Barış Acar - T24
acarbaris@gmail.com
Sanat piyasasının son birkaç yılını tarif etmek için kullanılan terimlere bir bakalım: “Güncel”, “kamusal”, “alan”, “kurum”, “çevre”, “ilişkiler”, “politika”, “eleştiri”, “farkındalık”… İlginç bir şekilde bunların kentsel dönüşüm politikalarıyla örtüşüyor olduğu dikkatimizi çekecektir. Daha genel anlamıyla “reel politika” da diyebiliriz buna; ama o kadar geniş çaplı almayalım konuyu. Özellikle “kamusal alanda sanat” ifadesiyle anlatılmaya çalışılan içeriğe odaklanalım.
Tophane Saldırısı
Geçtiğimiz Eylül ayında Tophane bölgesindeki galerilerin açılışında meydana gelen olaylar çok çeşitli tepkiler aldı. Kimi mahalleliyi topun ağzına koymaya çalıştı, kimi her zaman olduğu gibi diş mihraklara odaklandı, kimi toplumsal kutuplaşma görerek hükümet eleştirisi çıkardı, kimiyse ellerinde içkilerle ortalıkta dolananlara sataştı. Olayların kentsel dönüşüm politikalarıyla ilgisini kuran ve mutenalaştırma (soylulaştırma) yoluyla rant yaratma bağlantısını kuran yorumlar da yapıldı. Kaçınılmaz biçimde doğruydu da bu.
Bütün bunların yanında, sanat dünyasının politika ya da sosyoloji aracılığıyla değerlendirilmesi modasının dışına çıkan değerlendirmeler ise yok denecek kadar azdı. Böylece sanat adına olayın can alıcı noktası gözlerden uzak kaldı. Bir sonraki krize kadar ertelendi, görmezden gelindi. Olgunun özneleri ve onların kavramsal çerçevesiyle değil, başka alanlardan oraya nakledilmiş kavram ve terimlerle tartışmanın bozucu etkisi bir kez daha kendini gösterdi.
Şimdi, o günden bugüne yaşadığımız atmosferde travmatik dönüşümler olmadığını hesaba katarak, kısaca, olguyu sanatsal çerçevede değerlendirmek için gerekli olan kavramsal yapılara bakmaya çalışalım.
Olaydan yaklaşık üç ay önce, aynı bölgede yer alan Tütün Deposu’nda Videoİst’in düzenlediği “Kamusal Alanda Video ve Uzam” etkinliğinde, “Kamusal Alanda Rastladım Sana: ‘Kamu’ ve ‘Alan’ Terimlerinin Dekonstrüksiyonu ile Kamusal Alana Ulaşma Denemesi” başlıklı bir bildirge sundum. Konuşmacının Ankaralı kimliğinin yabancılığıyla Pazar gününün rehaveti birleşince sunuma epey az dinleyici iştirak etti. “Kamusal alan” gibi, Türkiye’de epey zamandır durulmasına karşın, kimsenin üzerinde gerçek anlamda bir fikre sahip olmadığı bir kavram hakkında konuşmak benim için yeterince zordu. Buna binanın dış cephesinde süren ve bütün uyarılara karşı bir türlü kesilmek bilmeyen inşaat gürültüleri de eklenince, konuşmaya dışarıda, samimi bir ortamda, biz bize devam ettik. Açıkça “kamu” bizi iplemiyordu. “Kamu kendi hakkındaki sorunlarla ilglenmiyordu”nun bayağılığına sığınacak değilim. Keza konuşmamın özünde yer alan, kamunun genel olarak varlığı sorunu ve Türkiye’deki görünümü üzerine düşüncelerime aykırı olurdu bu yaklaşım.
Kamusal Alan Nedir?
Kamusal alan (public sphere) nedir? Bu soruyu cevaplamak için öncelikle “kamu”nun ve “alan”ın neliğini çözümlemek gerekiyor. Ancak bu temel girişimden sonra, Habermas’ın sözünü ettiği anlamda “kamusal alan”ın dönüşüp dönüşmediği; sonra da -belki daha önemlisi- Doğu’da ve Türkiye’de “kamu”nun, dolayısıyla “kamusal alan”ın varlığı problemi üzerinde durmak gerekir. Epey oylumlu konuyu satırbaşlarıyla özetlemeye çalışayım.
