15 Temmuz Darbe Girişimi

İşte Ahmet Altan'ın tutuklandığı hâkimlik sorgusunun tutanağı

Ahmet Altan: Bütün savcılar bir araya gelse benim darbeye iştirak ettiğime dair kanıt bulamaz

23 Eylül 2016 18:11

15 Temmuz darbe girişimi öncesi "subliminal mesaj vererek "darbeye iştirak ettiği" iddiası "FETÖ üyeliği" suçlamasıyla 12 gün gözaltında tutulduktan sonra dün serbest bırakılan, ancak daha sonra savcılığın itirazı üzerine gözaltına alınarak bugün tutuklanan gazeteci-yazar Ahmet Altan hakkındaki tutuklama kararının gerekçeleri ortaya çıktı. İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimi Bekir Altun, tutuklama kararında Ahmet Altan'ın Taraf gazetesi genel yayın yönetmenliği döneminde yaptığı yayınlarla 'TSK'yı itibarsızlaştırma yönünde manşetlere yer verildiği' ve 'FETÖ'nün gayesine hizmet ettiği' iddiasına yer verdi. Kararda, Ahmet Altan'ın "darbeden haberdar olduğu" ve 14 Temmuz'da katıldığı yayında "askeri darbe girişimine zemin hazırlamak, kamuoyunun algısını şekillendirmek amacıyla hareket ettiği" öne sürüldü. Hâkim Bekir Altun, Altan'ın 12 Mayıs 2016'da yayımlanan "Mutlak Korku" ve 27 Haziran 2016'da yayımlanan "Ezip Geçmek" başlıklı yazılarında da "darbeden haberdar olduğunu ve darbeye zemin hazırladığını" iddia etti.

 

"Bütün savcılar bir araya gelse benim darbeye iştirak ettiğime dair kanıt bulamaz"

 

Ahmet Altan, savunmasında, "Öyle bir davayla karşı karşıyayım ki, dehşet verici bir suçlama var ama tek bir kanıt yok" dedi. "Bu dava öylesine kanıttan yoksun bir dava ki, beni tutuklatmak için telaş içinde olan bir savcı bayram arefesinde 'insan bilincinin sağlayamayacağı mesajlar verdiğim' suçlamasıyla beni gözaltına aldırmıştır" diyen Altan, "Hakkımdaki suçlama ile ilgili bir tek kanıt olamaz. Bu binadaki (Çağlayan Adliyesi) bütün savcılar bir araya gelse benim terör örgütü üyesi olduğuma, bir hükümeti gayri demokratik bir biçimde devirme gayretinde olduğuma dair bir kanıt bulamaz" diye konuştu. Altan, hukukçlara seslenerek, "Kanıtsız olarak sadece bir savcı öfke duyuyor diye bir yazarı korkunç suçlarla tutuklarsanız, bu ülkede hukuka olan inancı sarsarsınız. 15 Temmuz soruşturmasını gayri ciddi hale getirirsiniz" ifadelerini kullandı.  

 

Avukatından 7 Şubat örneği

 

Ahmet Altan'ın avukatı Veysel Ok da, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrıldığı, kamuoyunda 'MİT operasyonu' olarak anılan 7 Şubat 2012 tarihinin 'FETÖ' soruşturmalarının miladı olarak belirlendiğini hatırlattı. Ok, o dönem Taraf gazetesinin genel yayın yönetmenliğini üstlenen Altan'ın Hakan Fidan'a yönelik bu girişimi eleştirdiği ve Fidan'ı savunduğu yazıları hâkime sundu. Ok, "Altan yazılarında, hükümetin Kürt meselesinin çözümü için yaptığı barışçıl görüşmelere cemaatin, FETÖ'nün haksız saldırılarını eleştirmiştir" dedi. Avukat Veysel Ok, "Eğer milat MİT operasyonu ise müvekkilim o gün legal olan hükümetin ve Kürt meselesinde barışçıl çözümün yanında durmuştur" ifadelerini kullandı. 

