Sosyal bilimler alanında hem Türkiye’de hem de dünyada akademinin saygın isimlerinden olan Çağlar Keyder, "Kapitalist gelişme içinde bu tanımlandığı şekliyle orta sınıf (tarım sektörü dışında) giderek küçülmüştür. Ama onun yerine “Yeni Orta Sınıf” (YOS) diye bir kesim nüfusa oranla sürekli bir artış göstermiştir" diye konuştu.
Keyder, konusakonusa.org'tan Onur Özgöde, Defne Över ve Begüm Adalet'e şunları söyledi:
"Bu sınıftaki insanların kendilerini sübjektif olarak nasıl gördüklerini, toplumda nasıl algılandıklarını da göz önüne alarak bakarsak, Yeni Orta Sınıf mensuplarının toplumdaki konumlarının öncelikle eğitimli olmalarının getirdiği statüden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Tabii bu kesimin kendi içinde de ayrıştığını tahmin etmek zor değil: daha iyi okullara gitmiş olanlar, daha çok dil bilenler, yurtdışı tecrübesi daha zengin olanların statüsü de daha yüksek oluyor. Yüksek statüye izin veren kültürel sermayelerini koruyabilmek için global düzeyde kendileriyle aynı konumda olan insanların lifestyle’larını tüketim ve eğlence/tatil alışkanlıklarını takip ediyorlar."
Türkiye’de YOS eski orta sınıf ve muhafazakar kesim ile nasıl bir ilişki içinde? Toplumsal rolünün yanında, YOS siyasî aktör olarak ne gibi niteliklere sahip? Bu sınıfın siyasete katılımı ne anlama geliyor?
"Türkiye gibi toplumsal gelişmesini hızla sürdüren bir ülkede daha eğitimli, daha kentli, ve daha küresel bu kesimin gelenekselle arasına bir mesafe koyacağını da düşünebiliriz. Eski orta sınıf, hatta YOS’nin eski dönemlerdeki mensupları toplumun çoğunluğuna hakim olan normların çok da dışında değildi. Günümüzdeki YOS’nin özelliği ise yatay küresel ilişkiler içinde olması, kültürel tüketim alışkanlıklarını kendi benzerleriyle paylaşması. Diğer bir özelliği de bu sınıfın şimdiki ve müstakbel mensuplarının kendi konumlarında eşlerle evlenebilmeleri."
"Türkiye özelinde YOS aidiyetinin çoğunlukla seküler bir tutumla da çakışacağını söylemek mümkün. Bu tabii ki sadece ideolojik bir seçim olamaz; adı geçen gruptaki insanlar—özellikle de daha üst tabakada olanlar ve bu konumu arzulayanlar—nüfusun geri kalanına nazaran daha modern sektörlerde ve daha modern iş ortamlarında çalışıyorlar. Küreselleşmeden daha çok etkileniyorlar, yaşam pratiklerinde de bu maddi koşullara uygun seçimler yapıyorlar. Başarılarına orantılı olarak da daha meritokratik ve alışılmışı yüceltmeyen bir perspektife sahip olacaklarını da öngörebiliriz."
"Görüldüğü gibi YOS olarak tanımladığımız kesimin AKP’nin esas oy tabanıyla kesiştiğini söylemek zor. Bu oy tabanı içinde eski orta sınıf da var, ve herhalde objektif olarak işçi sınıfı olarak düşündüğümüz kesimler de. Maddi, kültürel ve ideolojik boyutlarda hem içinde yaşanan koşullar, hem de beklenti ve idealler açısından YOS ile ortak nokta pek yok. Kanımca Gezi olaylarının başını çeken ve esas rengini belirleyen İstanbul’da özellikle mevcudiyeti hissedilen yeni orta sınıftı. 1968’le birlikte Batı toplumlarında post-endüstriyel (e.n. endüstriyel sonrası) ve buradan çıkarak post-materyalist (e.n. metaryalist sonrası) döneme ayak atıldığını söyleyebiliyorsak Gezi olayları da Türkiye’nin bu eşiğe yaklaştığını kanıtlıyor. Bu yeni toplumsal hareketlere katılan sayıların artması kamusal alanda hareket etmek isteğini de belirtir, yani insanlar toplumu oluşturan kuralların saptanmasında rol oynayabilecekleri bir platform arayışındalar; devletin kamusal olanı istediği gibi tanımlayıp yine istediğinde kuralları değiştirmesine karşılar. “Onu yap, bunu yapma diyen” babalarının kanunu altında kamusallık mümkün değil. Bu tavrı yenmek ancak kamusallığı güvence altına alan yeni bir toplumsal sözleşme için mücadele ederek mümkün olur."
