Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı görevi sırasında İsmailağa ve Gülen cemaatlerine açtığı soruşturmalar nedeniyle 'Ergenekon üyeliğinden' tutuklanan CHP İstanbul Milletvekili İlhan Cihaner, 16 Nisan'da halk oylamasına sunulacak anayasa değişikliği teklifinin, taşeronluğu da aşan büyük bir emek sömürüsünü hedeflediğini savundu. Cihaner, şirket gibi yönetilen bir ülkede işçilerin haklarının da 'patronun iki dudağı arasında olacağını ifade etti.
İlhan Cihaner'in Birgün'de "Referandum gerçekleri-1: İşçiler, memurlar ve Anayasa değişikliği" başlığıyla yayımlanan (25 Mart 2017) yazısı şöyle:
Referanduma kadar Anayasa değişikliği önerisinin, üzerinde çok durulmayan noktalarına ilişkin yazmaya çalışacağım. İlk yazımı da çok detaylı ya da sistematik olarak ele alınmayan, değişiklik önerisinin, emeği ile geçinenleri (memurları ve işçileri) ilgilendiren yönlerine ayırdım. Bu aynı zamanda değişiklik önerisinin emeğe bakışı çerçevesinde değişikliğin sınıfsal niteliğine işaret edecektir. Umarım bir yazıya sığdırabilirim.
Genel olarak “düzenin”, özel olarak da mevcut siyasi iktidar başta olmak üzere ülke politikalarına öteden beri egemen olanların tercihlerini piyasacı/neoliberal politikalardan yana kullandıkları tartışmasız bir gerçek. Bu gerçekliği ve Anayasa teklifini iki yöntemle ele almamız faydalı olacaktır.
Birincisi; Anayasalar -en azından yazanları tarafından- en ince ayrıntısına kadar, tabiri caizse tüm “senaryolar” göz önünde bulundurularak yazılmalıdır. Bırakılan “arka kapılar” ve boşluklar mutlaka kullanılır. Hele ülkemiz gibi siyasi ve ahlaki geleneklerin yok olduğu bir pratik varsa, anayasalar “en kötü senaryoya” göre değerlendirilmelidir. Söz konusu olan hak ve hürriyetler ise, bu kaçınılmazdır. Olasılıklar “hele durun bakalım pratikte ne olacak” diye değerlendirilemez. Yani eğer “İlk sahnede bir silah görünmüşse, mutlaka patlar!” Burada somut kişilerin nitelikleri de referans alınamaz. Bir cumhurbaşkanı yetkilerini kötüye kullanmaz ama sonra gelen kullanabilir. Nitekim cumhurbaşkanının “Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırmak” yetkisi, mevcut Cumhurbaşkanı’na kadar çok nadir kullanılmış iken şimdi rutine döndü.
İkincisi; anayasalara, mevcut güç ilişkileri çerçevesinde “yapanların tercihleri” damgasını vurur. Bu nedenle anayasayı “kimin yaptığı” da önemlidir. Anayasanın temel/referans metni olması ve mevcut iktidar ilişkilerini meşrulaştırma ve yeniden üretme işlevi açısından da önemlidir kimin yaptığı (Teklif metnine indirgesek bile açığa atılmış imzalar, açık oylamalar, sonradan ortaya çıktığı üzere “Saray’da yazılmış” olması, süre baskısı, vs. nedeniyle TBMM’nin yapmadığı açık). Kimin yaptığı, değişikliğin ne amaçla önerildiğine ve nasıl uygulanacağına da önemli ölçüde ışık tutar. Ayrıca değişiklik savunulurken ileri sürülenlerin ‘doğru’ olup olmadığı da buradan hareketle tespit edilebilir.
Bu iki unsuru göz önünde tutarak, teklifin 8. maddesinin 9. fıkrasındaki “Üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler” hükmünü değerlendirelim.
Öncelikle ‘üst kademe kamu yöneticisi’ tanımı belirsiz. Ancak mevcut sistemde Bakanlar Kurulu kararı ve üçlü (ortak) kararname ile atamaları yapılanların bu kapsama girdiği genellikle kabul ediliyor. Valiler ve Büyükelçilerden İl Şube Müdürlerine, İş Müfettişlerinden Bakanlık ve Hukuk Müşavirlerine, Kaymakamlardan İl Emniyet Müdürlerine kadar onbinlerce kamu çalışanı bu kapsamda.
Hatta değişikliği yapanların idare tarzı bu kapsamın genişleyeceğini gösteriyor. Bu geniş kapsama rektörleri ve (fiili olarak) dekanları ekleyin. Teklife göre tüm bu kadrolar önce yeniden organize edilecek sonrada atamaları ve görevlerine son verilmeleri cumhurbaşkanınca yapılacak. Yani bu memurların geleceği cumhurbaşkanının iki dudağı arasında olacak.
Bir diğeri de aynı maddenin 17. fıkrası; Cumhurbaşkanına yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisi verilirken “temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasi haklar ve ödevler” bu kapsam dışı bırakılmış. Ama ne hikmetse ‘sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler’ konusunda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılması yetkisi verilmiş. Yani eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi, kıyılardan yararlanma, toprak mülkiyeti, tarım ve hayvancılıkta çalışanların korunması, kamulaştırma, devletleştirme, özelleştirme, çalışma ve sözleşme hürriyeti, çalışma şartları ve dinlenme hakkı, grev hakkı, ücrette adalet sağlanması, sağlık, çevre ve konut hakkı, sosyal güvenlik hakkı, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması gibi haklar konusunda kararname çıkarılabilecek.
Temel haklar, kişi hakları ve siyasi haklar ‘korunmuşken’ sosyal ve ekonomik haklarda bu yetkinin verilmesinin anlamı açık.
Bırakılan açık kapılar, verilen yetkiler ve teklifi hazırlayanların tercihleriyle birlikte değerlendirilirse; memurları da kapsayan emeğin güvencesizleştirilmesine taşeronluğu da aşan bir ‘emek ve çevre sömürüsünün/yağmasının’ hedeflendiği çok açık değil mi?
Geçmiş pratikleri hatırlayalım; özel emek büroları, 4/C uygulaması, taşeronlaşma, kıdem tazminatına saldırı, grev yasakları, işsizlik fonunun sermayeye peşkeş çekilmesi, özelleştirme yağması, kıyılara ormanlara saldırı, memur alımlarında yazılı sınav gibi objektif kriterlerin kaldırılması, memurların görevden alınmalarına yönelik yargı yolunun kapatılması, OHAL KHK’lerinin kötüye kullanılması, vs.
Mevcut uygulamalar neyin hedeflendiğini açıkça ortaya koyuyor.
Şirket gibi yönetilen bir ülkede tüm hak ve güvencelerin ‘patronun’ ve adamlarının ağzından çıkacak iki çift lafa indirgenmesi…