 

Altan serbest bırakılmıştı

 

Darbe girişimi soruşturması kapsamında 10 Eylül'de gözaltına alınan Ahmet Altan ile kardeşi Prof. Mehmet Altan, 'darbeye teşebbüs etmek, FETÖ'ye yardım yataklık ve FETÖ'nün propagandasını yapmak' suçlamasıyla tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilmişti. 12 gün Terörle Mücadele Şubesi'nde ifade veren Altan kardeşlerden Mehmet Altan tutuklanırken, Ahmet Altan serbest bırakılmıştı. Savcılığın itirazı üzerine dün hakkında tekrar gözaltı kararı çıkartılan Altan, bugün İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliği'ndeki sorgusunun ardından tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne gönderildi.

Ahmet Altan'ın 1. Sulh Ceza Hâkimliği’ndeki sorgusuna ilişkin tutanağın tam metni şöyle:

Ahmet Altan'ın tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilen Haberdar'da kaleme aldığı yazılar...

 

(Mutlak korku - Haberdar / 12 Mayıs 2016)

Lord Acton’un o meşhur sözü, “mutlak gücün mutlaka bozduğunu” söyler.

Sanırım buna bir ekleme yapmak da mümkün:

Mutlak güç, mutlaka korku getirir.

“Anayasaya uymayan”, bütün yasaları çiğneyen, kendi milletvekillerinin açıklamasıyla yargıyı da ele geçirdikten sonra yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tümüyle denetimi altına alan Tayyip Erdoğan, bir diktatörün bütün yetkilerine ve gücüne “gayrımeşru” bir şekilde sahip.

Merasim töreninde yere serilecek halının renginden, Çamlıca’ya yapılacak caminin minaresine, kupon arazilerin kime satılacağından televizyonlardaki yemek programlarında neler anlatılması gerektiğine kadar her konuya karışıyor… Her istediğini yaptırıyor.

Sevgili muhtarlarıyla düzenlediği büyük toplantılarda hedef gösterdiği insanlar ya tutuklanıyor, ya silahlı saldırıya uğruyor.

Genellikle de ikisi birlikte oluyor.

Anlaşılan her kesim emri kendine göre alıp harekete geçiyor.

Medya emir altında.

Büyük bir kısmı doğrudan ona bağlı.

Bir kısmı “tarafsız” gibi yandaşlık çabalarına hız vermiş.

Ulusalcı medya, Ergenekon’la birlikte Erdoğan’ın yanında saf tutmuş.

Birkaç dürüst gazeteyle, direnmekten vazgeçmeyen internet siteleri ve buralarda çalışan cesur insanlardan başka kimse kalmamış medyada.

AKP ise artık tümüyle parti olmaktan vazgeçmiş, Erdoğan’ın getir götür işlerine bakan “ofisboy”lar topluluğu.

Ülkede, ne kadar akıl dışı olursa olsun emrine karşı çıkabilecek bir devlet görevlisi yok.

Oylarını artıracağını düşünürse istediği şehri yerle bir ettiriyor.

İstediği insanları yaktırıp öldürüyor.

Daha yeni, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Prince Zeid Ra'ad Zeid al-Hussein, Cizre’de etrafları sarılarak yakılan yüzden fazla insan olduğuna dair tanıklıklar bulunduğunu söyledi ve “bağımsız bir soruşturma ekibinin” bölgede araştırma yapmasını istedi.

Astığı astık, kestiği kestik, “akşamları ayran için”den, “üç çocuk yapın”a kadar her alana karışan bir adam.

Ve bu adam kadar çok korkan hiç kimse yok bu ülkede.

Her şeyden ve herkesten korkuyor.

Mutlak güce ve mutlak korkuya sahip aynı anda.

Düşünsenize, Başbakanı Davutoğlu’ndan bile şüphelendiği için adamı “işinden” kovdu, bayağı bildiğiniz “çıkışını” verdi, tazminatsız gönderdi.

Davutoğlu’ndan söz ediyoruz, şu her söylediği söz ertesi gün Erdoğan tarafından tekzip edildiğinde lafından dönen, “önderimiz, liderimiz, kurucumuz” diye her suça iştirak eden adam.

Türkiye tarihinin belki de en kanlı döneminin sorumluluğunu sırtlamayı kabullenmiş biri.

Erdoğan öyle korkuyla dolu ki ondan bile şüphelenip kovdu.

Belki de ilk kez, AKP’nin “tabanı” değilse de “tavanı” çatladı…

Tavan, “ne oldu, niye attınız bu adamı” diye sordu ve galiba ilk defa Erdoğan’ın kim olduğunu, ne olduğunu, ne istediğini açıkça anladı.

