Hürriyet yazarı Oktay Ekşi, bugünkü yazısında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Erivan ziyaretiyle ortaya çıkan Dışişlerinde Ermenice bilen bir diplomatın olmamasından yola çıkarak, Türkiye'deki azınlıkların Meclis'te niye temsil edilmediklerini, neden önemli yerlerde görevlendirilmediklerini, neden bürokratik görevlere getirilmediğini sorguladı.
Yeri gelince demokrat olduğumuzu ve yasalar önünde herkesin eşit olduğunu savunduğumuzu anımsatan Ekşi, "Ama gerçeğin pek de öyle olmadığını bilmek, görmek zorundayız. Daha doğrusu gizli bir ayrımcılığın (buna ırkçılık demek galiba daha doğru) ruhumuzun derinlerine kadar işlediğini, üstelik kimliğimizle bütünleşen bu gerçeği görmezden geldiğimizi kabul etmeliyiz" diyor. Ekşi'nin 'Gizli ırkçılık' başlıklı yazısı şöyle:
'SON günlerin gürültüsü mü diyelim, gümbürtüsü diye mi ifade edelim, her neyse... O yüzden değinme olanağı bulamamıştık.
Şimdi fırsat çıkınca bir küçük haberin altındaki gerçekleri sizinle paylaşmaya karar verdik:
Meğer bizim Dışişleri Bakanlığı’nda Ermenice bilen diplomatımız yokmuş.
Nitekim 10 Eylül tarihli Hürriyet’te bildirildiğine göre, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’a yaptığı geziye, Kudüs’te görev yapan ve son bir yıldır Ermenice öğrenen Arif Eser Torun adında genç bir diplomatımız, bu nedenle katılmış.
İyi olmuş...
İyi olmuş ama konu orada bitmiyor.
Dışişleri Bakanlığımızda Ermenice bilen diplomatın olup olmamasından daha önemlisi, o bakanlıkta -veya öteki kamu kurumlarında- Ermeni (yahut Musevi veya Rum yahut aklınıza gelebilecek bir başka kökenden gelen, örneğin İngiliz doğmuş da Türk vatandaşı olmuş) kimsenin olmaması değil mi?
Biz sadece Lozan Antlaşması’na göre "azınlık" sayılan insanlarımıza karşı değil, verdiğimiz örnekte olduğu gibi Türk vatandaşlığına geçmiş bir Hans, John yahut Jean-Calude’a karşı da önyargılı değil miyiz?
Değil isek -üniversite öğretim üyeliği gibi birkaç alan dışında- bu insanların hiçbirini neden devlet hizmetinde göremiyoruz?
Yorgo adında bir kaymakam, Moiz adında bir subay, Marcelle yahut Artin adında bir diplomatımızın olması bize zenginlik kazandırmaz mı?
Bir zamanlar TBMM’de azınlıkların temsil edilmesine önem verilirdi. Örneğin, tek partili dönemin, Abravaya Marmaralı gibi, Berç Türker gibi, çok partili dönemin de Salamon Adato, Ahilya Moshos, Andre Vahram Bayar gibi tanınan, bilinen, saygı duyulan milletvekilleri vardı.
1961 Anayasası’nı yapan Kurucu Meclis’in üyeleri arasında Erol Dilek gibi, Hermine Kalustyan gibi saygın üyeler yer almıştı.
Azınlıkları Meclis’te temsil eden son Türk olarak Cefi Kamhi’yi anımsıyoruz.
Biri sorunca "demokratız" diyoruz, "yasalar önünde herkesin eşit olduğunu" savunuyor, kendimiz söylüyor, kendimiz inanıyoruz.
Ama gerçeğin pek de öyle olmadığını bilmek, görmek zorundayız. Daha doğrusu gizli bir ayrımcılığın (buna ırkçılık demek galiba daha doğru) ruhumuzun derinlerine kadar işlediğini, üstelik kimliğimizle bütünleşen bu gerçeği görmezden geldiğimizi kabul etmeliyiz.
Aksi söz konusu olsa Cumhurbaşkanı ile Ermenistan’a giden hey’ette örneğin Vartan Sepetçiyan adında bir Türk diplomatı da bulunur ve biz bunu haber yapmaya bile değer bulmazdık.
Bu yazdıklarımız bazı paranoitleri rahatsız edebilir. Çünkü bizim çocukluğumuzda her yabancıyı İngiliz yahut Alman casusu sanan tipler vardı. Aynı zihniyet várislerinin orada burada hálá var olduğundan eminiz.
Oysa bireyler bazındaki bu tür yaklaşımlar, o insanların bizi, bizim de o insanları kazanmamızı sonuçlandırır. Bundan da ülkemizin geleceği için çok önemli olan ulus-devlet kazanır."