'Edebiyatçı Gözüyle Sözün İzinde'den tadımlık beş hikâye
İlk göz ağrısı
Hepimizin bir “ilk göz ağrısı” vardır. Bazen ağlamaktan, bazen uykusuzluktan gözlerimizi kan çanağına döndürenlerimiz, gecemizi gündüzümüze kattıklarımız; kendimizden, hayatımızdaki değerli anlardan fedakârlık ettiklerimiz... Onların yeri hayatımızda her zaman ayrı olur nedense: İlk çocuk, ilk aşk, hatta ilk torun... Sözlüklerde verilen tanımlara tam anlamıyla uymasa da sırf yukarıda saydığım sebeplerden ötürü bu kitap benim bir nevi “ilk göz ağrım”. Bu yüzden yazmaya, dilimizde ve kültürümüzde bulunan onca sözcük ve söz kalıbı arasından bunu seçerek başladım.
Göz, ruhun dünyaya açılan penceresidir. Dile getiremediklerimizi gözlerimizle anlatırız çoğu zaman. Dil yalan söyler ama göz öyle mi? Konuştuğumuz dili anlamakta zorlananların gözceyi anlamasını beklemiyoruz tabii. Bu bambaşka bir hassasiyet gerektiriyor.
Duygu ve düşüncelerini “ayıptır, söz olur, günahtır” söylemleriyle yetiştirildikleri için çoğu zaman sözlü ifade edemeyen Anadolu kadınları da gözleriyle konuşmuşlardır. Gözleriyle söyeyemediklerini de gizleyerek dile getirmişlerdir. İşte anlam derinliğinde boğulacağımız bu söz kalıpları, savaş zamanları çok ağır bedeller ödeyen Anadolu kadınlarının dilinden dökülmüştür. O günleri bir daha yaşamamak dileğiyle geçmişe misafir olalım birlikte...
Devir güç dengelerinin yerinden oynadığı, haritaların yeniden şekillendiği, yurdun her köşesinin işgal edildiği devir... Anadolu’da genç ve yaşlının, kadınla erkeğin vatan topraklarını savunmak için omuz omuza, eli erdiğince, gücü yettiğince mücadeleye giriştiği yokluk, yoksulluk zamanları.
Kadınlar ve çocuklar arka planda, erkekler sahada mücadele verirlerken hiçbiri canını, cananı düşünmüyordu. Hepsinin önceliği doğanlarına beşik, ölmüşlerine mezar olan vatan toprağıydı. Askerlik deseniz şimdikinden çok farklıydı: Savaşlar neredeyse göğüs göğüse; bıyığı terlemeden gidenler, sakalları ağarmış olarak dönüyor ya da ne yazık ki hiç dönmüyordu.
“Giden dönmüyor, acep ne iştir?” denmiyor muydu türküde de?
Anadolu’nun hemen her köyünden, her hanesinden, öyle ya da böyle cepheye giden en az bir asker, bu askerlerin de geride bıraktıkları anneleri, kardeşleri, nikâhlıları, yavukluları vardı. Çare yoktu ki! Evinin direğini kaybedip de yaşam mücadelesi verirken hayatta tutunacak tek dalları olan oğullarıyla vedalaşırdı analar, buruk bir gururla gözyaşlarını içlerine akıtarak. Aylar, yıllar geçer, haber alamazdı geride kalanlar. Çocuklar babasız büyür, nişanlılar sevdiğine hasret çeker, analar üzüntüden yatağa düşerdi. Bazen gizli gizli bazen açıktan açığa ağlar, döktükleri gözyaşlarından gözleri kan çanağına döner, göz pınarları kurur hem bu yüzden hem uykusuz geçirdikleri geceler yüzünden gözleri ağrırdı.
Hanımlar dertleşmek için zaman zaman bir araya geldiklerinde belki kendi sevdiceklerinden, yakınlarından haber alırlar umuduyla, “yavuklumdan” ya da “erinden haber var mı?” diyemez; büyük bir zarafetle, “Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?” diye sorarlardı. O göz ağrılarından, çoğu zaman da iyi bir haber ulaşmazdı hanelere. Hiçbir şey ümitle beklemek kadar zor gelmez insana. Beklemek, beklenti içine girmek yorar, yıpratır insanı. Gelmeyecek olanın habercisi o mektuplar, yokluğuyla kanatmıştır yürekleri.