Anladıklarını söylemeyi sürdürecekler mi yoksa “yanlış anlamışız” diye yeniden Erdoğan’ın sadık hizmetkarları mı olacaklar, onu şu anda bilemiyoruz.

Ama sallandıkları yüzde yüz.

 “Mutlak” sadakat isteyen, yüzde yüz biat talep eden Erdoğan’ın adamları “eski kapı yoldaşlarını” tehdit etmeye başladılar bile.

Çünkü iktidara doyamıyorlar ve mutlak güçten başkasına razı olamıyorlar.

Korku başka türlüsüne izin vermiyor.

Sanırım, Erdoğan’ın siyasi sonunu bu “mutlak korku” getirecek.

Yavaş yavaş çevresindeki herkesten kuşkulanıp temizlemeye, her seferinde yerlerine daha yetersiz insanları getirmeye başlayacak.

İçinde biçer döver olan bir elektrikli süpürge gibi yakınlarındakini parçalayacak.

Uzaktakileri zaten parçalıyor.

Ülkeyi paramparça ediyor.

Galiba “yasaları çiğneyen” insanlarda ortak özellik bu.

Narcos diye bir dizi var, bilmem izlediniz mi…

Kolombiyalı ünlü kokain kaçakçısı Escobar’ın hayatını anlatıyor.

Medellin kentinde sıradan bir kaçakçıyken “kokain” işini keşfedip hızla büyük patron oluyor.

Ona bağlı ağlar sadece kendi ülkesini değil Amerika’yı da boydan boya sarıyor.

Günlük kazancı 60 milyon dolara varıyor.

Paraları koyacak yer bulamadıkları için çoğunu toprağa gömüyorlar, hala Kolombiyalı çiftçiler tarlalarında naylonlara sarılmış dolar balyaları buluyor.

Kolombiya ordusuyla eşdeğerde bir ordu kuruyor kendisine.

İstediği zaman ülkede içsavaş çıkartıyor ve Kolombiya ordusu onun ordusuyla baş edemiyor.

Bütün ülkeyi suikatlerle, sabotajlarla, bombalarla alt üst edebiliyor.

İş o hale geliyor ki Kolombiya “başkanı” olmak istiyor, “bu ülkeyi ben yönetmeliyim” diyor ve kendisinin herkesten daha iyi yöneteceğine de samimiyetle inanıyor.

Escobar’ın felaketine giden yol bu “başkanlık” sevdasıyla başlıyor.

Sadece Kolombiya devleti değil dış dünya da böyle bir adamın “başkan” olmasının nelere mal olacağını fark ediyor.

Escobar’ı sıkıştırmaya başlıyorlar.

Ama o hala çok güçlü.

Tarihte eşi olmayan bir anlaşma yapıyor devletle, “teslim olurum ama kendi hapishanemi kendim yaparım, kendi gardiyanlarımı kendim seçerim, siz de hapishaneme üç kilometreden fazla yaklaşamazsınız” diyor.

Devlet razı olmak zorunda kalıyor.

Ama bu devleti bile dize getiren “mutlak güç” yavaş yavaş mutlak bir paranoyaya dönmeye başlıyor.

Kendisine bağlı mafya babalarından her seferinde daha fazla “pay” istemeye koyuluyor.

Bu da yetmiyor.

“Haracı verirken mutlu muydu yoksa şikayetçi bir hali mi vardı” diye soruyor.

Haracı “mutlu” bir şekilde ödemediğini düşündüklerini de öldürtüyor.

Derken, kendisi hapishanedeyken dışarda onun adına işleri yürüten çok eski iki dostundan şüphelenmeye başlıyor, günde altmış milyon dolar geliri olan adam, dostlarının kendisinden “üç yüz bin dolar çaldığını” iddia ediyor.

İkisini birden gözlerinin önünde öldürtüyor.

Ondan sonra da iflah olmuyor zaten.

Mutlak güç isteği, mutlak korku ve kaçınılmaz sonucu paranoya bütün “imparatorluğunu” paramparça ediyor.

Çocuğu bugün başka bir ülkede başka bir isimle yaşıyor.

Mutlak güç mutlak korku yaratır.

Bugün bizim siyaset dünyamızda, yasasızlık, gayrımeşru güç ve para, mutlak iktidar, mutlak korku ve artık başlayan “dost” kıyımı dönemi yaşanıyor.

