CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, krizin yaşandığı 11 Mart gününe dair Başbakan Binali Yıldırım'a çağrıda bulundu. Kılıçdaroğlu, "Sayın Yıldırım’a sesleniyorum. Krizin yaşandığı gün Hollanda Başbakanı’yla 8 kez konuştuğunuz ifade edildi. 8 kez neyi konuştunuz? Umarım gizli değildir, çıkın bunu millete anlatın" dedi.
Hollanda'yla yaşanan diplomatik krize ilişkin değerlendirmelerde bulunan Kılıçdaroğlu, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kara'nın Hollanda'dan sınır dışı edilmesine ilişkin olarak "Asla kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti bu kadar rencide edilmemişti. Hollanda'yla ilişkilerin tamamını askıya alın. Osmanlı döneminde bile bu kadar rencide olmamıştık. Sayın Cumhurbaşkanı sen bunun bedelini ödeyeceksin diyor. Nasıl ödeyeceksin. Ya diline hakim olacaksın ya da bu tür boş laflarla milleti gaza getirmeyeceksin" diye konuştu.
Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 14 Mart Tıp Bayramı nedeniyle Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda düzenlenen etkinlikte konuşmasının partisinin grup toplantısıyla aynı zamana denk gelmesini eleştirdi. Kılıçdaroğlu, "Toplumun, medyanın büyük bir baskı altında tutulduğunu biliyorum. Bizim sesimiz çıkmasın diye özel çaba harcandığını da biliyorum. Bizim salı toplantılarını nasıl engelleriz diye özel bir çaba harcandığını da biliyorum" dedi.
Partisinin grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu'nun açıklamasının tam metni şöyle:
Hepinize gönül dolusu sevgiler sunuyorum.
Toplumun büyük bir baskı altında tutulduğunu biliyorum, medyanın büyük bir baskı altında tutulduğunu biliyorum; bizim sesimiz çıkmasın diye özel çaba harcandığını da biliyorum, bizim Salı toplantılarını nasıl engelleriz diye özel bir çaba harcandığını da biliyorum ama ne yaparlarsa yapsınlar bu ülkenin insanları eninde sonunda hayırlı bir iş yapacaklardır. Baskılardan yılmayacağız.
Baskılardan niye yılalım, biz haklıyız. Ülkemizin davası için mücadele ediyoruz, ülkemizin bekası için mücadele ediyoruz, çocuklarımızın geleceği için mücadele ediyoruz. Biz cebimizi düşünmüyoruz, biz vatandaşın cebini düşünüyoruz. Vatandaş evinde nasıl huzur içinde yaşar, biz onu düşünüyoruz. Dolayısıyla, bize yönelik baskılar vız gelir tırıs gider, hiç önemli değil. Adım adım, cadde cadde, sokak sokak gezeceğiz ve anlatacağız.
Adıyaman Samsat’ta yaşanan bir deprem hadisesi var. Arkadaşlar bilgi verdiler, 2 bin konut hasar görmüş, bunun 1 500’ü ağır hazar gören konutlar. Umarız kısa süre içinde buradaki yaralar tedavi edilir.
Bugün Tıp Bayramı, 14 Mart 1919. Bu tarihte tıbbiyeli Hikmet İstanbul’un işgalini protesto etmek için tıbbiyelileri organize ediyor. Düşman askerleri Marmara’da gemileriyle bekliyorlar. Tıbbiyeli Hikmet bunun mücadelesini veriyor. Dolayısıyla o tarihten sonra kutlanan her Tıp Bayramı bu ülkenin bekası için verilen mücadeleyi bize hatırlatıyor. Tıbbiyeli Hikmet Sivas Kongresine de katılıyor. Mandanın tartışıldığı bir ortamda kürsüye çıkıp şunu söylüyor: “Biz mandaya karşıyız. Eğer siz mandayı savunursanız –Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e- size de karşı oluruz” diyor. Biz bu ülkenin bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunuyoruz” diyor. Bütün sağlık çalışanlarının bayramlarını kutluyoruz. Gönlümüz yüreğimiz onlarla birlikte.