Son zamanlarda sıkça AKP’nin neo-liberal politikalar üreten bir parti olarak tanımlandığına tanık oluyoruz. Bu ne kadar yerinde bir tespit? Başka bir açıdan bakıldığında, AKP’nin ekonomi ve sosyal politikalarını Keynezyen popülizm ve neo-merkantalizm (siyasî kapitalizm) çerçevesinde de görmek mümkün değil mi?
"AKP’nin özelleştirmelerde, piyasa mekanizmasını yerleştirmekte sergilediği neo-liberal tutum sosyal politika alanında farklı bir görünüm alıyor. Bir kere şunu hatırlatmakta fayda var. Türkiye, Brezilya, G. Kore ve daha birkaç ülkeyle beraber, sosyal harcamaların milli gelire oranla yükseldiği nadir ülkelerden. Son on yılda bu oran üçte-bir kadar artmış, şimdi %15’e yakın. Bu yükselişi popülizm diye küçümsemek yanlış olur. Örneğin Doğu ve Güney Doğu’da yoksullara yapılan nakit yardımının Kürt sorununa yönelik bir politika olduğunu söylemek mümkün. “Sağlıkta dönüşüm” olarak adlandırılan yeni sağlık sistemi ise tüm ülkede popüler ve başarılı; bu yüzden de AKP’ye oy getiriyor. Sağlık hizmetini veren doktorlar ve sağlık işçileri açısından baktığımız zaman tamamen neo-liberal bir düzenleme olarak görülebilen dönüşüm kullanıcılar tarafından çok tatminkar bulunuyor. Bu ayırım önemli: hizmeti alanlar hizmeti verenlerin çalışma koşullarını fazla dert etmiyorlar. Sağlık hizmetlerine erişebilme, bilgilenme, ilaç alabilme gibi konularda yeni sistem eski düzende hayal edilemeyecek düzeyde etkin. Diğer alanlarda olduğu gibi AKP’nin bu başarısında da 10 yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir şekilde iktidar olması önemli bir faktör."
Araştırmalarınızda odaklandığınız temel meselelerden birisi de Türkiye’de kamusal alanın neo-liberal dönüşümü. Bundan kastettiğiniz tam olarak nedir? Neo-liberalleşme öncesindeki dönem ile karşılaştırıldığında kamusal alandaki bu dönüşüm nasıl bir farklılaşmaya işaret ediyor? Kentsel dönüşümde neo-liberalleşmeyi yaygınlaştıran devlet politikalarının rolü nedir?
"Bütün gelişen ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kentlerin büyümesi söz konusu. Bilinen nedenlerle kentler büyüyünce toprak değerleniyor, ve iştah açan bir rant olgusu ortaya çıkıyor. AKP iktidarı TOKİ’yi ortaya çıkararak bu rantın paylaşılmasını kendi tercihlerine uygun bir şekilde dağıtmanın yolunu buldu. TOKİ’nin gözüne kestirdiği devlet malı toprak inşaata açılmış oluyor, ve müteahhitlere veriliyor. Bu inşaat firmaları bunun karşılığında TOKİ’ye orada veya başka bir yerde apartman dairesi veriyorlar. Kentsel dönüşüm projeleri ise üzerinde yerleşim olan kent arazisinde aynı uygulamanın işletilmesi. Kentsel dönüşüme uğrayan mahalleler genelde kent içinde, yani zaten değerlenmiş yerler, dolayısıyla da yenilemek, “geliştirmek” açısından çok cazip. Bu çerçeveyi kamusal alan açısından, özellikle de Gezi olaylarını tetikleyen proje bağlamında düşünebiliriz. Burada İstanbulluların, özellikle de gençlerin en çok kullandıkları kamusal alan Taksim’de herkese açık bir parkın arsasını satmak söz konusuydu. Bu arsayı satın alacak şahıs(lar) herhalde iktidarın yakınları olacak ve şehrin merkezine (yani rantın en entansif (e.n. yoğun) olduğu mekana) kamuya açık bir alan yerine ancak para vererek girilebilecek AVM/otel/kafe gibi bir mekan dikilecekti. Yine devlet, kimseye sormadan geliştirdiği bir projeyi, özel mülk sahibiymiş gibi gerçekleştirmek arzusundaydı. TOKİ’nin önceki uygulamalarına, Sulukule’nin, Tarlabaşı’nın dönüştürülmesine bazı tepkiler gelmişti ama bunlar yeterince geniş bir platform oluşturamadılar. Olay herkesin her an gözü önünde olan Taksim meydanına sıçrayınca tepki de genişleyebildi, ve çok daha doğrudan siyasî bir görünüm aldı. Yukarıda sözünü ettiğimiz yeni orta sınıfın başını çektiği daha etraflı bir harekete dönüştü."