Daha önce de söylemiştim şimdi de söyleyeyim.

Bu durmayacak.

Şiddet sarmalı gittikçe hızlanarak tırmanacak.

Sadece düşmanlarını değil dostlarını da yiyecek.

Büyük bir paranoyadan ve şiddetten geçeceğiz.

Erdoğan’ın “anayasaya uymayacağını” açıklayarak yasalarla ilişkisini kestiği günden itibaren Türkiye bir felakete süratle yaklaşıyor.

Ama Erdoğan da siyasi hayatının sonuna aynı hızla koşuyor.

Bu panikten, bu korkudan, bu mutlak biat isteğinden ülkelere bir hayır gelmiyor ama bunu yapanlara da bir hayır gelmiyor.

Hem Türkiye için hem Erdoğan için en iyisi onun yeniden anayasal sınırlar içine dönmesi ama galiba bunun için artık çok geç.

Sanırım kötü bir piyesin son perdesini seyrediyoruz.

Bedeli biraz ağır oluyor ama…

Biteceğini bilmek gene de iyi.

AHMET HAKAN’A:

“Korkak şarlatan” diye kime denir biliyor musun, söylemesi gereken üç kelimeyi söyleyemediği için yarım sayfa yalan yazan adama denir.

Sataştığın biri sana “teke tek çık karşıma” dediğinde söylemen gereken üç kelime şuydu:

“Çıkıyorum karşına, gel.”

Başkalarının ardına saklanmadan, yazdığının sahibi olarak çıkardın ortaya.

İtalyan filmlerinde küçük dolandırıcılar vardır, sürekli küfrederek, bağırıp çağırarak, dikkat çekmeye çalışarak oradan oraya koşuştururlar ama asla gerçek bir kavgaya giremezler, gizli gizli ona buna ispiyonculuk ederek birkaç kuruş para tırtıklamaya uğraşırlar.

Biraz onlara benziyorsun sanki.

İktidar adına algı operasyonları yapıyor, bağırıyor, çağırıyor ama kimseyle yüz yüze hesaplaşamıyorsun. 

Bu halini biraz zavallı buluyorum doğrusu, korkunu gizlemek için tutunmaya çalıştığın çığırtkan dolandırıcı üslubunla ve çaresizliğinle gizliden gizliye bir acıma duygusu bile uyandırıyorsun bende.

Hayatını, saygıdeğer bir adam olamamana mazeretler aramakla geçiriyorsun.

“Kurbanlar olmadan” benle ekrana çıkamazmışsın…

Gerçekten kurbanlarsa derdin, kurbanları korumak istiyorsan, çıkarsana Tahir Elçi’nin eşini… Çıkarsana Roboski’de uçaklardan fırlatılan roketlerle paramparça olan insanların akrabalarını… Çıkarsana Güneydoğu’da gözünden vurulan bebeğin annesini… Çıkarsana evleri bombalarla yıkılan Sur ahalisini… Çıkarsana hem mahkum edilen, hem suikast teşebbüsüyle karşılaşan Can Dündar’ı, bir de ona anlattırsana MİT Tırlarını… Çıkarsana

Cizre’nin bodrumlarında yakılanların nişanlılarını… Çıkarsana 21 yıldır yargılanmadan tutuklu yatan sanığının babasını… Çıkarsana hukuksuz yere gazetelerine el konulan, başlarına kayyum atanan, işlerinden kovulan meslektaşlarını… Çıkarsana bir bildiriyi imzaladı diye “teröristlikle” suçlanan Esra Mungan’ı… Sandıkta kazandığını elinden almak için dokunulmazlığı kaldırılarak Meclis’ten sürülmek istenen Selahattin Demirtaş’ı şimdi bir daha çıkarsana…

Sen Erdoğan rejiminin tek bir kurbanını bile çıkaramazsın bugün programına.

Bir tekini bile…

Erdoğan’ı gerçekten kızdıracak tek bir satır ciddi eleştiri yazamazsın.

Bazen gizli, bazen açık iktidara yaltaklanıp duruyorsun.

Gazetenle birlikte bütün derdiniz, Erdoğan’a karşı muhalefeti bölmek, Erdoğan’a muhalefet edenlere saldırıp onların hedefini şaşırtmaya uğraşmak.

Senin gibi o kadar çok adam var ki şu sıralar etrafta.

