Karin Karakaşlı*
Edebiyatın doğası gereği özel bir ıstırabı var. Müzik, apayrı bir dil içerisinden, notalarla var ediyor kendini. Resim ve heykel desen, günlük hayatta kullanılan malzemelere bambaşka bir amaçla yaklaştığı andan itibaren büyü yapıyor bir nevi. Üç boyutlu bir özgürlük yaratıyor. Oysa iş edebiyata geldiğinde, yazarın elinde sadece kelimeler var. Her gün kullandığımız, çoğunun içini boşalttığımız kelimelerden, yeni bir dil kurmaya girişiyor. Peki neden? Süregiden hayattan, halihazırdaki düzenden hoşnut olan kim çıkar da kendi yaşadığı ânı durdurma pahasına ayrı bir kainat yaratmaya girişir? Burada illa ki bir kaçınılmazlık devredir. Başka türlü yapamama hali. Bir meram, bir de düş vardır anlatacak. Yazar oturur, kayda geçer ya da yoktan hayal eder. Ki ikisi de şifalı, ikisi de gereklidir her tarihte her coğrafyada hakikatinden edilmeye yeltenilen insanlığa.
Ayma ânı
Kayıt tutuculuğu da hayal kuruculuğu da birbirinden güçlü bir yazarı tutukladılar. Aslı Erdoğan’ı… Darbe girişimi sonrası ivme kazanan sürek avı, merkezine Kürt halkının varlık mücadelesini almış bir halde devam ediyor. Tarihi bombalamalar, can kayıpları, davalar ve yayın yasaklarından müteşekkil Özgür Gündem, bir kez daha kapatıldı. Gazetenin yazarlarından Aslı Erdoğan da adeta dayanışma halkalarına bir gözdağı vermek istercesine cezaevinde. Aslı’nın el yazısıyla içerden yazdığı şu birkaç satırı yeniden hatırlatmak isterim bu noktada: “Savcı ile görüşmeden önce avukatlar, ‘Basın Kanunu’nun 11. maddesine göre yayımlanan yazılardan siz sorumlu değilsiniz, serbest bırakılacaksınız’ dediler. Polislerin tavrı, ifadedeki rahatlık, bana gösterilen yazılar hakkında soruşturma başlatılmamış olması, suçlandığım yazılardan birinin, ‘Kara Karga’ adlı dergide yayımlanmış olması, Sezgin Tanrıkulu’nun rahatlığı, yazılarımı gazete haberlerinden alıntılar ile kurmam ve yorumumun olmaması... Hepsini beraber düşününce serbest kalacağımdan emindim. Ayrıca Özgür Gündem çalışanları tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Savcı tutuklanma talebiyle beni sevk ettiğinde avukatlar dahil, hepimiz şoka girdik. Şekerim düştü, baygınlık geçirdim. Mahkemeye girdiğim ilk 15-20 dakikada kendimi hukuk çerçevesinde savundum. Gergindim. Bir anda hukuk ile hiçbir ilgisi olmayan bir dava olduğunu, tepeden gelen bir emir ile tutuklanacağımı anladım. O an tüm korkum geçti. Hiçbir suçum olmadığını çok net anladım.”
Bir edebiyatçı hukukun bittiği noktayı, mahkeme salonunda sergilenen oyunu ancak bu kadar sarih ve çarpıcı anlatabilir. Kendine gücüne selam durur çünkü suçun yokken kendini savunmak sadece züldür.
İşaret fişeği
Simgelere meraklı devlet geleneği bir kez daha işaret fişeğini çakmış durumda. Dokunma yanarsın diye fısıldıyor sesler her köşeden. Zaten mesele hep bu; birbirine dokunan, derdini sahiplenenlerden duyulan o dev korku. Öyle ya rol dağılımı böyle değildi; bunlar birbirini düşman bilecekti. Derken birileri yeni kelimeler yazmaya başladı. İfşa etti, iknâ etti, isyan etti.
Mesajı almış halimizle daha çok kenetlenmekten, sözü her yandan her koldan çoğaltmaktan öte yapacak bir şeyimiz yok. Bu artık siyaset yapmak da değil başlı başına onurunla yaşamak, hayatta kalmak için tek çıkar yolumuz. Ondan sebep hak mücadelesi dendiğinde de ölüm-kalım savaşını anlıyoruz.
Fransa’nın Bretagne bölgesindeki sakin, küçük Douarnenez şehri, kırkıncı yılına yaklaşan geleneksel sinema festivalinin bu yılki ‘Peuples de Turquie’ Türkiye’nin Halkları başlığı altında memleketi algılamaya çalışıyor tam da bugünlerde. 19-28 Ağustos tarihleri içerisinde sayısız panel yapıldı, yüzlerce film gösterildi, konser verildi. Can yoldaşım Pınar Selek de burada. Hani her devrin ışıldayan işaret fişeği… Kumpasın büyüklüğünü fark ettikçe inadına çevresinde daha da bir kenetlediğimiz. Hani her gittiği yere sevdiklerini ve memleketini inadına birlikte götüren Pınar Selek. Kâh Türkiye’den gelen bütün aktivist arkadaşlarla birlikte ülkedeki LGBTİ mücadelesini anlatıyor kâh insan haklarını. Ben de beri yanda Hrant Dink’in barış dili ve eyleminin günümüz koşullarında taşıdığı önemi anlatıyorum. Bir yandan Pınar’la hasret giderirken minik şehrin aşırı sükûnetinin yarattığı huzursuzluğu duyuyorum içimde. Çünkü her nerede olsan da bölünüyorsun kendi içinde. Bir parçanın kendini var ettiğin, kimi zaman seni yok etmeye meyyal o yerde olduğunu biliyorsun. Çeviriyle anlatılamaz şeyler olduğunu. Nesneleşmeden acıları aktarmak zorlu iş. Bunlarla başa çıkmak için neler yapıldığını aktarıyor her katılımcı kendi deneyiminden yola çıkarak. Ve aslında bütün bu dökümün tamamı ülkenin yakın tarihini oluşturuyor.
Sarılıyoruz sımsıkı. Dokunuyoruz şelale olmak için bütün yanmış yerlerimize. Şelale ya. Artık öyle nehir, deniz değil şelale lazım bize. Deli gibi gürleyen, ürperten ve kahkahalarla güldüren bir şelale. Hep birbirimize akalım, birbirimizde kalalım diye.