Biz o tozlu sayfaları çevirirken içimizi bir kâğıt kesiği gibi sızlatan konulara giriverdik. Bu bahsi kapatalım, bakalım sohbetimiz nerelere varacak?
Acemi çaylak
Dilimizde deneyimsiz, toy ve tecrübesiz kişiler için kullanılan bu sözü, günlük hayatta bir işe yeni başlayanlar için kullanırız çoğu zaman. Bu deyimin nereden geldiğini açıklamadan önce gelin dilerseniz sözcüklerin kökenine inelim.
Acemi, Arapça Acem sözcüğünden gelir. Bu sözcük Arapların Arapça bilmeyen, barbar ve özellikle de İranlı anlamında kullandıkları bir tabirdir. Biz de Acem sözcüğünü özel isim olarak sadece İranlı ve İran anlamlarında kullanmışız.
Peki Acemi sözcüğünün İranlılarla ne ilgisi var? Kaynaklarda İslamiyet’e sonradan giren İranlıların (Acemlerin) dinin kurallarını zor ve geç öğrendikleri, bu yüzden de tecrübesizlik ve toylukla özdeşleştirildikleri yazıyor.
Gelelim çaylağa... Mecazi olarak “acemi” anlamına gelen bu sözcük yırtıcı bir kuşun adı. Peki neden 90’ların şarkıcısı Nalan’ın şarkısında söylediği gibi “acemi balık” değil de “acemi çaylak” ifadesi kalıplaşmış? Öyle değil mi ama, her şeyin bir acemisi var neticede.
Bununla ilgili şöyle bir bilgiye rastladım: Çaylaklar yapı itibarıyla ağır gövdeli ve paytak yürü- yüşlü kuşlardır. Yavru çaylaklar da yürümeyi öğrenirken bu fiziksel özellikleri sebebiyle çok zorlandıkları için onların bu durumu, Acemlerin İslami kuralları zor öğrenmesiyle eş tutulmuş ve bu söz kalıbı doğmuş.
Yarının uzmanları, bugünün acemilerinden çıkar. Geç olsun, yeter ki güç olmasın.
Çokbil(me)miş
Şu hayatta insanlar, bilgiyle aralarındaki ilişkiye göre üçe ayrılır: Birincisi cahillerdir. Cahiller bir şey bilmez, bilmedikleri gibi bilmediklerinin farkında da değillerdir. Yönlendirilmeye en uygun insan tipleridir. Kolay inanırlar ve kandırılmaya müsaittirler.
İkincisi yarı cahillerdir. Her şeyden biraz bilirler. Herhangi bir konuda derinleşme arzuları yoktur. İlber Ortaylı’ya göre bu insan tipi, insanlar içinde en tehlikeli olanıdır. Bildiğini zannettiği şeylerle kafa tutar herkese. Bilgisi olmadan her konuda fikri olanlar bu sınıfa girer. Sosyal med- yada sahte bir adın ya da profil fotoğrafının ardına gizlenip sağa sola bilmişlik taslayan kişiler bu gruptan çıkar.
Üçüncü grupsa ömür boyu öğrenci olanlardır. Her gün yeni ve hayatını anlamlı kılan bilgiler öğrenmeye çalışan, bununla mutlu olan kişilerdir onlar. Yaşadıkça ve yeni şeyler okudukça bilmediği şeylerin çokluğu karşısında paniğe kapılan, okunması gereken kitapların fazlalığı ve onları okumaya ömrünün yetmeyeceğini düşünüp kaygı duyanlardır. İflah olmaz birer öğrenme meraklısıdırlar.
Yarı cahillerle ilgili birkaç sözüm var, ondan yaptım bu girizgâhı. Üzerinde en çok söz söylenecek olanlar yarı cahillerdir. Bilmediklerinin farkında olmadan yaşarlarken sağda solda ahkâm kesmeye devam ederler. Hatalarını kabul etmedikleri gibi zeytinyağı gibi de üste çıkarlar. Üstelik her zaman haklıdırlar. Her durumda söyleyecek bir sözleri vardır.
