T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Homeros'un renkleri ve dil kâşifliği" başlığıyla "Ex Libris/Dünya Bunları Okuyor" adlı köşesinde yayımlanan (14 Mayıs 2011) yazısı şöyle:
Homeros'un renkleri ve dil kâşifliği
Rüyalarınızın dili değiştiğinde, ruhunuz da içine doğmadığınız bir diyara ışınlanmıştır artık. Ya da ben öyle sanırdım. Sonra uyku, anadilimdeki sevinçlerin içinden altyazısız kâbuslar çıkarmaya başladığım bir işe dönüştü. Türkçe idiller söyleyen korom, İngilizce trajedilerin korosuna karıştı. Meşakkatli bir gece mesaisi yani. İki dilin evine birden yerleşip, bir de onların hısım akrabasıyla hasbıhale başladınız mı, şeylerin adları kolay kolay karışmıyor birbirine ama şeylerin duygusu değişiyor hafiften. İki evin usulleri farklı, üslûbu farklı, neyi nasıl adlandırdıkları değil sadece, neleri adlandırmayı seçip, neleri adsız bıraktıkları da farklı.
Birisi anadiliniz, anaocağınız; insanın kendi dilini yeterince sevmemesi, sevdiğini gösterememesi, kendi dilinde eksik, kendi dilinde misafir, kendi dilinde sığıntı hissetmesi her cümlede biraz daha ölmenin tarifi değilse nedir? Diğeri, diğerleri, dünya eviniz; sayesinde başka diyarların insanını tanıdığınız, başka diyarların hikâyelerini sevdiğiniz, içinde “öteki” sandıklarınızla hemhal olup, cehaletinizle yüzleştiğiniz, yüzleştikçe, insanlığın mahdut zihniyetinin belki de en sahici cümlesiyle, sorular sorulabileceği gibi mânâyla susulabileceğini de bilerek, usulca “Bilmiyorum” diyebildiğiniz, bunu söylemenin bir boyuneğiş kadar bir başkaldırı da olduğunu kavramaya başladığınız, bilmediğini bilmenin tevazuunu, bilme iddiasının tahakkümüne yeğlemeyi öğrendiğiniz yer.
Velhasıl, bir vakit geliyor, artık seçmeniz gerekmiyor. Araftalık bizim tabiatımız zira; marşlarla, antlarla, törenlerle, “şair ruhlu bir padişahtı”lar ve “düşmanı denize döktük”lerle törpülenmeye çalışılan asi ve gerçek tabiatımız. Bir vakit geliyor, içine doğmadığınız bir diyarın dilinde gördüğünüz rüya, ruhunuzu ışınlamak şöyle dursun, anadilinize büsbütün bağlıyor sizi. Dillerin şeylere verdikleri farklı adların, işin “öğrenme” kısmında kaldığını seziyorsunuz çünkü. Yavaş yavaş farkına varıyorsunuz ki, esrarın aslı, farklı dillerin farklı şeyleri adlandırmayı seçmesinde ve seçmemesinde saklı.
Her dil, kulağına bir kez bile eğilinmemiş, bir kelimecik olsun fısıldanmamış “adsız” şeylerle dolu; her dilde ya hiç doğmamış ya da göbekbağı bir türlü kesilmemiş nesneler, haller, duygular var. Anadilinizin bir adla kutsamadığı şeylerin bilgisi de işte, işin “keşif” kısmına ait. Ve aslında dil, ancak keşfine çıktığınız, kadim anlamlar için toprağını kazıp, yeni tarifler peşinde yollarını yürüdüğünüz vakit, sahiden sizin olmaya başlayan bir şey.
Bütün renkler aynı hızla kirlenmiyordu
William Gladstone kırk dokuz yaşında ve ayrı zamanlarda dört defa yapacağı başbakanlık görevine ilk kez gelmesine daha on yıl varken, Britanya tahtının temsilcisi olarak, İyon Denizi’ndeki yedi adalara vardığında, klasik formuna uygun konuştuğu Eski Yunanca’sıyla şaşırtmıştı ahaliyi. Adalılar, bir İngiliz devlet adamının, İsa’dan önce dördüncü ve beşinci yüzyıllarda olgunlaşan bu dili bu kadar iyi konuşmasına değil, hiç anlamadıkları bir dili konuşmasına hayret etmişlerdi. Zira Korfu’nun, İthaki’nin sokak dili, modern Yunanca bile değildi o sıralar, denizde yıkanmış tuzlu bir İtalyancaydı. Yıl 1858’di ve Gladstone, dünyaya, İlyada ve Odise’nin tariflerinin içinden bakmak isteyen bir adamdı hâlâ. Eğer hakikaten yaşadıysa Homeros’tu onun kahramanı; eğer yaşamadıysa, onu yaratan dildi.