Gerçi senin gibiler için Erdoğan ya da başka biri fark etmez, iktidarda olsun yeter, hemen biat edip, hizmet sunarsınız.

Askeri vesayet zamanında da generallerin ayakları altında yuvarlanıyordunuz… 

Biz askeri vesayetin generalleriyle dövüşürken senin ve patronunun neler yaptığını da biliyoruz, arşivler duruyor.

Tek bir örnek vereceğim sana.

Neden bir mezrada havan topuyla kıymık kıymık parçalarına ayrılan Ceylan için “bir ses verin” diye biz üç gün yalvardık da üç gün boyunca sesinizi çıkarmadınız?

Çıkaramadınız…

Günlerce sustunuz… Ceylan kurban değil miydi? 

Annesi kurban değil miydi?

Kurbanları koruyormuşsun… 

Senin haddine mi düşmüş birilerini korumak… İktidardan korkan, patronundan korkan biri, kendi onurunu koruyamayan biri başkalarını nasıl koruyacak?

Sen onların haklarını korumaya çalışmıyorsun, üstelik onlara da saygısızlık edip onları canlı kalkan gibi kullanmaya çabalıyorsun.

Onların arkasına saklanmak bütün derdin. 

Ben kendimden bu kadar eminim de sen niye bu kadar titreksin?

Çünkü sen uyduruyor, yalan söylüyor ve çarpıtıyorsun… Bense elimdeki belgelere dayanarak böyle güvenli konuşuyorum.

Yazı diye yazdığın o yarım sayfalık küfürlerle karışık dolandırıcı tipi “palavralar antolojisi” var ya, onların her birini nasıl uydurup birbirine karıştırdığını, çarpıttığını, karşıma çıkabilseydin sana belgelerle gösterecektim… Onların hiçbiri senin dediğin gibi değil… Hepsinin de belgesi var.

Sana hem karşıma çıkıyormuş gibi yapıp hem de kalabalıkların arkasına saklanma fırsatını vermeyeceğim… Öyle ucuz kurnazlıklar yaptırmayacağım sana

Ama o iddiaları da ortada bırakmayacağım.

Mehmet Baransu’nun, sizin “Balyoz kumpastı” palavranızı, hem de Balyoz’u aklayan mahkemenin “gerekçeli kararına” dayanarak paramparça ettiği bir yazı dizisi yayınlanıyor şimdi.

O dizi bitsin, ben de “trajedileri” ahlaksızca sömürerek ördüğünüz algı operasyonlarını bir bir yazacağım.

Sen korkup kaçıyorsun diye o palavralar sürecek sanma.

Sana şu kadarını söyleyim, yazdığın bütün yalanların ve çarpıtmaların belgeleri elimde…  

Senin nasıl yalancı bir sahtekar olduğunu, gerçekleri nasıl çarpıttığını, nasıl ahlaksızca algı operasyonları yaptığını belgelerle öyle bir ortaya koyacağım, seni öyle bir örnek haline getireceğim ki bir daha bu konularda senin gibi algı operasyonu yapmaya kalkanlar senin halini düşünüp vazgeçecekler.

Sahtekarlığın bir tek işe yarayacak, bu Balyoz ve Ergenekon konusundaki çarpıtmalarınız, algı operasyonlarınız, duygu sömürüleriniz bitecek.

Ortada bunca belge, bunca gerçek varken, patronunla elele bütün Hürriyet okuyucularını dolandırarak pervasızca yalan söyleyip çarpıtıyorsun... 
Sen ilgimi çektin bir kere, sahtekarlığın abidesi olarak patronunla birlikte medyanın lanetlileri tarihine geçtiğini göreceksin.
Bekle…

(Ezip geçmek - Haberdar / 27 Haziran 2016)

Ben okuduğumda, siyah pelerinini giymiş, karanlık maskesini takmış Darth Vader’in o boğuk, mekanik sesiyle yok edilecek bir gezegenle ilgili verdiği emri duymuş gibi oldum.

“Yok edin” diyordu. “Yok edin.”

Sadece, verdiği emrin kendi gezegeniyle ilgili olduğunu, kendisinin de yok edileceğini bilmiyordu.

Levent Gültekin’in Özgür Düşünce Gazetesi’nde Hüseyin Keleş’e söylediklerini okudunuz mu?

