İhsan Kabil'in !f film festivalinde gösterilen bir film için, aile ve ahlak değerlerine uymadığını belirterek “Bakanlık bu festivallere neden destek veriyor?” sorusunu yöneltmesi üzerine başlayan tartışma Uğur Vardan, Fatih Özgüven ve Nihal Bengisu Karaca'nın cevapları ile devam etmişti. SİYAD Başkanı Tunca Arslan ise online sinema dergisi arkapencere.com’da ‘İslami Sinemanın Çıkmazı’ konulu seri yazılarla bu tartışmayı harlandıran isim oldu. Radikal Gazetesi'nden Şenay Aydemir'e röportaj veren Arslan Türkiye'deki islami sinema geleneğine değinerek, "inanç sorgulaması ya da evreni, dünyayı, yaşamı sorgulama pratiğiyle Türkiye’de İslamiyet altında bunu yapıyor olmak arasında farklar var. İslami sinemacıların çok ciddi mutlakları var" dedi
Arslan'ın 13 Mart 2013 tarihinde yayımlanan ropörtajı şöyle:
‘İslami Sinemanın Çıkmazı’ başlıklı yazıların çıkış noktası neydi? Neden böyle bir yazı serisine ihtiyaç duydunuz?
Adına ne denirse densin -milli sinema, beyaz sinema, ak sinema ya da İslamcı sinema- 60’lı yılların ortalarından bu yana bir çizgi tartışması var. Benim bu konuyla tanışmam ve düşünmeye başlamam, 90’lı yıllarda bu tartışmaların içinde yer alan Salih Diriklik’in ‘Fleşbek’ adlı bir kitabını okumamla oldu. Diriklik, asıl mesleği doktorluk olan, onu bırakıp İslami sinema yapmaya karar veren ve yıllarını harcayan ve sonra küsüp bu işi bırakan bir İslamcı aydın. Onu okuduğum zaman, ana soru “Biz bu işi niye yapamıyoruz?” idi. Bu soru, bir çıkışsızlık ve teslimiyet içeriyordu. Ben kendimi bildim bileli bazı insanlar ‘İslami sinema’ yapmak adına bir çaba içindeler. Bir yandan da sürekli “Geldik, geliyoruz, bekleyin bizi” gibi iddia da söz konusu.
Yani geçen yılki tartışmadan önce de vardı bu durum?
Evet. Ben de “Niye yapamıyorlar?” sorusunu kendime sorarak başladım. Geniş kitlelere ulaşan filmler var. Türkiye ’nin son on yılına bakıldığı zaman; bir iktidar var. Bu iktidar birçok kurumu yeniden tanımlıyor ama sanat konusunda belli bir tıkanıklık olduğu ortada. Buradaki söylem de yasakçılık üzerine. “Bu filmde eşcinsellik var, bu filmde argo var, festival bu filmi nasıl gösteriyor, bakanlık bu filme nasıl destek veriyor” gibi bir söylem... Aklı başında bir aydın olduğunu düşündüğüm İhsan Kabil’in ‘aile ve edep’ kavramlarıyla bazı filmlere yasakçı bir zihniyetle yaklaşması, benim kafamda meseleyi yeniden canlandırdı. Bir de son 5-6 yıl içerisinde de “Bekleyin sonbaharda bir film akademisi kuruyoruz, SİYAD’a alternatif dernek kuruyoruz, geldik, geliyoruz” diye söylemler de var. Ama bir şey olduğu da yok. Bir de Ekrem Dumanlı, sinema odaklı bir dizi yazı yazdı ve “Biz bu işi niye yapamıyoruz” sorusuna yanıt aradı. Bütün bu tartışmalarla birlikte ben de kendime bir daha sordum ve şu yanıtla birlikte yazıları yazmaya başladım: Yapmaları mümkün değil. İslami sinema bir çıkmazda!
Hangi gerekçelerle çıkmazda olduğunu düşünüyorsunuz?
Son on yıllık iktidar pratiğinin İslami kesim sinemacılarının çalışma biçimlerine ciddi zarar verdiğini düşünüyorum. Sinema kim yaparsa yapsın, çelişkiden, muhalefetten, eleştiriden besleniyor. Bugün İran bir İslam cumhuriyeti ama güçlü bir sineması var. Bir: Arkalarındaki binlerce yıllık kültürel geleneği çok iyi özümsüyorlar. İkincisi de kendi iktidarlarıyla çok da barışık değiller. Bizdekiler ise iktidar için film yapma, iktidarın nimetleriyle film yapma peşinde daha çok. “İktidar ya da zengin birisi para verse de şu dini öyküyü film yapsam” derdindeler. Televizyonda bu olabilir ama sinemada olmuyor. O barışıklık sinema yapma pratiğini olumsuz etkiliyor. Gördüğüm örneklerde günümüze dair bir eleştiri ya da çelişki olmaksızın 50 yıl önceki mağduriyet hesaplaşmaları anlatılıyor. Kemalizmle, cumhuriyetle, sol düşünceyle... Bugüne dair bir çelişki ya da muhalefet yok.
Bunda ne gibi bir sakınca olabilir ki, sinema geçmişle de hesaplaşmalı bir yandan. Sol sinema bunu sıkça yapıyor örneğin
Muhakkak ki yapar. Birkaç yüz yıl öncesine dair de öyküler anlatabilir. Fakat zihnen, duruş olarak bugün olan bitenle bir derdi yoksa geçmişe dair öykü de eksik oluyor. ‘Minyeli Abdullah’tan itibaren birçok filme baktığımızda 80 yıl önceki bir öyküyü anlatıyor ama bugünkü bazı ilişkileri işaret ediyor. Bence burada tıkanıyorlar. Bunu Dücane Cündioğlu da söylüyor. “Böyle olmaz” diyor bir şekilde. “İktidarla bu kadar barışık olmamak lazım, sanat yapıyorsak” şeklinde itirazlar o düşüncenin içinden de yükseliyor. Tabii geçmişe dair öyküler anlatılır, mağduriyetler dile getirilir, hatta bunun propagandası da yapılır. Ama bir de çok ciddi bir estetik ve sinema dili eksikliği var. Bu konuda sinema sanatının bugün yakaladığı düzeyin oldukça gerisinde....
‘İnaç sineması’ ile ‘İslami sinemayı’ birbirinden ayırmalı mıyız bu durumda? Buradaki yaklaşımı daha çok ‘İslami dünyayı anlatan’ filmler olarak mı anlamalıyız?
Mesela Tarkovski’nin yaptığı türden bir inanç sorgulaması ya da evreni, dünyayı, yaşamı sorgulama pratiğiyle Türkiye’de İslamiyet altında bunu yapıyor olmak arasında farklar var: İslami sinemacıların çok ciddi mutlakları var. Tartışamayacağı, sorgulayamayacağı, soru işareti koyamayacağı, uymak zorunda oldukları kitabi kurallar var. Bugün hâlâ Tarkovski’nin inancına dair bir tartışma sürüyor ama bunu bir Türk-Müslüman sinemacı böyle bir tartışmadan kaçar. Her şey çok net ve kesin olmalıdır. Kur’an’ın dışına herhangi bir şekilde çıkması mümkün değildir. Ne anlatırsa anlatsın. Senin söylediğin ‘inanç sineması’ ile ‘politik İslam’ın yansıdığı filmler bence aynı paydanın içinde.
Peki, bu bağlamda Mahmut Fazıl Coşkun’un ‘Uzak İhtimal’i ve Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yusuf Üçlemesi’ni (Yumurta, Süt, Bal) nasıl konumlandırmalıyız?
Semih Kaplanoğlu’nun kendi beyanları olmasa filmlerine bakarak bazı sonuçlara varmak hâlâ zor. Açık açık söylüyor “Ben iç dünyamda tercihimi değiştirdim” diyor. Bu bir yöntem olabilir. Yani ‘değişimle’ gelecek sinemacılar, o birikim bundan sonrasında bir şeyler yapabilir. ‘Uzak İhtimal’e gelince, ne beni ne de İslami kesimden insanları tatmin edebilecek bir film değil. İki taraf açısından da kaçak dövüşen ve net bir şey söylemeyen, durumu anlatan bir film. Öncesi ve sonrasına dair sonuçlar çıkartılamıyor. Bir sinema yazarı olarak eleştirilerim var ama inanmış bir Müslümanın ya da Müslüman bir sinema yazarının bu filmden büyük bir doyuma ulaşacağını zannetmiyorum.