O dilin zenginliği kadar, darlığı da ilgisini çekiyordu Gladstone’un. Hiç “mavi” yoktu Homeros’ta; deniz “şarap gibi”ydi malûm ama öküzler de şarap gibiydi. Bir denize bakıyordu Gladstone bir öküzlere, aynı rengi görmüyordu. Bazen “ioeis” yani menekşe moru da oluyordu deniz ama yün de menekşe moruydu Homeros’un gözünde, dağlar da, demir de. Ve insanların yüzleri “kloros”tu, yani yeşil, yani aynı zamanda balın ve tahtanın rengi. Gladstone, Homeros’un renkleri anlatırken en çok siyah ve beyaz kelimelerini kullandığını keşfetti; açık ara farkla da kırmızıyı. Neden?
İngiliz devlet adamının bu soruya verdiği yanıt, bir yönüyle, bugün hâlâ dilbilimin merkezinden geçen fay hattını temsil ediyor aslında. “Homeros kör değildi, hayır” ama “renk körüydü” Gladstone’un nezdinde; ya da zamanımızdan ben diyeyim yirmi sekiz, siz deyin otuz asır önce, Ege’nin iki yakasında yaşayan halkların “görme yetenekleri bizlerinki kadar evrilmemişti henüz.”
Elimdeki kitabın yazarı Guy Deutscher, meslektaşlarının pek de haz etmeyeceği bir çıkışla, “Gladstone kısmen haklıydı” diyor, “biyolojik değil ama kültürel bir evrimin sonucu olarak adlandırmaya başladık renkleri. Ve bunu her renk için aynı hızda yapmadık.”
Deutscher, 1969 Tel Aviv doğumlu bir İsrailli dilbilimci. Britanya’da yaşıyor, araştırmalarını Manchester Üniversitesi’nde sürdürüyor. Through the Language Glass: How Words Colour Your World (Dil Merceğinden: Kelimeler Dünyanızı Nasıl Renklendiriyor) adlı yeni kitabına “kültürel renk körlüğü” kavramıyla giriş yapıyor ve neleri ne zaman adlandırmaya başladığımızdan yola çıkıp, adlandırmadıklarımızı ne kadar kavradığımız sorusuna getiriyor sözü. Kelimeyle adlandıramadığımız bir şeyi görebiliyor muyuz sizce? Ve ayrı şeyleri kelimelerle adlandırmamayı seçen iki ayrı anadilin insanı, dünyayı da bir nebze farklı mı algılıyor dersiniz? Deutscher’in iki soruya verdiği cevap da müspet ama öyle kestirmeden değil, acabalarla çetrefilleşen yollardan geçerek ve geçerken yeni hikâyeler kadar, yeni kavramlar da keşfederek ulaşıyor bu cevaplara.
“Mavi” mesela, sadece Eski Yunan’ın değil, bütün insanlığın en son farkına vardığı, diğer renklerden ayrı bir adla anma ihtiyacını en geç duyduğu renk. İncil’in dilinde de “mavi” yok, en eski Hint mesellerinde. “Çünkü” diyor Deutscher, “mavi doğada yok.” Gökyüzü kızacak biliyorum, burada, önümde karşı kıtaya uzanan deniz köpürecek, ama öyle. İlk önce kan giriyor insan diline, yani kırmızı; hayatın ve topraktan elde edilmesi en kolay olan boyanın rengi. Sonra siyah ve beyaz geliyor.İnsanların gökyüzüne baktıklarında, yüzyıllar boyu, gündüzleri beyazı, geceleri siyahı gördüklerini anlatıyor Deutscher; ikisi arasında kalan o serin, o berrak, o mesafeli ama yine de vaatkâr rengi, sonsuzluğun aynı zamanda bir derinlik olduğunu yeryüzünde belki her şeyden daha çok hatırlatan o yegâne kubbeyi “mavi” diye vaftiz etmeyi çok sonra akıl etmişiz meğer. Maviyi, siyahın ve yeşilin içinden doğurmuşuz. Bugün Japonca’daki “ao” kelimesi, mesela, bir zamanlar “maviyeşil” bir rengi anlatırken, sonradan yeşilden boşanıp, salt “mavi” halini almış. Japonya’daki trafik lambalarında “geç” işaretinin maviye çalması da “ao” rengi olmalarındanmış aslında.
Güneşin ve insanın çevresinde dönmek
Deutscher, sadece yaygın kabul gören bazı dilbilim teorileriyle değil, diller konusundaki klişelerle de fena halde dalgasını geçiyor. Beşinci Karl ya da bizim “Şarlken” diye Türkçeleştirdiğimiz Kutsal Roma İmparatoru’nun, “Her şeyin bir dili vardır” dediğini hatırlatıyor: “Ben Tanrı’yla İspanyolca, kadınlarla İtalyanca, erkeklerle Fransızca, atımla ise Almanca konuşurum.” Diller arasındaki anlam, duygu ve vurgu farklarının anlaşılmasından yana, ama bu denli abartılmasının da yanlış olduğunu düşünüyor Deutscher. Aynı şekilde, ünlü Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky’nin,“Marslı bir bilimadamı buraya gelip araştırma yapsa, bütün dünyalıların aynı dilin farklı lehçelerini konuştuklarını düşünecektir” demesine özünde katılsa bile, “lehçeler” arasındaki farkların önemli, bazen de belirleyici olabildiğini savunuyor.
