Kültür-Sanat

“İlk filmi kredi kartı suistimaliyle çektik”

Reha Erdem’in, yönetmenliğini yaptığı ‘Beş Vakit’ filmi İngiliz The Times gazetesi tarafından yılın en iyi filmleri arasında seçildi.

07 Aralık 2008 02:00
Suç ne zaman suç olmaktan çıkar? Sanat için neler yapabilirsiniz? Ne kadar ileriye gidebilir, nerede durursunuz? Kanunları çiğnemeyi hatta cezaevine girmeyi göze alır mısınız? İşte tüm bunları göze alacak kadar sanata ve sinemaya düşkün bir isim olan Reha Erdem’in yönettiği ‘Beş Vakit’ filmi İngiliz The Times gazetesi tarafından yılın en iyi filmleri arasına girdi…

Reha Erdem son yılların en başarılı yönetmenlerinden biri. Son filmi “Beş Vakit” (Aslında bizim seyrettiğimiz son filmi demek gerek çünkü son filmi “Hayat Var” martta vizyona girecek) neredeyse katıldığı bütün festivallerden ödülle döndü. Filmin en yeni başarısı ise İngiltere The Times ve The Sunday Times gazeteleri tarafından yılın en iyi beş filmi arasında gösterilmek oldu. Milliyet gazetesinden Zeynep Özkartal’ın ödüllü yönetmen Erdem ile söyleşisi:

Erdem diğer başarılarında olduğu gibi yine ortalarda gözükmedi, sessiz sakin hayatına devam etti. Böylece daha da çok merak uyandırdı.

Kimdir bu ödüllerin arkasındaki adam?

Doğup büyüdüğü Levent‘te oturuyor hâlâ. Hatta ofisi de aynı sokakta. Her filminde çocukluğa sayısız göndermeler bulunan yönetmenin çocukluğundan başladık konuşmaya... Sonunda sinema tutkusunun baskın çıktığı ilginç bir yaşamöyküsü çıktı ortaya.

Kendinizi ilk nerede hatırlıyorsunuz?

Ankara’da... Ben İstanbul’da doğdum, babam subay, onun tayini nedeniyle gitmişiz. Sonra annemler bir sürü yerde dolaştılar ama biz İstanbul’da okuyalım diye ablamla beni teyzemin yanına gönderdiler. Teyzem yalnız yaşıyordu, yarı annemiz oldu. Filmlerde bazen farklı figürlerle gözüküyor, sonradan anlıyorum o olduğunu.

Nasıl bir çocukluktu?

Mutlu. Bu mahallede büyüdüm. Şu ağaçları tek tek bilirim. Köşedeki Galatasaraylı abi yüzünden en çok istediğim şey Galatasaray’da yatılı okumaktı. Galatasaray’da çok iyi bir arkadaş grubuyla büyüdük; Ruşen Çakır, Kutluğ Ataman... Okuldaki sekiz yılımın çoğu sınıflardan çok Tevfik Fikret Salonu’nda geçmiştir. Sinemaya da o zamanlar değdik.
“Burada rahatım yerindeyken Fransa’ya gidip süründüm”

Neler yapıyordunuz?

8 milimetre filan deniyorduk. Bir de o sıra angaje olduğum grubun içinde film çekiyorduk. Militan sinema örnekleriydi. O zamandan beri de sadece film yapmak istiyorum. Lise bitince Boğaziçi Tarih’e girdim. Sinema kulübü vardı, hayatımın çoğu orada geçiyordu. Hazırlık okuduğum sene kulübe başkan seçilmiştim. Çoğu zaman filmi makine dairesinde kendim oynattığımı da biliyorum. Çekiyorduk, dergi çıkarıyorduk. Artık militan filmler değildi. Bölümü çok seviyordum, çok da parlaktım. Rahatım da acayip yerindeydi. Teyzemle Boğaziçi’ne yakın bir yerde oturuyorduk, bir elim yağda bir elim balda. Bütün bunları bırakıp gittim Fransa’da süründüm.

Neden gittiniz oraya?

Sinema okumak için. Ben hakikaten film yapmak istiyorum ve böyle olmayacak, amatör kalıyor yaptıklarımız dedim. İstediğim bir okuldan da kabul gelince... Bir yıl falan bayağı bocaladım buradaki o şahane ortamı bırakınca... Paris VIII Üniversitesi Fransa’nın en marjinal üniversitesi. Biz Boğaziçi’nin ahşap villalarında hocalarla çay içerek üst düzey konuşurken bir gittim oraya, hocaların karşısında ayaklarını dayamış sigara içiyorlar. Feci bir şeydi!

Okul bitince dönmeye mi karar verdiniz?

