T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Kefene girmeye gidenlerle samimi sohbetler" başlığıyla yayımlanan (7 Mayıs 2011) yazısı şöyle:
Kefene girmeye gidenlerle samimi sohbetler
Gazetede sabah toplantısı. Amerika “bir numaralı” düşmanını denize bırakmış. Umman Denizi'ne. Gözünden vurup öldürdükten sonra. Duasını ederek; beyaz bir kefen içinde. Aklım kefenin içinde. Aklım denizin dibinde. Cenazesini görmedik.
Not defterimin bir alt satırı. Aklım bayrağa sarılı tabutlarda. Cenazelerini gördük. Bugün Kastamonu: Ayyıldız eşittir bir polis eşittir bir şehit. Dün Diyarbakır: Kırmızı, sarı, yeşil eşittir dört gerilla eşittir dört şehit.
Birkaç saat sonra Yüksekova'da milliyetçi bir Kürt, dindar bir Kürdü öldürecek. “‘Kürt Kürdü vurdu’ dersek Kürtler alınır” diyecek bir Kürt arkadaşım. “Vurmadı mı,” diyecek bir başkası. Defterime yazacağım: Vurmadı mı? Ama bunu bilmiyorum henüz. O sırada Kürt Kürdü vurmadı daha. “Böyle giderse, Kürtler birbirlerini öldürecekler” diyorum sadece. Bu sefer, yüksek sesle. Neden böyle dediğimi de tam bilmiyorum.
Sabah toplantısı sürüyor. Pusudan konuşuyoruz. Karşı tarafın başkanını öldürmeye kalkarsan, senin başkanına da aynısını yapacaklarını hesaplaman gerekir. “Çünkü” diyor Ahmet Altan, “savaşın bir kuralı vardır. Bir mantığı... O mantığa uyarak savaşırsın.” Kuralları önemseyerek söylüyor. Haklı. Savaşların da bir denklemi var. Ve, evet, orantısı kurulup, ölçüye vurulabilen bir şey şiddet. Gazetenin sabah toplantısı, olaylar kadar, kuralların da konuşulduğu bir yer. Benimse içim eziliyor. Susuyorum. Kimsenin duymayacağı birşeyler söylüyorum susarak. Onları defterime yazıyorum: “Kuralına uygun oynanan bir oyun savaş; belki de bunun için cinnetten bin beter...”
On yıl önce, çeliğin erimesini seyrettiğim o eylül sabahında, cinnet miydi bu, savaş mı yoksa, karar verememiştim. Hatırlıyorum. Günlerce böğüre böğüre ağladım. En çok karnımdaki bebek için korkarak, ve utanarak bundan. 1370 santigrat derecede eriyormuş çelik. Hatırlıyorum. Ve 950 derecede, iki saat boyunca yandığında, bir avuç kül oluyor insan vücudu. Vücudumuz. Ne çok şey öğrendik. Ne çok cenaze gördük. Aklım hâlâ kefenin içinde benim. Denize bırakılan bir cesedin, toprağa gömülen bir cesetten dört kat daha hızlı çürüdüğünü okumuştum bir yerde. Susup, not düşüyorum:“Kül olup savrulabilmek de bir talihtir elbet...” Bu satırla defterimin sayfası doluyor. Tabutların denklemini düşünüyorum. Kül olmanın derecesini. Çürümenin hızını. Bayrağa sarılı tabutların bir bir açılmasını düşünüyorum. Kefenin beyazının toprakta kaybolduğu o ilk anı... Vedayı. Toplantı da bitiyor nihayet.
Öldürmekle barışabilmiş bir insan türü
Cebinde Fransız ve Amerikan pasaportlarıyla dünyayı dolaşıp duran, Paris’te Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde çalışırken, bir yandan da okyanusun öte yakasındaki Michigan Üniversitesi’nde ders veren 1952 New York doğumlu antropolog Scott Atran için tek soruyla başlamış her şey:“Kendimden başka tür bir insan olmak nasıl bir şey olurdu acaba?”
Başka bir insan demiyor bakın, başka tür bir insan diyor; zaten beni de ilk bu sözüyle durdurdu kitap. Nedense tırtıllarla kelebekleri düşündüm. Atran'ın ABD'de 2010 sonunda yayımlanan kitabının adı,Talking to the Enemy: Violent Extremism, Sacred Values and What it Means to be Human (Düşmanla Konuşmak: Şedid Aşırıcılık, Kutsal Değerler ve İnsan Olmanın Anlamı). İnsan olmanın anlamı, diyor bakın; sadece insan olmanın. Sahiden böyle bir anlam varsa eğer, içinde sessizce ipeğimizi dokuduğumuz bir örnek kozalarımız varsa yani senin ve benim; burada bize hayattaki her şeymiş gibi ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bu geçici uğraşa böylesine gömülmüşken, kendimizden başka bir tür insanın da olma ihtimalini nereden bileceğiz? O türü nasıl anlayacağız? Kozasındaki tırtıl, kozayı parçalayıp giden kelebeği ne kadar görür? Bir tırtıl ya da bir kelebek, bu kısacık ömrüne dut yaprağına bırakılmış bir yumurta olarak başladığını ne kadar düşünür?