Aramızda mağdur aileleri var; onlara hoş geldiniz diyorum. Sizin haklarınızı savunacağız. Masum insanların hakkını savunmak bizim görevimizdir, eğer insansak insan gibi davranmak zorundayız. Eğer bizim insanlarımız bir sorun yaşıyorsa, onların kimliğine bakmadan, inançlarına bakmadan, yaşam tarzlarına bakmadan bu memlekette her vatandaş gibi onlar da özgürce yaşayabilmeliler. Onların da sorunlarına eğilmeliyiz ve sorunlarını çözmek için mücadele etmeliyiz.
Geçen hafta Adapazarı’ndaydım. Adapazarlı beş bin kadına, bu Anayasa değişikliğinin neler getirdiğini anlattım. Sonra bir grup mağdur ailesiyle görüştüm. Emin olun, büyük insanlık dramları var, insan haklarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan insan dramları var. Bunlardan birisini anlatayım. 15 Temmuz darbesinden sonra bir asker gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, lojmandan çıkarılıyor. Annenin 13 yaşında bir çocuğu var. Babasına gidiyor. Babası evde yatalak, yatağa bağlı. Hiçbir geliri olmadığı için “Evde bakım hizmetlerinden yararlanmak istiyorum. Babama bakıyorum, evde bakım hizmetlerinden yararlanmak istiyorum” diye başvuruyor.
Evde bakım hizmetlerinde bulunanlara devlet bir sosyal yardımda bulunuyor. “Neden babanızın yanına taşındınız?” diyorlar. “Eşim darbe girişiminden ötürü gözaltına alındı, tutuklandı, şu anda yargılanıyor. Eşim masum ama hâkimin karar vermesi lazım, bizim karar vermemizin bir önemi yok.” “Siz evde bakım parası alamazsınız” diyorlar. 13 yaşındaki çocuğuyla beraber açlığa mahkûm ediliyor. Biz böyle bir devleti kabul etmiyoruz, biz sosyal devleti savunuyoruz.
13 yaşındaki çocuk da bizim çocuğumuz, yatağa bağlı yatalak baba da bizim babamız. Değerli arkadaşlarım, bunu hangi vicdan kabul eder, hangi ahlak kabul eder bunu? Biz bunu dile getirdiğimizde bizi suçluyorlar. Ben, insan haklarını sonuna kadar savunacağım, biz insan haklarını sonuna kadar savunacağız; her zaman mazlumun yanında olduk, mazlumun yanında durmaya da devam edeceğiz, herkes bilsin.
Dün Güvenpark’ta yaşanan bir dramla ilgili, bir terör eylemi nedeniyle Güvenpark’ta hayatını kaybeden ailelerin çocukları, babaları, anneleri bir araya geldiler. Güvenpark’ta 30 kişi hayatını kaybetti. Aileler soruyorlar: “Bizim çocuklarımız öldü, babalarımız öldü, annelerimiz öldü, bizim çocuklarımızı, babalarımızı, annelerimizi, hayatını kaybedenleri neden şehit saymıyorsunuz? Neden bizim sorunlarımızla ilgilenmiyorsunuz? Yaralılarımız var, onları neden gazi ilan etmiyorsunuz?” Sorunları çözülmedi diye şikâyet ediyorlar, meydanlara çıkıp şikâyet ediyorlar. Terörden çok şey çektik, büyük acılar çektik terörden. Ben bütün annelere söz veriyorum: Şehit yakınlarıyla, gaziler arasında hiçbir ayrım olmayacak. Hangi şehidimiz nerede şehit olduysa olsun herkese eşit muamele yapılacak. Benim şehidim, onun şehidi, benim gazim, onun gazisi olmayacak; bütün şehitler bizim şehidimizdir, bütün gaziler bizim gazimizdir. Ben bunu ilk söylediğimde “ayrım yapıyorsunuz” dediğimde şikâyet etmişlerdi “Ayrım yoktur” diye. Ama bugün, her şey ortaya çıktı ki ayrım var. Biz bu ayrımı kaldırmaya kararlıyız değerli arkadaşlarım.
Bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım, Hollanda ve Almanya ile bir kriz yaşadık, hâlâ devam ediyor. İlk duyduğumda emin olun çok üzüldüm sizler gibi. Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanları, bir bakanı havada geri döndürülüyor, izin verilmiyor “Hollanda’ya giremezsin” deniliyor. Bir başka bakan Hollanda’dan sınır dışı ediliyor ve çıkarılıyor. Bu, asla kabul edilemez, asla. Türkiye Cumhuriyeti bu kadar rencide edilmemişti. Bir bakanının sınır dışı edilmesini asla kabul etmiyoruz. İlk tepkimiz şu olmuştu: Diğer dış politikada yaşanan olumsuzluklar gibi bir tabloyu yaşamayalım, ne gerekiyorsa yapın sonuna kadar sizin arkanızda olacağız, ne gerekiyorsa yapın. Hollanda ile ilişkilerin tamamını askıya alın. Osmanlı döneminde bile bu kadar rencide olmamıştık. Bugün açıklamalar oldu, yaptırım uyguluyoruz! Neymiş? Hollanda büyükelçisi Türkiye’ye gelmeyecekmiş! Zaten burada değil ki büyükelçi. Sen kendi büyükelçini çektin mi? Çekmediler. Niye çekmiyorsun? Neden sert önlemler almıyorsun? Milleti gaza getiriyorsun, arkadan “Önlem aldık” diyorsun ve milleti kandırdığını sanıyorsun. Ne gerekiyorsa yapacaksın kardeşim. Sen rencide olmayabilirsin, ben rencide oluyorum. Ben bu ülkenin çıkarlarını savunmak zorundayım. Her türlü yaptırımın uygulanması lazım.
Bakın şimdi değerli arkadaşlar, Dışişleri Bakanı “Yaptırımımız çok ağır olur” diyor. Hangi ağır yaptırımı uyguladılar? Çok ağır bir yaptırım uyguladılar! Ekonomi Bakanı “Ekonomik yaptırım uygulanması söz konusu değil” diyor. Sayın Cumhurbaşkanı “Sen bunun bedelini ödeyeceksin.” Nasıl ödeyecekler? Merak ediyorum, nasıl ödeyecekler. Lafa gelince tamam, okkalı laflar var; işe gelince ortada bir şey yok. Ya diline hâkim olacaksın, büyük söz söylemeyeceksin -ama büyük lokma yutabilirsin- ya da bu tür boş laflarla milleti gaza getirmeyeceksin. Yazık günahtır bu ülkeye. Neden gaza getiriyorlar, onu size anlatayım, neden bunu yapıyorlar çünkü referandum var, acaba buradan bir şeyler koparabilir miyiz, vatandaşı evete ikna edebilir miyiz, bunun arayışı içindeler. Size örnek vereceğim, bu hükümetler döneminden örnek vereceğim. 4 Aralık 2012, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı resmî bir heyetle uçağa bindi Irak’a gitmek üzere. Irak hükümeti izin vermedi, bakanın uçağı geri döndü, geldi Kayseri’ye indi. Hiçbir tepki oldu mu arkadaşlar buna? Millet ayağa kalktı mı? Gazeteler boy boy haber verdi mi? Niçin olmadı? Çünkü referandum yoktu. Bakan hükümetin bakanı, yine biz tepkiyi gösterdik. Havada geri döndürülüyor, tıpkı şimdiki bakan gibi, Kayseri’ye gidiyor, üstelik yanında resmî heyet de var, bir enerji toplantısına katılıyor, tepki? Tık yok.
4 Temmuz 2003, Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde 11 Türk askerinin başına çuval geçirildi, hükümetten bir tepki geldi mi? Tık yok. Gazeteciler dönemin başbakanına “Türk askerinin başına çuval geçiren hükümete, devlete nota verecek misiniz, protesto edecek misiniz” diye soruyorlar. Dönemin Başbakanı “Ne notası veriyorsun, müzik notası mı?” diyor. Bakın arkadaşlar, unutmayın, bu ülkenin insanının, bu ülkenin askerinin başına çuval geçiriliyor tık yok. Niçin? Referandum yok, şimdi referandum var, şimdi asarız keseriz dönemi. O dönem ses bile yok. Sadece bu mu? Hayır. Avrupa ülkeleri sırayla tek tek sözde soykırımı kendi parlamentolarından geçirdiler değil mi? Geçirdiler. Fransa geçirdi, Almanya geçirdi, hepsi yaptı bunu. Kıyameti kopardık, Fransız mallarına almayacağız, şunu yapacağız, bunu yapacağız, gösteriler yapıldı, Fransız Büyükelçiliğine yürüdüler, sonra ne oldu? Sonra şu oldu: Hükümetin Tarım Bakanı Fransa’ya gitti, Fransız tarımına yaptığı katkılardan ötürü şövalye madalyası aldı. Evet arkadaşlar, Fransız tarımına yaptığı katkılardan ötürü Fransız Şövalye madalyası aldı. Bir tepki var mıydı? Yoktu. Neden? Referandum yoktu, bir şey yoktu.