Aynen şöyle diyordu:

“Adını vermeyeyim, çok üst düzey bir bürokrat, emekliye ayrılma aşamasında Tayyip Bey’le vedalaşmaya gidiyor. Tayyip Bey, o bürokrata yapacakları ile ilgili bazı şeyler anlatınca bürokrat diyor ki ‘bu dediklerinin yarısını yap, iç savaş çıkar bu ülkede.’ Tayyip Bey de ‘çıksın, ezer geçeriz’ diye karşılık veriyor. Bu diyalogu bürokratın kendisinden dinledim. Yani iç savaşı göze almış bir lider var. Ne için? Kişisel hırs.”

Türkiye’yi yöneten adam, yönettiği ülkede iç savaş çıkmasını göze alıyor, “ezer geçeriz” diyor.

Ülkenin “anayasayı dinlemeyen” yöneticisi, iç savaş için “çıksın” diyorsa, o ülkede iç savaş çıkar.

Zaten hızla oraya doğru gidiyoruz.

Kendi gezegeni için “yok edin” emri verdiğini bilmeyen bir Darth Vader gibi Erdoğan da kendi ülkesini ve üstelik kendi hayatını yok edecek bir iç savaşa “çıksın” dediğini bilmiyor.

Amerika’ya Muhammed Ali’nin cenazesine gittiğinde kendisini büyük bir coşkuyla karşılayıp “işte Müslümanların lideri geldi” diye selamlayacaklarını sanıp hem kendini hem de Türkiye’yi nasıl rezil ettiyse, “ezip gececeğini” sandığı için “çıksın” dediği iç savaşla da hem kendini hem Türkiye’yi mahvedecek.

Gerçeklerle bağını koparmış Erdoğan.

Hukukun denetiminden kaçabilmek için “iç savaşı” göze aldığı, dahası “ezer geçeriz” diyerek iç savaşı arzuladığı anlaşılıyor.

İç savaşla ilgili en küçük bir bilgisi yok.

Sarayının duvarları top mermileriyle çöktüğünde, eli silahlı insanlar koridorlarda birbirlerini öldürdüğünde iç savaşın ne olduğunu anlar ama geç kalmış olur.

İç savaş, bir toplumun başına gelebilecek en büyük felakettir, kimse onun yarattığı facianın kurbanı olmaktan kurtulamaz.

Savaştan çok daha korkunçtur.

Düşmanının nerede olduğunu bilmezsin, düşmanının kim olduğunu bilmezsin, korkunç bir nefret herkesi canavara çevirir, birbirlerini öldürmekle yetinmez insanlar, birbirlerinin cesetlerini bile parçalarlar, çocuklarının, eşlerinin, sevgililerinin, kardeşlerinin ırzına geçerler, evlerini yakarlar.

“İç savaş çıksın” diyen bir lideri destekleyen “havuz medyası”, o medyanın yöneticileri, sahipleri, yakınları kendilerini güvende sanıyorlar galiba.

İç savaşta kimse güvende değildir.

Kaçıp gitseler de yakınları burada kurban olarak kalır.

Sadece sevdiklerini, yakınlarını değil komşularını bile öldürürler.

“İç savaş çıksın” diyen bir adama oy veren AKP’liler, bu iç savaşta “ezip geçeceklerini” düşünüyorlar herhalde.

İç savaşı, Kürt mahallerinde hendek kazan çocukları tanklarla, toplarla öldürmek sanıyorlar.

İç savaş, sabah selamlaştığın adamın akşam evine girip senin gırtlağını kesmesidir.

Gözünün önünde karına tecavüz etmesidir.

Çocuğun kapının önüne çıktığında, etrafta saklı bir nişancının onu kafasından vurup öldürmesidir.

Bu ülkede iç savaş çıktığında, AKP’liler sadece başkalarının “kurban” olacağını mı sanıyor?

Galiba öyle sanıyorlar ama yanılıyorlar.

İç savaş herkesi, bütün ülkeyi kanlı bir girdabın içine çeker.

Üstelik, şu anda topluma yüklenen nefret ve öfke patlama noktasına çok yakın.

Yalnızca şehirleri, köyleri, mahalleleri yok edilen Kürtlerle Türkler arasında değil bu nefret…

“Namaz kılmayanlar hayvandır” diyenlerle, namaz kılmayanları “telef” edilecek yaratıklar gibi görenlerle, “hayvan” denilenler arasında da korkunç bir nefret birikiyor.