Bu yumuşak sorularıma sert cevaplar vermesini bekleyerek okudum Atran'ın kitabını. Sert cevapların, öldürmekle barışabilmiş bir insan türüne bakışımı ne denli yumuşatabileceğini bilmeden okudum. Durarak. İrkilerek. Kuralı, ölçüyü, mantığı terk etmiş bir mânâyla her satırda sarsılarak.
Mantığın bittiği yerde hakikat başlıyor
Endonezya'da, Sulawesi Adası'nın büyük liman şehri Poso'dayız. Atran “düşman”la konuşuyor; 2005'te Bali Adası'nda yirmi kişinin ölüp yüz kişinin yaralandığı saldırıyı düzenleyen intihar eylemcisinin de mensup olduğu İslamî Cemaat örgütünden otuzlu, kırklı yaşlarda adamlar bunlar. Çoğu “Afganistan mezunu” diyor kendine, çünkü hakikati de en az üzerine düşen günışığı kadar keskin olan ülkenin dağlarında yürümüşlükleri var, çünkü serde “mücahitlik” var. Atran'ın koruması Farhin onlardan biri; bir kardeşinin “şehitlik” mertebesine yükseldiği haberini aldığında gözündeki yaşı, “80’lerden beri savaşıyorum, hâlâ şehit düşemedim” diye açıklıyor. Farhin ve diğer cihadçılara üç soru soruyor Atran. Tek başlarına, birbirlerine bakmadan, danışmadan yanıtlamalarını istiyor. Bir tür test. “Eğer karşılığında size Mekke'ye tek bir Hac yapma hakkı verilecek olsa, yol kenarına bomba koymanızı gerektiren bir eylemden vazgeçer misiniz?” Çoğunluk “evet” diyor bu soruya.“Eğer onun yerine yol kenarına bomba koyma eylemi yapmanız mümkün olsa, bir intihar saldırısından vazgeçer misiniz?” Çoğunluğun cevabı yine “evet.” Ve son soru: “Eğer hayatınızda Mekke'ye yapacağınız tek Hac yolculuğunu mümkün kılacak olsa bu, bir intihar saldırısından vazgeçer misiniz?” Cevabı, tahmin ettiğiniz cevap değil. Çoğu mücahit, “hayır” diyor bu kez. Çünkü mücahitlerin dünyasında, eğer A (Hac) B'ye (yol bombası) tercih ediliyor, B de C'ye (intihar saldırısı) yeğleniyorsa, A illâ ki C'ye tercih edilecek değil. Çünkü bir tür insanın alıştığı mantık işlemiyor bu âlemde; davranış kurallarını bir başka tür insanın "ahlakî mantığı" belirliyor ve Atran, kitabında gösteriyor ki, siz ancak o “mantıksız” kurallar evrenine girmeyi başardığınız ölçüde, bu insanların hakikatini anlamaya başlıyorsunuz.
Bu evrende, Atran'ın uzun söyleşilerden ve ortak hayat tecrübelerinden süzdüğü kadarıyla, bize muğlak ve bazen birbiriyle tutarsız gelebilecek hedefler var; denemeyanılma usulüyle sürekli yenilenen pragmatik davranış kodları var; genişliği ve sınırları devamlı değişen bir grubun katı “ahlakî” iç dinamikleri ve grup üyeleri arasındaki bağların med-cezirli bir derinliği var. Tarifi zor bir akışkanlık bu; Atran'ın deyişiyle bir nevi “organize karışıklık” ortamı.