Guugu Yimithirr, adını muhtemelen benim gibi hiç duymadığınız ama en az bir kelimesini, yeri geldikçe ve sanırım ekseriya bir tebessüm eşliğinde kullandığınız bir Avustralya yerli dili ve lehçe farklarıyla algı farkları arasındaki ilişkiyi örneklemek için bire bir. “Kanguru”nun adını bize armağan eden bu yerliler, bizden farklı olarak “insanmerkezli” değil, “güneş-merkezli” bir dil konuşuyorlar. “Ayağının kuzeyinde bir karınca var” diyorlar mesela; “Balık, dükkânın güneydoğusunda satılıyor”diyorlar. Guugu Yimithirr dilinde, “önüm, arkam, sağım, solum sobe” yok çünkü; “yanımda, karşımda, ardımda, üstümde” de yok. Bir şeyin yeri, güneşe göre belirleniyor. Böyle konuşuyorlar ve Deutscher’e göre, biraz da yüzyıllardır böyle konuşmaları sayesinde, yıldızsız bir gecede ve hiç bilmedikleri bir yerdeyken bile, güneşin nereden doğup nereden batacağını anında söyleyebiliyorlar size.
Ama “lehçe” farklılıklarının izini, adını bile duymadığımız uzak halkların uzak dilleri üzerinden sürmek zorunda değiliz. Her şeyi erkek ve dişi diye ikiye ayıran Fransızca, İspanyolca, İtalyanca karşısında bir İngilizin (ve tabii bir Türkün) şaşkınlığını düşünebiliriz mesela. Ya da Almanca ile Yunancanın erkekle dişinin yanına bir de cinsiyetsiz üçüncü tür kattığını hatırlayabiliriz. Tabii, yuvarlaklığına uygun bir şekilde İspanyolcada “dişi” olan elmanın (la manzana), kim bilir artık belki sertliğine, sululuğuna ya da Adem’in onu işlevselleştirme biçimine hürmeten Almancada “erkek” kılınarak (der Apfel) kutsandığını düşünebiliriz. Deutscher, ana dili Almanca ve İspanyolca olan iki denek grubuna, birer insan ismiyle eşleştirilen İngilizce kelimeler ezberletmeye çalıştığında, denekler, kelimelerin kendi ana dillerinde adlandırdığı şeylerin cinsiyetiyle, onlara verilen insan isminin cinsiyeti çakıştığında daha başarılı oluyorlar. Elmaya “Patricia” derseniz bir İspanyol daha kolay hatırlıyor onu; “Patrick” derseniz bir Alman.
Anadili İngilizce, Fransızca ya da İtalyanca olan birinin, Türkçe, Vietnamca, Macarca ve Fincede herkesten ve her şeyden “o” diye söz etmemizdeki toptancılığı (öyle ya he mi, she mi, it mi; erkek mi, dişi mi, cansız mıdır o) kavraması da zor. Ama bu “cinsiyetçi” diller, “kardeş” demenin, “kardeşlik” demenin, “komşu” demenin, “arkadaş” demenin güzelliğinden de yoksunlar. İbranicede mesela, cinsiyetsiz bir “arkadaş” kelimesi yok, her arkadaş ya kadın, ya erkek olmak zorunda. Hem ayrımcı, hem gizemsiz velhasıl. İngilizcede keza, “kardeşlik” kavramı, “sisterhood” ve “brotherhood” diye ikiye bölünüyor hemen; bizse “kardeş” kelimesini yanına bir şey eklemeden “ayrımcı” kılmak istediğimizde, eskiye, esasen benim çok sevdiğim “hemşire”yle “birader”e dönmek zorundayız artık.
Sonuçta, “Farklı düşünüyor, farklı konuşuyoruz ve farklı konuştukça, belki biraz daha farklı düşünmeye başlıyoruz” diyor Deutscher. “Ama” diye ekliyor, “Her şekil, her renk, her duygu her dilde vardır. Adı konmamış olabilir henüz. Adının olmaması, onu göremeyeceğiniz, hissedemeyeceğiniz, anlatamayacağınız anlamına gelmez.”
Galiba, tam da burada başlıyor dünya dili; dil kâşifliğinin en saf biçimi olan edebiyatın kutsal buyruğu “oku” diye değil, “tarif et” diye veriliyor çünkü. Deutscher’in kitabını kapatırken, her konuya illâ ki doğayı tarif ederek girmeyi seven nice İstanbullu yazarın olmazsa olmaz “erguvanî”si, başka dillerde kendine nasıl bir eş bulacak diye düşünüyordum ben. Ya, İngilizcenin o çamurlu, o buruk rengi; o cam kırığından bulanık, çimen yaprağından soluk, çağla derisinden sert, zehir yeşilinden yumuşak, sabah yağmurundaki Haliç mavisine çalan “teal” rengi, bizim diyarda kiminle aşık atacak? Sahi, “somon” diye bir renk var mıydı siz çocukken?