Sadece bu mu? Hayır. Danimarka’da Sevgili Peygamberimizin karikatürleri yapıldı, kıyamet koptu, sadece Türkiye’de değil bütün İslam dünyasında. Dönemin Danimarka Başbakanı sessiz kaldı. Peki, Türk hükümeti ne yaptı? Hatırlayan var mı? Sessiz kalan o dönem Danimarka Başbakanı NATO Genel Sekreteri olurken olumlu oy kullandı NATO Genel Sekreteri olsun diye. O dönem referandum mu vardı? Referandum yoktu. Şimdi, aslan kesiliyor.
Sadece bu mu? Hayır. 9 vatandaşımız, Gazze’ye giderken açık denizde İsrail askerleri tarafından şehit edildiler, öldürüldü, katledildiler. Dönemin Başbakanı “Ben varken İsrail’le normalleşme olmaz” dedi, 18 Temmuz 2014. Yine söylüyor “Gazze ablukası kalkmadan İsrail hükümetiyle bir araya gelemeyiz.” Gazze ablukası kalktı mı? Kalkmadı. İsrail’le normalleşme oldu mu? Normalleşme oldu. Bunu söyleyen adamlar aynı yerlerinde duruyorlar mı? Duruyorlar. Milleti o dönem gaza getirdiler mi? Gaza getirdiler. O dönem ne vardı? Seçimler vardı. Şimdi, bir köşede duruyorlar. 20 milyon dolara Türkiye’nin itibarını sattılar. Söyledikleri hiçbir sözün arkasında durmadılar.
12 Nisan 2004, Rauf Denktaş Türkiye’ye gelip Kıbrıs’la ilgili bir miting yapmak istiyor. Dönemin Başbakanı şunu söylüyor: “Yani yapılacak bir şey varsa, buyur, Kıbrıs’ta onu yap. Niçin Türkiye’de miting yapıyorsun? Ne anlatacaksan Kıbrıs’ta anlat.” Ya, Kıbrıs bizim milli davamız. Rauf Denktaş da Kıbrıs açısından efsane kişi, miting yapmasına izin verilmiyor.
22 Haziran 2012, Rus uçağı düşürüldü angajman kurallarına uymadı diye. Kıyameti kopardılar mı? Kopardılar. Talimatı ben verdim yarışına girdiler. Sayın Cumhurbaşkanı “Talimatı ben verdim” dedi, Sayın Davutoğlu “Sen değil, ben verdim” dedi. Neyse, talimatı verdiler, uçağı düşürdüler. Sayın Cumhurbaşkanı şunu söylüyor: “Aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye’nin yine aynı karşılığı vereceğiz. Ruslar aynı ihlali bugün yaparlarsa aynı karşılığı vereceğiz” diyor, güzel.
Yine devam ediyor: “Türkiye’nin Rusya’dan özür dilemeyeceğini ve sınır ihlalinde bulunan Rusya’nın özür dilemesi gerektiğini” söylüyor. Ne oldu? Millet ayaklandı, toplantılar yapıldı, Parlamento toplandı, Rus Büyükelçiliğine yürüdüler, hepsi oldu. Ne oldu? Gittiler Rusya’ya teslim oldular; bir özür mektubu yazdılar, Putin’in ayağına gittiler “Kusura bakma, biz ettik sen etme” dediler ve kendilerine göre Rusya ile barıştılar. Peki, Türkiye’nin itibarı ne oldu? Bunlar yok.
