilerini Avrupa yollarına attıklarını ancak buraya kadar yaşadıkları yetmezmiş gibi gittikleri Avrupa ülkelerinde saldırgan ve ırkçı tutuma maruz kaldıklarını hatırlatıyorlar. Dolayısıyla filmde de vurgulandığı gibi Avrupa’ya geçmeyi başaran mültecilerin çok değil bir ya da iki kuşak sonra gittikleri ülkelere büyük bir hınç ve öfke besleyerek yaşayacaklarını ve bunun da dünya için başka bir sorun yumağı olarak beklediğini unutmamak gerek.
Enteresandır, Türkiye’de mülteci karşıtı muhtelif eylemler olduğu halde Avrupa’dakine benzer bir ırkçılığın olmadığını hatta sınırda mültecilerin vurulmasının esas sorumlusunun Avrupa hükümetleri olduğunu söyleyen bir mülteci Türkiye’ye karşı öfke beslemediklerini vurguluyor;
‘’Son aylarda Türkiye- Suriye sınırından geçmek isteyenleri Türk askeri vuruyordu. Ama aynı asker Avrupa ile Türkiye anlaşmasından önce sınırdan geçmemize izin veriyordu, hiçbir kontrol yoktu. Şimdi her şey değişti. Askerin mültecileri vurmasını Avrupa emrediyor. Türkiye’nin yapabileceği hiçbir şey yok. Biz Türkiye’ye öfke duymuyoruz. Türkiye bize Avrupa gibi kötü davranmadı. Burada bazı muhalif partiler nefret söyleime başvurmuş olsalarda Türkiye’de insanların çoğunun bu söylemleri paylaşmadıklarını, hatta bundan utanç duyduklarını biliyoruz. Dünyada sınırlarını mültecilere açan tek ülke burası. İngiltere’ye bakın, Suriyeli bir çocuğa yanında eşilkçisi yoksa ülkeye girme izni vermiyorlar. Türkiye bize böyle davranmadı’’.
Filmde 15 Temmuz darbe girişimi sonrası mültecilerin yaşadıklarına da yer veriliyor. Mülteciler, Türkiye’nin istikrar ve yönetimini tehdit eden bir krizin ortasında kendi durumlarının kırılganlıklarını anlatıyorlar. Mülakat veren kişilerden biri Mısır örneği üzerinden durumlarını şöyle aktarıyor ;
‘’Misafiri olduğumuz ülkede siyaseten taraf olmamalıydık’’
‘’Türkiye’de darbe girişimi olduğunda aklıma gelen ilk soru, peki şimdi nereye gideceğim sorusu oldu. Suriye’den ayrılmak zorunda olunca önce Mısır’a gitmiştim. Mısır’da yaşayan milyonlarca Suriyeli’den bir olarak darbe olmadan önce yaşantımızda büyük bir sorun yoktu. Ne zamanki Mursi devrildi bizim geleceğimiz de belirsizleşti. Ülkenin Cumhurbaşkanı artık yoktu ve başımıza ne geleceğini bilmiyorduk. Ancak Mısır’da yaşayan Suriyeli mülteciler olarak beu konuda hatalıydık. Dönemin iktidarını destekledik. Misafir olduğumuz bir ülkede siyaseten taraf olmamamız gerekiyordu ama biz olduk’’.
Ressler’in göç, sınırlar, yurttaşlık, sermaye ve alternatif ekonomileri irdeleyen fotoğraf işleri, duvar yazıları, filmler ve enstalasyonlarını bir araya getiren sergide Stranded [Kıyıya Vurmuş] (2015) adlı fotoğraf serisindeki erkekler, tıpkı politikacı ve yöneticiler gibi takım elbise giyiyorlar. Bu fotoğraflar, mevcut ekonomik düzendeki yöneticilerin -şirketlerin kâr etmesi ve insanların ölmesi dışında bir alternatif olmadığını iddia edenlerin- önce işten, sonra da güverteden atılmasının olası sonuçlarını irdeliyor.
The economy is wounded – let it die! [Ekonomi yaralı - bırakın ölsün!] (2016) adlı çalışma ise, her gün yeni ekolojik ve toplumsal felaketlere yol açan küresel ticarete bağımlı ekonomik düzeni hatırlatır şekilde, batan konteyner gemileri ve diğer deniz taşıtlarıyla dolu bir deniz manzarasını gösteriyor. Sergideki tüm bu işler, güncel meselelerin süregelen bir küresel krizin iç içe geçmiş yüzleri olarak okunabileceğine işaret ediyor.
Dolayısıyla hal böyleyken ve yeri gelmişken belirtelim; ciddi bir sorumluluk gerektiren ‘’gazetecilik’’ mesleğim ifa eden Yılmaz Özdil’in 23 Aralık tarihli Sözcü gazetesinde son derece ırkçı bir söylemle yazabildiği ve onbinlerce okurunun sosyal medyada paylaştığı ‘’Suriye Şehitleri’’ gibi yazılar mültecileri hedef tahtasına oturtarak ülkede yaşanması hiç istenmeyecek türden bir linç haline yol yapmaktan öteye gidemez. Ve unutmayalım, bu ülke Suriyelilerin çalıştıkları ve yaşadıkları yerlerin yakılıp yıkılmasıyla, daha fazlasının dövülüp darp edilmesi ve toplumsal nefretin objesi haline gelmesiyle daha iyi bir yer olmuyor.
Siz istediğiniz kadar ‘’Türkiye’de Suriyeli mülteci yok’’ deyin, yaşananlar onların da bu ülkede var olduklarını ve bu durumun devletin sosyal politikalarına yansımak zorunda olduğu gerçeğini yok etmiyor.
Not: Bu vesileyle Yılmaz Özdil’e hiç olmazsa bu sergiyi görmesini tavsiye edip yazısındaki nefret söylemini gözden geçirmek adına iyi bir fırsat bulacağını iletmiş olalım. Sergi 15 Ocak 2017’ye dek Salt Galata’da izlenebilir.