Öfke liselere kadar yayıldı.

Erdoğan ve AKP’liler, iç savaş çıkınca “ordu” kendi emirlerinde kalacak sanıyorlar.

“Bol para verdikleri” söylenen komutanların bir kısmını belki yanlarında tutarlar ama iç savaşlarda ordular da bölünür, bir ordunun içinden birbirine düşman ordular çıkar.

Katliamlar olur.

Bosna’da yaşananlara bir bakın.

Ruanda’da yaşananlara bir bakın.

Suriye’de yaşananlara bir bakın.

Kitap okumaya üşeniyorsanız, bu konudaki filmlere bir göz atın.

“İç savaş çıksın, ezer geçeriz” diyerek gözünü karartmış bir adam sizi nereye sürüklüyor bir görün.

Yıllar önce gene yazmıştım, ortaokulda bize okuttukları “Nişancı” diye bir İrlanda hikayesi vardı.

İç savaş sırasında, damlara saklanan bir nişancıyı anlatır.

Damların üstünde başka bir nişancıyı fark eder.

İkisi de çok usta nişancıdır, çok maharetlidir.

Saatlerce çatışırlar.

Sonunda hikayenin kahramanı, diğer nişancıyı vurmayı başarır.

Diğer adam vurulup sokağa düşer.

Nişancı da işini yapmış olmanın rahatlığıyla damdan iner, tam sokaktan çıkacakken, “vurduğum adam çok iyi bir nişancıydı, kimdi acaba” diye merak eder.

Dönüp, vurduğu adamın yanına gider, yüzüstü yatan ölü bedeni çevirip yüzüne bakar.

Kardeşinin yüzüyle karşılaşır.

Vurduğu adam kardeşidir.

İç savaş budur işte… Kardeşin kardeşi vurmasıdır.

Olmaz mı sanıyorsunuz?

Daha dün IŞİD’li bir celladın kendi kardeşinin kafasına kurşun sıkarken çekilmiş resimleri yayınlandı.

Erdoğan’ın “çıksın” dediği iç savaşta yaşanacak olanlar bunlardır, bu facialardır.

Ateşe konmuş bir suyun kaynamaya yaklaştığının işaretini veren küçük kabarcıklar gittikçe hızlanarak görünür oluyor, muhalefet liderinin üstüne “kurşun” atılıyor, bir başka muhalefet liderini hapsetmek için hazırlıklar yapılıyor, toplumu güvencede tutacak hukuk ortadan kaldırılıyor, “din” adına, “milliyetçilik” adına müthiş bir öfke ve nefret sağanağı yaratılıyor.

Ve ülkenin cumhurbaşkanı “iç savaş çıksın” diyor.

Ülkeyi yöneten adam “iç savaş çıksın” derse, iç savaş çıkar.

Ülke parçalanır, milyonlarca insan ölür, açlık, sefalet kol gezer, insanlar ülkeden kaçabilmek için birbirini paralar.

Sonunda da Erdoğan’ın sarayını yerle bir ederler.

Geriye paramparça kanlı bir çöl kalır.

Kimse de kendini kurtaramaz.

Bu anlattıklarım bir “korku masalı” değil, birçok ülke yaşadı bunları, onların da başlarındaki adamlar “çıksın” dedi iç savaş için, oralarda da adım adım yüründü iç savaşa.

Bütün muhalefet partilerinin, Türkiye’ye neyin yaklaştığını, Erdoğan’ın neyi göze aldığını görerek politikalarını belirlemeleri gerekiyor, bir iki demeçle geçiştirilecek bir sorun yok karşımızda.

Ciddi bir felaketin ülkeye yaklaştığını görüyoruz.

AKP’liler de iyi düşünsün.

İç savaş çıktığında herkesle birlikte onlar da yaşayacak bunları…

Kaçmaları da bir işe yaramayacak, “savaş suçlusu” olarak yargılanacaklar.

Darth Vader’in “gezegeni yok edin” emrini duyduk.

“Yok edilecek” gezegenin sizin ülkeniz olduğunu bilin.

Darth Vader bilmese de siz bilin bunu.

Ona göre davranın.

Ahmet Altan önceki gün serbest bırakıldıktan sonra açıklamalarda bulunmuştu: