Milliyet Gazetesi Ekonomi Bölümü Şefi Murat Sabuncu'nun "Vasiyetimdir, Galatasaray'a tek bir fatura kesmeyeceksiniz" başlığıyla (25 Nisan 2010) yayımlanan yazısı şöyle:
2002 yılı. Galatasaray’ın başkan adayı. Camia yakından tanıyor ama daha geniş kitlelerin de bilmesi lazım...
Milliyet ekonomi için söyleşi yapıyoruz. Başlık şu: SSK’dan emekli, Monaco’da şirketi var. Aradan bir hafta geçiyor. Gazeteye geliyor. Yönetime talip olduğu ekibiyle.
Beni görür görmez kaşlarını çatıyor ve sitem ediyor: “Başlığı siz editörler atarsınız biliyorum. Bu başlık içime hiç sinmedi. Benim şirketlerimin, malımın mülkümün zerre kadar önemi yok. Galatasaray sahip olduğum tüm değerlerin üstünde. Onun için bir daha ekonomicilerle söyleşi yok.”
Bozulduğumu farkedince kolumdan çekip kulağıma fısıldıyor: “Sen de Galatasaraylısın, anlarsın...”
Geçen hafta Bursa’ya doğru yola çıktığımda aklımdan bu sahne geçti. Kısa bir süre önce vefat eden Galatasaray’ın Başkanı Özhan Canaydın’ın ‘Önemi yok dediği’ yaşamı boyunca hiç övünmediği, aslında dünyanın en önemli markalarına tekstil ürünleri üreten fabrikasına gidiyordum. Hem fabrikayı gezecek hem çocuklarıyla konuşup Canaydın’ın anlatmaktan hoşlanmadığı işini görecektim.
Biesseci’nin hikâyesi
Fabrikanın kapısından girer girmez karşımda kocaman bir fotoğraf. Özhan Canaydın’ın... Sarı kırmızı bayraklar içinde gülüyor... Üzerinde “Canaydın’a can feda” yazıyor. Kafamı çeviriyorum sanki fotoğraftan çıkmış genç hali bana doğru geliyor. Oğlu Murat... Babasına inanılmaz benziyor.
Birlikte üst kata çıkıyoruz. Duvarlar adeta tarih. Galatasaray’ın tarihi... 1905 yılından bir fotoğraf. Kadıköy’de ilk maç kazanan takım. Yanında 1934 yılının şampiyon basket takımı. Hemen onun yanı Metin Oktay, Coşkun Özarı... 1944 yılı... Su topu, hentbol takımları... Odaya geçiyoruz. Bu kez tablolar... Cihat Burak’ın... O da mektepli... Tablolardan birinde Karıncaezmez... Efsane amigo... Diğerinde lisenin içi. Eskiden lisede teneffüsler zil ile değil “tambur” ile haber verilirmiş. O günlerden bir detay.
Galatasaray’daki yöneticiliğinden sonra çok fazla kullanamadığı odasına geçiyoruz. Önce ekonomi... Oğluna “Biesseci”nin hikayesini soruyoruz. Anlatıyor:
“1984 yılında yüzde 51 Türk, yüzde 49 İtalyan ortaklığıyla kuruldu burası. Konfeksiyondaki ilk yabancı sermayedir. İlk kurulduğunda konfeksiyon ve örme işleri yapılıyordu. 1991’de boyahane eklendi. Şimdi burası entegre bir fabrika. Örme, boyahane, kesim, dikim aynı çatı altında. İplik olarak giriyor mamul olarak çıkıyor.”
Dünyanın en önemli markaları
Peki ya kapasiteler? Örmenin günlük kapasitesi 15-20 ton arası, boyahanenin günlük kapasitesi 22-25 ton arası. Günde 45 bin parça kesim yapılıyor, 40 binde dikim.
2008’de 6 milyon parçayı ihraç etmişler. 57 milyon dolarlık bir ihracat geliri elde etmişler. Krizde geçen yıl bu oran biraz gerilemiş: 4 milyon parçaya karşılık 35 milyon dolar.
Hani ihraç diyoruz ya... Altını biraz çizmek lazım. Kimlere? Söyleyeyim. Dünyanın en önemli markalarına... Birkaç tane sayayım. Ferre, DKNY, Next, Trussardi, Adidas, Puma, Nike...