Zamanın birinde bir molla, bir beyti şöyle okumuş:
“Kim okursa Farisi/ Gitti dinin yarısı.”
Gördünüz, nasıl verdi fetvayı çokbil(me)miş!.. Oysa işin aslı hiç de düşündüğünüz gibi değil. Harf Devrimi öncesinde kullandığımız Arap alfabesinde, Araplarda olduğu gibi sesli harflerin okunuşunda kolaylık sağlayan harekeler kullanılmıyordu. Borç anlamına gelen deyn ile din sözcüğü aynı şekilde yazıldığı için de bizim yarı cahilimiz beytin genel anlamını da göz önünde bulundurmayıp dizeleri bambaşka bir şekilde okuduğundan “Kim Farsça okursa borcun yarısı gitti” demek yerine “Kim Farsça okursa dinin yarısı gitti.” demiş. Aslında eskiden Farsça, o dönemin en popüler yabancı diliydi. Farsça bilen, belki de çeviri yaparak bunu gelir kapısı hâline getirecek ve borçlarından kurtulacak, anlamında söylenen bu beyti, bir sözcüğü yanlış okuyarak ne hâle getirmiş. Bu, belki de edebiyat camiasında anlatılan bir rivayet ama ne kadar da günümüzden bir öykü gibi, öyle değil mi? Boşuna dememişler “Söyleyen, dinleyenden arif gerek.” diye. Söyleyen dinleyenden, okuyan yazandan arif olacak ki söylenenin, yazılanın bir kıymeti olsun.
Sadece bu kadar mı? Üstelik yarı cahil, şu küçük hikâyedeki gibi zor durumda kaldığında özgü- veni sayesinde bu durumdan kurtulmayı da iyi bilir:
Mollanın biri bir gün medresede emsile ve bina (Arapçanın temeli) okumaya başlamış ve çok geçmeden de Arapça bildiğini iftiharla herkese anlatmaya başlamış. Yarı hayranlık yarı merakla onu dinleyen arkadaşlarından biri, “O zaman söylesene, Arapçada deveye ne derler?” diye sor- muş. Molla duraklayıp, “O kadar büyük şeyleri öğrenmedik,” demiş. Bir diğer arkadaşı da bunu göz önünde bulundurarak sormuş: “Peki o hâlde bit için ne diyorlar?” Molla küçümseyerek, “Canım o kadar küçük şeyle kim uğraşır ki,” deyivermiş.
Peki soruyu soran buna inanmış mıdır dersiniz?
Martaval
Kökeni belirsiz olan bu söz “asılsız, uydurma ve yalan söz” anlamına gelir. Bilal Aksoy, bu sözün kökeninin Roma Savaş Tanrısı Martis (Mars) ile ilgili olabileceğini belirtir zira “atıp tutmak, esip gürlemek” anlamlarını da ihtiva etmektedir, diye ekler.
Rivayet olunur ki eski maarif nazırlarından Münif Paşa, etimolojiye pek bir meraklıymış. Sözcüklerin kökenlerini, ne gibi değişimler gösterdiklerini araştırır, öğrendiklerini de ortamlarda paylaşırmış. Bir dil bilimci olmasa da bu konuda kendini epey geliştirmiş. Bazı araştırmaları sadece birer yakıştırmadan ibaret olsa da bilgilerini paylaşmaktan geri durmazmış.
Bir gün Maarif Vekâleti’ne gelen Hoca Hayret Efendi’yle son öğrendiği bilgiyi paylaşmak ister: “Martaval kelimesinin aslını arıyordum, nihayet keşfettim. Mâr-ı tavil yani uzun yılan sözünden geliyormuş.” der. Bunun üzerine Hoca Hayret Efendi, “Efendi Hazretleri, kusura bakma ama bana kalırsa bu da bir mâr-ı tavil” deyip bulduğu kökenin bir “martaval” olduğunu onun dilinden anlatmış. Eskiler başka bir zarifmiş vesselam.
Ant içmek
Bu sözcüğü ilk duyduğumda ilkokula gidiyordum. Her sabah büyük bir motivasyonla milletimize ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağımızı haykırırken onun açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyeceğimize ant içerdik.
