Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay, "gaddar bir iktidar karşısında korkuya teslim olanların, o iktidarın baskı ve zorlamasına maruz kalanlardan ibaret olmadığını" savunarak "İktidar korkusu, muktediri de teslim alır" dedi. "Ne kadar korkarsak korkalım, iktidardan en derin, en içten, en bitirici korkunun muktedirin kendisinde olduğunu, aslında en büyük ve aşılması en zor sorunun da bu olduğunu unutmamak lâzım" diyen Atay, "Eğer durum buysa kim bilir, korkuya cesaretle 'hayır' dememiz, belki muktedirin kendisi için bile hayırlı olacaktır" ifadesini kullandı.
Tayfun Atay'ın "İktidar, muktedir ve korku" başlığıyla yayımlanan (20 Mart 2017) yazısı şöyle:
Gaddar bir iktidar karşısında korkuya teslim olanlar, o iktidarın baskı ve zorlamasına maruz kalanlardan ibaret değildir.
İktidar korkusu, muktediri de teslim alır.
İktidar ve muktedir, birbirinden koparılamaz şekilde aynılaşmış olarak düşünüldüğünden ve muktedir iktidarın sahibi sayıldığından dolayı bu korkuyu ayırt etmek kolay değildir. Bu önce muktediri iktidardan “sıyırarak” değerlendirmeyi gerektirir.
Muktedir, sahibi değil temsilcisi, “taşıyıcısı” olduğu iktidarın esiri ve kurbanıdır aslında. O yüzden de bu taşıyıcılığı kaybetme korkusu onu sürekli iktidar gösterisinde bulunmaya zorlar. Sonuç, iktidarı kendinde ebedileştirme yolunda umutsuz ve imkânsız bir çırpınıştır.
***
Muktedirin de iktidara tâbi oluşunu ayırt etme yolunda ben en çarpıcı örnek olarak hep Mario Puzo’nun romanından uyarlama Francis Ford Coppola şaheseri “Baba” üçlemesinin ikincisinden bir kesiti öne çıkartırım.
Kısaca hatırlatmak gerekirse filmde Michael Corleone (Al Pacino), yani “Baba”, düşman mafya grubuna çalışarak kendisine ihanet etmiş kardeşi Fredo’yu (John Casale) bir süre cezalandırdıktan sonra affeder. Yaptığından bin pişman Fredo da artık tamamen kontrol altında ve zararsız bir konumdadır.
Ancak yine de bir sorun vardır. “Baba”ya ölümüne sadık, öl dese ölecek, her fırsatta elini öpen “bağlılar”ının gözlerindeki tatminsizlik-hoşnutsuzluk sık sık yansır beyaz perdeye. Onların hâlâ bir beklentileri vardır. Ve o beklenti dolayımıyla “iktidar”, “Baba”nın her daim takipçisi ve ona tâbi insanların gözlerinde tecelli bulmaktadır.
İktidar “oyunu”nun kuralını söz konusu kardeşi de olsa yerine getirmesini bekleyen bu ısrarlı bakışlara sonunda teslim olur “Baba”... Kendi emriyle kardeşini öldüren kurşunun sesini duyduğunda acıyla önüne düşen başı, iktidarın aslında en çok muktediri ezdiğini bize resmeder.
***
Yazı serüvenimde çoktan yerini almış bu değerlendirmeyi tekrar öne çıkartmama hafta sonu Ankara’da katıldığım önemli bir etkinlik vesile oldu. “Toplumsal Araştırma ve Özgün Düşün Merkezi”nin son derece yerinde bir zamanlama ile düzenlediği “Politik Korku ve Korku Politiği” başlıklı sempozyumun birinci oturumunda konuşmacıydım. Tanıl Bora moderatörlüğünde Hüda Kaya, Sibel Özbudun, Onur Naci Kumbaracı ve Burhaneddin Kaya ile birlikte...
Hep beraber, önce 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, sonra 15 Temmuz ve OHAL’den bugün referanduma açılan yolda toplumun üzerinde estirilen “iktidar korkusu/korku iktidarı”nın psikolojisinden antropolojisine ve dahi “teolojisine” kadar çözümlemesini yapmaya, böylece korkuyu çözmeye, çözeltmeye çalıştık!.. Özellikle Hüda Kaya’nın, bir Müslümandan en büyük beklenti olan “takva”nın her daim ısrarla “korku” olarak takdim edilmesine karşı çıkışı ve takvada vurgunun korkuda değil, bireyin kötülük yapmaktan kendini “sakınma”sı yolunda insani “sorumluluk bilinci”nde olduğunu işaret etmesi çok dikkate değerdi.
Bu çerçevede ben de yaptığım konuşmada “korkunun iktidarı”nın toplumu teslim almaktan öte aynı zamanda muktedirin de o korkuya teslimiyeti demek olduğuna vurgu yaptım. “Korku”nun esas yoğunluk merkezinin orası olduğunu söyledim.
Oturumdan sonra sempozyuma dinleyici olarak katılan Fransız medyasından iki gazeteci bu noktayı biraz daha açmamı istediğinde de yukarıda özetlediğim görüşleri paylaştım.
Evet, iktidar, “muktedir”den bağımsız, onun da üzerinde yükselen, onu da kuşatan bir şebeke, aslında ona tâbi olanlara içkin bir “enerji”dir. Ve hayat, bir muktedir için hâkimiyeti altında olanları etkilemek, tâbi olanların beklentilerine karşılık vermek yolunda durmaksızın bir çırpınıştan ibarettir.
Dolayısıyla, Orwell’den esinle söyleyecek olursak, bir “tiran”a dönüştüğünüzde tahrip ettiğiniz, esas kendi özgürlüğünüzdür.
O yüzden biz ne kadar korkarsak korkalım, iktidardan en derin, en içten, en bitirici korkunun muktedirin kendisinde olduğunu, aslında en büyük ve aşılması en zor sorunun da bu olduğunu unutmamak lâzım.
Eğer durum buysa kim bilir, korkuya cesaretle “hayır” dememiz, belki muktedirin kendisi için bile hayırlı olacaktır!..