Bu dönüşüm kentliler ve kentli hayatı için ne anlama geliyor?
"Kentin modernleşmeyle beraber anılmasının en önemli nedeni bireylerin kendi cemaatlerinden olmayan insanlarla kamusal alanda karşılaşıp diyaloğa girebilmeleridir. Yani kamusal alan kentin tanımlayıcı özelliklerindendir. Kamusal alanın düşmanı ise mekanları servete, gelire ve tüketim kapasitesine göre ayrıştıran kapitalist gelişmedir. İnsanlar kendilerine benzeyenlerle beraber kapalı sitelerde yaşamaya ikna edilince, mahalleler gelir düzeyine göre ayrışınca, İstiklal Caddesi yüksek tüketim potansiyeli olanlara yönelik mağazalar ve AVM’lerle dolunca, Taksim Meydanı özelleştirilip siyaset yapmak isteyenlere Yenikapı’da bir milyonluk boş meydan tahsis edilince, kamusallığın mekanı da giderek daralır. Kent birleştirici değil ayrıştırcı olmaya başlar; metropolis yerine organik bütünlükten vazgeçmiş bir cemaatler topluluğuna dönüşür."
Şehirleri ucuz emek deposu olarak gören endüstriyel ve hizmet sektörlerine dayalı kalkınma politikalarının kentsel yoksulluğun üretilmesinde içkin bir rol oynadığını düşünecek olursak, bir önceki soruda bahsi geçen öneriniz kentsel yoksulluğun giderilmesinde nasıl bir rol oynayabilir?
"Türkiye İstatistik Kurumu’nun rakamlarına göre son 6 yılda toplam tarım istihdamı %25 kadar artmış. 2007 yılına kadar sürekli azalan bir tarım istihdamı gözüküyor, bundan sonra ise her yıl artış var. Yani, eskiden kente veya kasabaya göçmüş insanların bir bölümü kırsala geri dönüyor. Türkiye’nin nüfus coğrafyasının özellikle son yirmi yılda değiştiğini görüyoruz: ülkenin sahil kesimlerinde, kent ve köylerde, yaşama eğilimi artıyor. Bu yörelerde köylüler emek yoğun ürünlerde uzmanlaşıyor, ama bir yandan da tarım dışı faaliyetlerde ücretli olarak çalışıyorlar. Bu yaşam şekli büyük çapta turizm sektörü sayesinde oluyor. Türkiye’nin kırsal yapısı her zaman kent yoksulluğunu azaltıcı yönde bir faktör olmuştu. Bugünkü konjonktürde ise yeni bir kent/kır dengesi oluşmasında etkili oluyor."
Prof. Çağlar Keyder kimdir?
Dr. Çağlar Keyder, Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü ile Amerika Birleşik Devletleri’nin S.U.N.Y. Binghamton Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Uzun yıllar Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nde de öğretim üyesi olan Dr. Keyder, Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal dönüşümü üzerine ekonomi tarihi, tarihsel sosyoloji ve politik ekonomi perspektiflerinden bakan bir çok akademik çalışmaya imza atmıştır. Orjinali 1987’de İngilizce olarak yayımlanan ve 1989 yılında Türkçe’ye çevrilmiş olan Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Türkiye’de kapitalist dönüşüm üzerine yapılmış çalışmalar içinde klasikleşmiş bir yapıttır. 2000‘li yıllarda, Dr. Keyder’in çalışmaları neo-liberalizm ve küreselleşmenin Türkiye’de toplumsal ve kentsel dönüşüm üzerindeki etkilerine yoğunlaşmıştır. İstanbul: Küreselle Yerel Arasında (2000), Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (2003), Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık Politikaları (2011) ve Bildiğimiz Tarımın Sonu (2013) bu alandaki çalışmalarına örnek gösterilebilir. Türkiye Bilimler Akademisi üyesi olan Dr. Keyder, Oxford, Chicago, UC Berkeley ve Washington Üniversiteleri’nde de ders vermiştir.