Değerli arkadaşlarım, daha önemlisi ilk kez biz bu hükümetler döneminde toprak kaybına uğruyoruz. Bunu da ben söylemiyorum. Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Kurmay Albay Ümit Yalım söylüyor, diyor ki: “1934 tarihli İngiliz haritasında ve 1951 tarihli Amerikan haritasında Ege’deki Bulamaç Adasının 12 ada deniz sınırının dışında ve Türkiye’ye ait olduğu açıkça gösteriliyor” hem 1943 hem de 1951 kayıtlarında Bulamaç Adası Türkiye’ye ait. Şimdi Bulamaç Adasında Yunanistan bayrağı dalgalanıyor, Yunanistan askerleri orada. Buna ses çıkaran var mı? Konuşan var mı? Ya, bu bir toprak kaybıdır, Türkiye tek taşını bile veremez derken, adaları teslim ediyoruz, sesini çıkaran var mı? Hayır.
Münbiç’e giriyoruz, Rakka’ya giriyoruz! Girdiler mi? Hayır. “Efendim, gideceğim Almanya’ya, Almanya’ya gideceğim! Almazsanız içeriye kıyameti koparırım.” Git kardeşim, niye konuşuyorsun? Sen Almanya’ya git, Almanya’ya seni almazlarsa hep beraber kavgasını verelim. Lafa gelince laf çok, işe gelince olmuyor.
İsrail’de daha yeni karar hoparlörle ezanın okunması yasaklandı, karar çıktı; iki oylama daha var İsrail Parlamentosunda. İtiraz eden kim? Biziz. Bu Ankara’daki beyler itiraz ediyorlar mı? Hayır, dut yemiş bülbül gibiler. 20 milyon dolar aldılar ya, tamam artık, her şeyi satabilir. Böyle bir şey olabilir mi değerli arkadaşlar. Ne diyorlardı? “Kimse Türkiye’nin gücünü test etmesin.” Allah aşkına, Türkiye’nin gücünü test etmeyen kim kaldı? İtibarı bu kadar zedelenen başka bir dönem hiç olmamıştır.
Değerli arkadaşlarım, dış politikada az konuşacaksınız öz konuşacaksınız, dilinize hâkim olacaksınız. Dış politikanın ayrı bir dili vardır, o dilden sapmayacaksınız. Memleketin çıkarlarını savunacaksınız. Dış politikanın milli olması lazım. Dış politikada iktidar muhalefet olmaz. Hollanda bir şey yaptıysa hem iktidarı hem muhalefeti mücadele ediyor, arkasında duruyor o hükümetin, gereğini yapın diyor. Öyle uyduruk gerekçelerle falan yola çıkmayın, oturun adam gibi ne gerekiyorsa sonuna kadar yapın, biz de size her türlü desteği vereceğiz diyoruz ama değerli arkadaşlarım, ortada bir şey yok. Peki, dış politikada hata yaparsanız fatura kime çıkar? Sanayiciye çıkar, esnafa çıkar, turizmciye çıkar, otelciye çıkar, hepsine çıkar. Orta Doğu’yu kana buladık, Libya’ya kadar uzandık, Türkiye’nin itibarını sarstık, şimdi sıra geldi Avrupa’ya Avrupa ile kavga ediyoruz. Çok açık ve net olarak Sayın Binali Yıldırım’a bir çağrıda bulunuyorum: Krizin yaşandığı gün Hollanda Başbakanı ile 8 kez telefonda konuştuğunuz ifade edildi. Telefonla 8 kez neyi konuştunuz, ben bunu merak ediyorum. Umarım gizli değildir, çıkın millete anlatın, bunu bilmek zorundayız.
Değerli arkadaşlarım, devletin parasıyla, uçağıyla, forsuyla, arabasıyla evet propagandası yapıyorlar. Bir daha söylüyorum, devletin uçağıyla, devletin forsuyla, devletin arabasıyla, makam arabalarıyla evet propagandası yapıyorlar. Bir de dönüp diyorlar ki “Biz mağduruz.” Ya asıl mağdur olan biziz. Parayı siz kullanıyorsunuz, uçakları siz kullanıyorsunuz, arabaları siz kullanıyorsunuz, forsları siz kullanıyorsunuz dönüp diyorlar ki “Biz mağduruz” Asıl mağdur olan biziz. Siz, bizim paramızla bizim aleyhimize propaganda yapıyorsunuz.