Döneyim dönmeyeyim diye bocaladım biraz. Orada bir film yapmaya çalışıyordum ama burada daha kolay olacağını düşündüm. Döndükten sonra Kutluğ beni “A Ay”ın görüntü yönetmenliğini yapan Uğur Eruzun ile tanıştırdı. Üniversitedeki arkadaşlarımın çoğu rehberliğe başlamıştı ve bizim halimize göre muazzam paralar kazanıyorlardı. Onlar paralar vaat ettiler. O destekle gidip “A Ay”ı yazdım. Hatta biz Uğur ile bir bütçe yaptık, bir sıfırı şaşırmışız. Yani 300’se biz 30 çıkarmışız bütçeyi. Ama bazen yanlış hesapla doğru işler yapılıyor işte.

“Borç hiçbir zaman kapanmaz. Zaman aşımına uğrar, unuturuz”

E nasıl çektiniz bu hesapla?


Paraların bir kısmı geldi, biz filme başladık. Ekipteki herkes annesinden, babasından, kardeşinden para arıyordu. Ada’ya çekime gidiyorduk, sadece jeton parası vardı cebimizde. İki-üç kere tıkanma noktasına geldik. Onat Kutlar’a gittim, çalıştığı reklam ajansından para buldu. Bir gün Ruşen Çakır’la buluştuk, o da o sırada Nokta’da çalışıyordu. O da o gün maaş almış, çıkardı bütün maaşını verdi.

Negatifleri postayla Fransa’ya yolluyordum yıkanmaya. Seyredip bana şöyle böyle diye söylüyorlardı. Uzaktan kumanda. İki kere de Uğur’la kontrol etmeye gittik. Fransa’da kredi kartım vardı. O artık bitmiş, suistimal ediyoruz. Burada sliple çekiyorlardı henüz, Yugoslav havayollarıyla gidip geliyorduk.

Sonra bütün borçları kapattı mı “A Ay”?

Borç kapanır mı? O zaman aşımı gibi, unuturuz. Arkadaşlarımın hibelerini vermedim. Ama ekibin parası ödendi. Sonra yeni masraflar da doğdu. Pera Sineması’nda “A Ay”ı vizyona soktuğumuzda sinemacı garanti istedi, şu kadar seyirci olmazsa oynatmam dedi ve yeteri kadar seyirci olmadığı için bizden onun farkını aldı.

Şimdi finansmanı çok kolay buluyorsunuz herhalde.

Filmden filme biraz kolaylaştı ama asla çok kolay değil. Dünyanın her yerinde böyle. Ingmar Bergman gibi bir adam bile bir sonraki filmi nasıl yapacağım endişesiyle yaşamış. Koskoca Robert Bresson yapmak istediği filmleri yapamadan öldü. Burada Metin Erksan, bence Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük yönetmeni, bir sürü projesini yapamadan bıraktı.

“Manavda hiyerarşi vardır: Patates satarak başlar, otlara yükselirsin”

Burada el bebek gül bebekken orada sabah beşte manavda işe başlıyordum. Orada büyük manavlar vardır, 10 kişi filan çalışır. Hiyerarşi patatesten başlar. Patatesle ıspanak yan yana durur, ıspanakla elleriniz ıslanır, sonra o patatesleri tutunca... Feci! Sonra meyvelere kadar yükselinip otlara geçilir. En yüksek mevkii otlardır. Ben patatesten başlayıp otta bitirdim manavlığı. Zordu ama Fransa’nın ruhuna değdim. Sonra halıcıda da çalıştım. Hatta halıcıda çalışırken müşteri gelmesin diye lambaları kapatıp içeride senaryo yazıyordum.
Bir mendil bile satmadım orada!

“Ödülleri de önemsiyorum seyirci sayısını da”

“Beş Vakit”in uluslararası çapta birçok ödülü var. Ama biliyoruz ki seyirci rekoru da kırmıyor. Sizin için daha fazla ödül mü, daha fazla seyirci mi daha makbul?

İkisini de önemsiyorum. “Beş Vakit”i toplamda 150 bin kişi filan seyretmiştir. Dünyanın her yerinden 150 bin kişi gidiyor ve bu filmi seçiyor. Bu bana muazzam geliyor. Aynı zamanda sinemacılardan, eleştirmenlerden övgü almak da önemli. Mesela İngiltere’de tamamıyla sineması övüldü. Beni mutlu eden buydu ve çok cesaretlendirdi.

Benim en beğendiğim yönetmenlerden biri Tsai Ming-liang dünyada çok kabul görmüş Tayvanlı bir yönetmen. Buraya geldi geçen yıl, arkadaşlar sordular nedir senin seyirci durumun diye. “Çok rahatım, artık seyircim var” dedi. Sorduk kaç kişi diye, 7 bin!

“Beş Vakit”in bu başarıları sizi havalandırmadı mı?

Ne havalanacağım?


O bozulmak demek. Bozulmayacak kadar büyüğüm, kolay yapılmıyor bunlar. Beni ne bozar? Zaman zaman çok şımartılmak bozar belki. Ama bitmiş gitmiş bir filme övgü değil de bundan sonra yapacaklarıma çok para verirlerse o bozar belki...