Yazılarınızda ‘İslami Sinema’nın kendine referans aldığı bazı isimleri de konu ettiniz. Tarkovski, Bergman, Mustafa Akad gibi... Sizde bu isimler neden yanlış referanslar?
Açıkçası, bu bana biraz tuhaf gelen bir durum. Müslüman sinemacının, sinema yazarının, bu konu üzerine kafa yoran bir köşe yazarının niye mesela Tarkovski’den, Bresson’dan, Bergman’dan ilham almak zorunda olduğunu anlamıyorum. Bence bu hastalık. Bir şekilde bundan kurtulmalarını tavsiye edebilirim ancak.
Peki hangi isimler olmalı sizce?
Mohsen Makhmalbaf’tan Abbas Kiarostami’den, Yılmaz Güneyden, Lütfi Akad’dan, Akira Kurosava’dan bir şeyler öğrenebilirler. Tabii ki Tarkovski’den de öğrenilecek çok şey var ama böyle kült haline getirmek neden? Genç bir sinema yazarını okuyorsunuz Tarkovski’den başlıyor, Bergman’dan çıkıyor... Bu yönetmenlerin çoğunun inanç meselesini Hıristiyanlık referanslarıyla önümüze sürmesinin etkisi var ama bu Müslümanlığa uyarlanabilecek bir şey değil ki. Sinema dili anlamında çok başka bir kulvar. Niye örneğin İran sinemasından bu kadar uzak durup da Avrupalı sinemacılardan medet umma duygusundalar, bu bana tuhaf ve anlaşılmaz geliyor.
Tartışma geçen yıl başladı. Sonra duruldu ama siz aralıklarla devam ediyorsunuz. Neden?
Ben aslında ilk yazıyı yazdığım zaman en az on beş yazı yazmaya karar vermiştim ve belliydi bu yazılar. Bunu bir kitap yapma düşüncesi de başından bu yana kafamda var. Bir yandan, zamanında kararlaştırılmış yazıları yazıyorum hem de güncel konular ortaya çıktığında onları yazmaya çalışacağım. Bu yazılar periyodik değil tabii...
Peki, yazılarınıza gelen tepkiler nasıl, geri dönüş oluyor mu?
En çok geri dönüş olan yazım, Altın Portakal’da ‘Ateşin Düştüğü Yer’ filminin hakkının yendiğine dair tartışmalara ilişkin olan oldu. Ben gerçeğin öyle olmadığını, bu söylemin ‘mağduriyet edebiyatına’ girdiğini kanıtlayan bir yazı yazdım. Bu yazıdan sonra ilgili kişilerden geri dönüş oldu ama öyle şiddetli tepkiler olmadı. Genel olarak gelen geri dönüşlerde sert bir üslup yok. Hatta İslami kesimden “Demek ki bir İslami sinema varmış ki kafa yoruyorsunuz. Bu bizim iyi bir şey” diyen tepkiler de geldi.
İslami filmlerin ya da dünyana inanç penceresinden bakan filmlerin sayısal ve nitelik olarak bir artış yaşayacağını düşünüyor musunuz?
Belli bir bütçeyi sağlayan herkes sonuçta iyi-kötü bir film yapabilir. Ama ben iyi işler geleceğini düşünmüyorum. Bu yazıları yazma gerekçelerime dönersek; ‘Hür Adam’ filmi ‘geldik geliyoruz’ söylemleri içerisinde 5-6 milyon seyirci hedefiyle gösterime girdi. Ama bunun çok altında kaldı. Filmin yönetmeni Mehmet Tanrısever katıldığı bir televizyon programında -hedefi tutturamayan ama iyi sayılabilecek bir seyirci sayısına rağmen- sinir krizi geçirmişti. Ben burada “Niye yapamıyoruz, niye olmuyor” duygusunu çok net gördüm. Bundan sonra da yapılabilir. Ama ben geriye gittiğini düşünüyorum. Çok önemli filmler çekilemeyeceğini düşünüyorum. Bence kriter şu: Cemaat sinemasından cemiyet sinemasına geçme eşiği var. Bu bir türlü olamıyor.