2007 yılında Amerika’dan No Fear’ın lisansı alınmış. Türkiye’de 200 noktada ve açtıkları 10 dükkanda satıyorlar. 2009’da 650 bin satış yapmışlar. Ayrıca bu markayla İtalya, Romanya ve Yunanistan’a ihracat yapıyorlar.
Burası bir aile şirketi. Oğlu Murat, kızı Zeynep, gelini Yasemin burada çalışıyor. Bir de Mehmet İpekdokuyan. O da aileden. Galatasaraylı olduğu için yıllardır hep Canaydın ailesinin içinde olmuş. O kadar içinde ki Özhan Canaydın vasiyetini bile ona yazdırmış. Vefat ettiği gün ne yapılacağı, gelenlere ne yemek dağıtılacağı, mezarı kapanır kapanmaz toprağa dikilecek sarı kırmızı çiçeklere kadar. Ama İpekdokuyan’ın naklettiği en önemli vasiyet yine Galatasaray ile ilgili. Kimi kulüp başkanlarının takıma yaptıkları her yardımı reklam aracı gördükleri bugünlerde önemli:
‘Mutlaka başkan olurdum’
“Özhan Bey Galatasaray için yaptığı hiçbir maddi katkının faturasını dile getirmezdi. Yaşarken takıma tek bir fatura kesilmedi. Vasiyetinde de en çok onun altını çizdi. Galatasaray’a tek bir fatura kesmeyeceksiniz.”
Ya bu sözün manevi tarafı? Yani yakın çevresinden kimi kişilerin dile getirdiği gibi, Galatasaray başkanlığı sırasında yaşadıkları yüzünden kanser olduysa? Bunun faturası... Ona da oğlu cevap veriyor: “Zaman zaman bunu dile getirenler oldu. O da hep, ‘o gün de bilsem ki sonunda kanser olacaktım yine de mutlaka başkan olurdum’ derdi.”
En son sorusu: Maç kaç kaç bitti?
En yakın arkadaşı bir Beşiktaşlı Süleyman Seba. O kadar yakınlar ki Beşiktaş’ın bilinen en eski üç rozetinden biri Canaydın’da. En büyük rakip Fenerbahçe’yi alkışlayacak kadar centilmen. Vefatından sonra o rakibin taraftarları onu ayakta alkışlayarak o jeste karşılık verdiler. Hayatının çoğunluğu Bursa’da geçti. Ama kimselere söylemeden yaptırdığı okulların çoğu Diyarbakır’da... Oğlunun ağzından babası:
“Babam değişik bir adamdı. Evde de... Sertti. Ama onu anladığınız zaman aşırı severdiniz. Galatasaray onun hayatıydı. Biz çocukları olarak onun hayatının Galatasaray olduğunu kabullenmek zorundaydık. Ne yazık ki onunla en çok hastaneye yattığı son birkaç ay yoğun bir şekilde birlikte oldum. Doktorlar ‘hastalığın sonuna doğru sinirli, sert olabilir’ diyordu. Tam tersine gayet yumuşak iyi bir insan olmuştu. Son konuşmamız ölümünden bir gece önceydi. Galatasaray Trabzon’a yenilmişti. Bana maçın skorunu sordu. Sonucu söyledim yüzü asıldı. Sonra bana ‘geç oldu evine git’ dedi. Ben de ‘baba yanında kalacağım’... Kısık bir sesle ‘Allah razı olsun’ dedi.
Babam bize hep ‘kalbim durursa sakın çalıştırmalarına izin vermeyin’ derdi. O sabah 10.30’da kalbi durdu. Biz de yanında ‘Çok sevdiği torunu Ali Talat’ı göremeden vefat etti, yurtdışından geldi halbuki’ diye konuşuyorduk. Beklenmedik bir şey oldu, kalbi yeniden çalıştı. Torunu geldi, elini tuttu. Sonra eve gitti. Babam birkaç saat sonra vefat etti. Ona cenaze mi yaptık, düğün mü bilmiyorum. Ne kadar seveni varmış... Acımı daha yeni anlıyorum.”