Kentsoylu düşüncenin kilit kavramlarından biri olan ve feodal yapı ile imparatorluk düşüncesinden temellenen aristokrasiye ilk taşı atan “kamu”nun doğumudur. 17. yy. sonunda ne kilisenin ne devletin ne de özel yaşantının karşıladığı yeni bir alanın ortaya çıkması “kamusal alan”ı tanımlar. Bir taraftan din temelli eski kurumlar kişi üzerindeki “ekonomik, siyasi ve eğitime yönelik” denetimini kaybederken, bir yandan da “aile” bu alandaki söz sahipliğinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Meydanlar, salonlar, cafe’ler, devletten bağımsız bir toplumsal özne fikrinin yeşerdiği yerler olarak ön plana çıkar. Habermas’a referansla konuşacak olursak kamusal alan, “toplumun kendini düşünce ve tartışma aracılığıyla tesis ettiği” bir dönüşüm alanıdır.
Kendimizi, düşünce aracılığıyla yapılmasını bir kenara bırakalım, “tesis ettiğimiz bir alan”, yani öngörülü olarak kurduğumuz/ inşa ettiğimiz bir alan var mı gerçekten? Doğu’da biz tevekkülle kendimizi otoriteye teslim ederken, Batı’da bu “tesis etme” her zaman iktidar mekanizmasının satranç oyunu biçiminde tezahür etmedi mi? Richardt Sennet’ın değindiği gibi, Antik Yunan kent devletinin merkezi olan “agora” alanı ancak “özgür bireyler” için var değil miydi? Bu alan, ister istemez, bir takım dışlama ve gözetleme mekanizmalarının bir sonucu değil mi? Bu yüzden “kamu”yu doğumu itibariyle prematüre, yaşantısı boyunca da down sendromlu olarak değerlendirmek gerekmez mi? (Habermas’ın kavramının kullanılışının 70’li yıllarla birlikte yaygınlaşması ve 90’larda Tony Blair sosyal demokrasisiyle kesişmesi pek çok incelemenin konusudur.)
Çağdaş Sanat ve Kamusallık
Bunun çağdaş sanattaki yansımasına gelince. Sormak gereken sorular şunlar: Sanatta “kamusal alan” arayışı neden bu kadar yaygınlaştı? “Kamu”yu ölü uykusundan, “alan”ı kış uykusundan uyandırmaya çalışan kim? Bunu sanatçı mı istiyor, sanat yapıtı mı, sanat piyasası mı? Bu soruları cevaplayabilmek için çağdaş sanatçı açısından şu gerçeğe odaklanalım: Sergi salonlarının şık şıkırdım açılışlarından, sanatçı peşinde dolanan yatırımcıların garip beğenilerinden, sanat adına söz alındığında pespaye tanımlarla konuşanların zulmünden kurtulmak istiyor sanatçı. Sokağa dökülme istemi, açık alanlarda, insan ilişkilerinde kendine gelecek araması bu yüzden. Yoksa bunun “kamusallık kaybı”na uğradığı için onu yeniden tesis etmek derdine düşmüş Avrupalı sanat piyasasının arayışıyla çok ilgisi yok. Ancak bizde, her alanda olduğu gibi, sanat alanında da ithal olan göz doldurduğundan kendi arayışımızı bile başkalarının kavramlarıyla tanımlıyoruz. Ortaya böyle garip manzaraların çıkması bundan.
“Kamu”nun dramatik yapısı belki de onun özünden geliyor. Doğumuyla beraber ölmeye mahkum bir tansık o. Çok az görünür olan, görünür görünmez de elden kaçıp giden bir özgürlük anı. Belki de, Francis Miller’ın çektiği iki karede, ABD/ Illinois’de bir otomotiv sendikasının toplantısında konuşmacıyı pür dikkat izleyen işçilerin bakışından, güneş tutulmasını göreceğiz diye kafalarına karton kutular geçirmiş kitleye geçişte gizli bu dönüşüm.
Türkiye’de çağdaş sanatçı, iktidarın “kapma aygıtı”nın ikili baskılaması altında soluk alıp veriyor. Ya şartları kabul ederek, tarihsel avangarddan bu yana eleştirilen “beyaz küp”ün (steril galeri salonunun) içine girecek ve kapılacak ya da sokakta kalmanın stratejilerini araştırırken bu alanı da galeri mekânının bir uzantısına dönüştürerek bir açık hava müzesinin nesnesi olacak ve kapılacak! Kimbilir belki de üçüncü bir yol daha var: Kapma aygıtının güven vadeden kollarına karşı kendi network’ünü avangard ruhla yine/ yeni bir kaçma aygıtı olarak kullanacak; ki bunu tarihte pek çok kez yaptı.