Bakın değerli arkadaşlarım, işin bir başka yüzünü size anlatayım. 2008’de bu Meclisten bir kanun çıktı. Yurt dışında seçmenlerimiz, Türk vatandaşları nasıl oy kullanacaklar. 94’ün (a) maddesi, ilgili madde “Yurt dışı seçmenler, milletvekili genel seçimi, cumhurbaşkanı seçimi ve halk oylamasında oy verebilirler.” Güzel. “Yurt dışı seçmenler sadece seçime katılan siyasi partilere oy verebilirler.” O da güzel. “Yurt dışında ve yurt dışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz.” Bir daha okuyorum: “Yurt dışında ve yurt dışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz.” diyor. Devletin parasıyla, devletin uçağıyla gidiyorlar açıkça suç işliyorlar, kanunu bir tarafa bırakıyorlar, çıkardıkları kanuna uymuyorlar ve propaganda yapıyorlar. Bir de diyorlar ki “Biz mağduruz.” Kim mağdur arkadaşlar? Allah aşkına, kim mağdur?
Şimdi bakın değerli arkadaşlarım, emin olun inanarak söylüyorum, referandumda evet oyu çıkmasını en çok bu Avrupalılar istiyor, en çok bunlar istiyorlar. Niye böyle bir krize imkân veriyorlar? Gazetelerinde “Hayır oyu kullanın” diye manşet atıyorlar. Ne demektir bu? Evet oyu kullanın demektir bu. Ben, böyle uluslararası bir kriz çıktığında döner tarihe bakarım tarihte ne oldu diye. Bir tarih dergisi arkadaşlar, tarih dergisinin 84’üncü sayfasını açıyorum “Ne iyi ettiniz de parlamentoyu bertaraf ettiniz” diyor, başlık bu “Ne iyi ettiniz de parlamentoyu bertaraf ettiniz.” Bu laf ne zaman söylenmiş? 13 Şubat 1878’de, Osmanlı Meclisi Mebusanı kapatıldığı zaman Avrupalıların kullandığı cümledir bu cümle, parlamentoyu istemiyorlar. Bu lafı kim etmiş? Meclisi Mebusan tutanaklarında var değerli arkadaşlarım bunlar. Prens Bismarck şu açıklamayı yapıyor: “Ne iyi ettiniz de parlamentoyu bertaraf ettiniz. Sizin gibi tek milletten ibaret olmayan devletlerde parlamentonun faydasından ziyade zararı olur.” Hep söylüyorum ya, bir kişiyi ele geçirdiğinizde devleti ele geçireceksiniz bu anayasa değişikliğiyle. Bir kişiyi ikna ettiğinizde Türkiye Cumhuriyeti devletini ele geçireceksiniz. Yıllar yılı bu hayal peşinde olanlar vardı, aynı tuzak hazırlanıyor. Sadece kendileri için değil, çocukları için de gelecek hazırlıyorlar. 18 yaşındaki çocuklarına milletvekilliği verecekler; ömür boyu askerlikten muaf tutacaklar, iki yıl milletvekilliği yaparsa ballı emeklilik aylığına hak kazanacaklar. Bunu da havuz medyasının bazı köşe yazarları “Kılıçdaroğlu bunu yanlış söylüyor” diye söylüyorlar. Açarsın bakarsın kanuna doğru mu söylüyoruz, yanlış mı söylüyoruz. Bu kadar ballı bir kaymağı manavın oğluna verirler mi? Bakkalın oğluna verirler mi? Vermezler, kendi çocukları için yapıyorlar. Şimdi, parlamentoyu fesih yetkisi veriyorlar.
Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla hep beraber –söyledim, yine söylüyorum- düşüneceğiz sandığa giderken. Bakın, 1 Mart tezkeresini kimse unutmasın. 1 Mart tezkeresinde bir hükümet ikna edildi ama 1 Mart tezkeresi Parlamentoda görüşülürken Türkiye Büyük Millet Meclisi ikna edilemedi, Meclisin bu kadar önemi var. Şimdi Meclisi işlevsiz hâle getiriyorlar; yetkilerini elinden alıyorlar, bütün yetkiyi bir kişiye verelim diyorlar. Tarihte yaşadığımız bütün olumsuzlukları yeniden yaşamayalım. O olumsuzlukları aşmak için büyük bedeller ödedik, yeniden bedeller ödemeyelim.
Hepinize en içten sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum değerli arkadaşlar.”