Dava için değil, birbirleri için ölüyorlar
Atran'ın, Sulawesi'deki “terörist” kamplarındaki izlenimlerini, İsrail ve Filistin'de dört bin kadar eylemciyle yaptığı anketi, Afganistan'da ve Avrupa'da El Kaide hücrelerinde mümkün olduğu kadar çok can alarak “şehit” olacakları güne hazırlanan genç adamlarla sabırlı ve samimi sohbetlerini biraraya getirerek yazdığı beş yüz altmış sayfalık Talking to the Enemy, inançları adına şiddet uygulayanlarla ilgili fikirlerinize tutunup kalarak okuyabileceğiniz bir kitap değil. İşe, başta Amerikan devleti olmak üzere, küresel müesses nizamın bütün merkezlerinin yıllardır sorduğu "İntihar eylemcisi kimdir" sorusunu tersyüz ederek başlıyor Atran. Ona göre, “kim” değil sorulması gereken soru; “nasıl” demeliyiz, “niçin” demeliyiz. Zira herkes, yani senin gibi, benim gibi kozasında ipek dokuyan tırtıllar, yani bizim türümüz, hepimiz bir gün ölmeyi ve öldürmeyi göze alabiliriz. Biz de bir gün kozamızı parçalayıp, uçabiliriz. “Zira,” diyor Atran, “sabit bir tipolojisi yok bunun, bütün iddiaların aksine, intihar saldırganlarının bir kimliği, önceden belirlenmiş bir türü yok. Daha ziyade bir evrim yaşıyor onlar. Mesele, bu evrimin nasıl gerçekleştiğinde; kimin kimi öldürdüğünden ziyade, niçin öldürdüğünde işin sırrı...”
Atran'ın ipuçlarını en başta verdiği hakikat, kitabı okurken giderek etleniyor, kemikleniyor, huzursuzlanmış yabani bir hayvan gibi sık ve ıslak nefeslerle solumaya başlıyor sayfaların içinde. Rahatsız edici bir hakikat bu. Tedirgin oluyorsunuz.
“İnsanlar öyle basit bir dava uğruna ölüp öldürmüyorlar. İnsanlar birbirleri için ölüyor, birbirleri için öldürüyorlar.”
İntihar eylemcisinin profili adına bugüne dek ne işitip okuduysanız, unutmaya davet ediyor sizi Atran:“Teröristlerin, hayatlarını terorizme adamaları genelde intikam hırsıyla dolu oldukları ya da vicdansız, yoksul ya da eğitimsiz oldukları için değil; kendilerini aşağılanmış hissettiklerinden ya da özgüvenleri olmadığındam hiç değil; çocukken beyinleri radikal dincilikle yıkandığından, intihara meyyal olduklarından değil; cinsel tatminsizlikten ya da cennette hûrilerin kendilerini beklediğine inandıklarından da değil...”
Peki niye öyleyse? Atran'a göre, intihar eylemcisinin yolu nihilizmin mahallesine uğramıyor hiç; aksine, aşırı ahlâkçılıktan ve yanlış yerde bile olsa adaleti aramaktan geçiyor. Velhasıl, komünal bir yol bu, cemaatçi bir yol. Sigara içmek gibi, hattâ obezite gibi, öğrenilen, öykünülen ve ancak belli bir grup dinamiği içinde hoşgörüldüğü ya da övüldüğü müddetçe devam ettirilebilen bir hayat biçimi. Atran karısı, sevgilisi, çocuğu, mesleği, işi, düzeni, görünür bir geleceği, parası, bilgisi, fırsatı olan müstakbel intihar eylemcileriyle konuşurken, siz de yavaş yavaş anlıyorsunuz bunu. “Yalnız kurt” değil onların çoğu; toplumlarının safrası, çöpü değiller; değersiz hissettikleri için değil, kendilerince kutsal ve ahlakî bir görevi bütün varlıklarını ortaya koyarak, birbirleri, aileleri, toplumları ve gelecek nesiller adına üstlenebilecek kadar kararlı olabildikleri için böyleler.
Ve belki en önemlisi de, bize bu kadar benzemezlerken bize bu kadar benzedikleri için, onlar da kelebek olmadan önce dut yaprağına bırakılmış birer yumurta oldukları için anlıyorsunuz ki, pekâlâ konuşabiliriz onlarla, konuşmalıyız. Atran konuşuyor. Mantığın, sözün bitmiş göründüğü yerlerde, bitmediğini sadece şekil değiştirdiğini bilerek daha çok konuşuyor.
Kitabın sonlarına doğru, Amerika'da İç Savaş’ın muzaffer lideri Abraham Lincoln'ün o çok meşhur diyalogunu hatırlatması boşuna değil. Lincoln, Güneyli isyancılarla savaşırken, onlara büyük sempati ve nezaketle hitap ettiği bir konuşması sonrasında, yanına gelip “Ne yapıyorsunuz, düşmanlarınızı yok edeceğinize onlarla samimi konuşmalar yapıyorsunuz” diyen kadına tek cümlelik bir cevap verir:“Neden öyle diyorsunuz hanımefendi; düşmanlarımı dostum yapabildiğimde, onları yok etmiş olmuyor muyum zaten?” Bu cevabın “naifliği,” alaycı bir tebessüm konduruyorsa eğer yüzünüze, Atran'ın kitabını okuyun derim.