1990’larda, lise müfredatında Milli Güvenlik diye bir ders vardı. Dersimize giren resmî kıyafetli albay, sınav zamanı soruları tahtaya yazardı. Biz de oradan çizgili dosya kâğıdına geçirirdik. Sınava başlamadan önce de kâğıdın üstündeki boşluğa, “Bir Türk genci olarak sınavda kopya çekmeyeceğime ve kopya vermeyeceğime namusum ve şerefim üzerine ant içerim,” diye yazdırır ve altını imzalatırdı. O zamanki aklımızla bu sözcüğü pek de sorgulamazdık çünkü anlamını az çok tahmin ediyorduk. Peki neden yemin ediliyor, ant içiliyordu? Buradaki “içmek” gerçekten sıvı bir şey tüketmek anlamına mı geliyordu? Öyle ya, içilen bir şey olmasa neden öyle densin?
Bu bağlamda konuyu detaylı bir şekilde ele alalım isterseniz: İnsan neden yemin etmek ya da ant içmek ihtiyacı hisseder?
“Birine güven duymak için.”
Peki neyin üzerine yemin ederiz?
“Kutsal saydığımız değerler üzerine.”
Malum, insanoğlu yaradılışı gereği karşısındakine güven duymak isteyen ama aynı zamanda ondan şüphe duyan bir varlıktır. Bu yüzden güvenebilmek için söz alır ve söz verir. Eski çağlarda işte bu söz alıp verme anına fiziksel hareketler de eşlik ettiği için bu eylem, bir çeşit ritüele dönüşmüştür. Bu olguya, özellikle, sözlü kanunlar olarak addedilen örf ve âdetlerin yaşatıldığı gelenekçi toplumlarda daha çok sadık kalınmıştır.
“Ant içme” ritüeli ya da töreni Türkler arasında çok eski dönemlere kadar gider. Ural-Altay kavimleri arasında gösterilen İskitlerden Hunlara, Göktürklerden Uygurlara kadar birçok eski Türk devletinde bu geleneksel ritüel uygulanmış, İslami kültür dairesine girildikten sonra gitgide azalsa da varlığını sürdürmüştür.
Tarihçi Herodot’un anlattığına göre ritüel şu şekilde uygulanır:
“Şarap/kımız doldurulmuş altın-demir-bakır ya da toprak bir kupa ritüelin uygulanacağı yere getirilir. Ant içecek olanlar bileklerine küçük bir kesik atarak kanlarını bu kabın içine akıtır ve içecekle kanı karıştırırlar. Sonra kabın içerisine pala, ok, balta ve mızrak daldırılır. Tüm bu eylemler gerçekleştirildikten sonra kaptaki şaraptan biraz içip söz verirler. Tabii orada bulunanların ileri gelenleri de onlarla beraber içerek bu ritüele iştirak ederler.”
Güven duyma ihtiyacından doğan ant, yani yemin kavramı insanlığın ortak algılarından biridir ve yerine getirilmediğinde insanın en azından onuruna zarar geleceğine, bazen de felaketlerle karşılaşılacağına hemen her toplumda inanılır.
Ek bilgi: Kadeh tokuşturma eyleminin kökeni de aslında “güven tazeleme”ye dayanıyor. Şöyle ki eski çağlarda kadehi ikram eden kişinin içeceğe zehir karıştırıp karıştırmadığı kadeh tokuş- turmadan anlaşılmazmış. Sertçe tokuşturulan kadehten sıçrayan içecek, bir diğerinin kadehine girme riski taşıdığı için şayet zehir varsa kadehi ikram edeni de etkileyecektir. Bu yüzden kadeh tokuşturmak güven tazelemenin bir yolu olarak görülmüş, günümüzde de sebebi bilinmeksizin otomatik olarak yapılan bir eyleme dönüşmüştür.
Türk-Moğol kültüründe önemli bir yer tutan kan kardeşliği de yine ant içilerek gerçekleştirilir ve kan kardeşi olmuş bu kişilere “antlı” denir. Türkler için demir, kutsiyet arz ettiği için kılıçla veya bıçakla ant içilir.
Hastalık kapma korkusunun olmadığı dönemlermiş vesselam. Günümüzde tokalaşmaktan, kucaklaşmaktan bile korktuğumuz günler geçirdiğimiz için aklımıza ilk gelen bu endişe oluyor maalesef.
|