Yasemin Çongar
(Taraf - 3 Kasım 2012)
Ölümün içinden hayatı doğurarak...
Romanın sizi, uzaklığı ölçüsünde içinizden kavrayan, kendi gününüze, kendi diyarınıza hem benzeyen hem hiç benzemeyen, tamamen yabancı ve aslında çok tanıdık bir dünyaya doğru götüreceğini yazarın daha ön sayfadaki ithaf cümlelerinden anlıyorsunuz:
“Bu kitapla, doğduğum yerin uçsuz bucaksız kızıl darı tarlalarında gezinen yiğit ve mazlum ruhları hürmetle çağırıyorum. Sizin saygısız evlâdınız olarak, kalbimi oyup çıkarmaya, soya sosunda terbiye etmeye, etini ince ince doğratmaya ve üç ayrı kâseye koyup, onu bir darı tarlasında adak olarak size sunmaya hazırım. Afiyetle yiyiniz!”
Dar dünyamın duvarlarına toslayıp...
Nobel Edebiyat Komitesi bundan üç hafta önce, pek çok kişinin tahmin ettiği gibi, gözünü Uzak Asya’ya çevirmekle birlikte, oradan herkesin bu yıl artık kazanmasını beklediği Japon yazar Haruki Murakami’yi değil de, Çinli Mo Yan’ı seçtiğinde, kıymık gibi bir merak içime yerleşti.
Komite, “Fantezi ve gerçekliği, tarihî ve toplumsal perspektifleri iç içe geçirerek, karmaşıklığıyla William Faulkner’ın ve Gabriel García Márquez’in yazdıklarını hatırlatan bir dünya yaratırken, bir yandan da çıkış noktasını kadim Çin edebiyatında ve sözlü geleneğinde bulduğunu” söylüyordu Mo Yan’ın; bense onu hiç okumamıştım, Hong Gao Liang / Kızıl Darı Tarlaları filminin adını herhalde Berlin Festivali’nde Altın Ayı kazanması sayesinde işitmiş ama filmi görmemiştim; bu filmin Mo Yan’ın romanının ilk iki bölümünden uyarlandığını da bilmiyordum üstelik.
İşin aslı, Red Sorghum (Kızıl Darı Tarlaları) diye bir romanın varlığından haberdar değildim. Dahası, İngilizceye The Garlic Ballads (Sarmısak Türküleri), Big Breasts & Wide Hips (Büyük Memeler ve Geniş Kalçalar), Life and Death Are Wearing Me Out (Hayat ve Ölüm Beni Yoruyor): Fransızcaya Quarante et un coups de canon (Kırk bir pâre top atışı), La Carte au Trésor (Define Haritası): İspanyolcaya La Republica del Vino (Şarap Cumhuriyeti), Cambio (Değişim) gibi adlarla çevrilen diğer romanlarını da duymamış, okumamıştım; en beteri, Mo Yan diye bir yazarın olduğunu bilmiyordum. Bazen sarsılmak iyi geliyor. Dünyevî sandığı hallerinin yerelliğine, geniş sandığı dağarcığının duvarlarına toslayınca şöyle bir silkiniyor insan; o vakit cehaletini kabullenmek istemeyen hırslı bir çocukla, kim bilir belki hayatını değiştirecek kelimelerle buluşmak için üzerine düşeni yapmadığını kavrayan mahçup bir kadın el ele çıkabiliyor içinizden.
Boşluğa yazılan her kelimenin sonsuz bir ümit taşıdığını biliyorum. Ama okuruna kavuşmamış kelimelerin sabırlı sessizliğini, o sessizliğin derin hüznünü de biliyorum. İyi de, o müstakbel okur niye illâ ben olayım ki? Peki, neden ben olmayayım? Varsın Türkçede basılmasın, Mo’nun okuyabildiğim dillere ne çok çevrildiğine bakınca, Mandarince bilmemek; elimdeki kalemden dudağıma götürdüğüm fincana kadar her şeyin ta oradan geldiğini düşününce de haritanın bir ucunda duran Çin’in “uzaklığı,” elverişli bir mazeret değil zira cehaletim için. Ama bana bu yazıyı böyle yazdıran da, Mo’yu, hiç tanımadığım bir yazarın Nobel almasının kamçıladığı hırs ve merakla okumaya başlamış olmam değil.
Ödülün açıklanmasından ancak iki hafta sonra elektronik kitapçılara geldi Red Sorghum, gelir gelmez aldım. Ve Çin’deki baskıcı rejime muhalefet etmediği, hattâ rejimin yanında durmanın imkânlarından yararlandığı için, —bence kesinlikle haklı biçimde— eleştirildiğini artık bildiğim Mo’yla arama “siyasi” mesafe koymuş, dolayısıyla içim epeyce soğumuş olarak romana başladım. Nobel’in serpiştirdiği altın tozundan nispeten âzâde bir yerde durup, tenha ve tekin bir okuma yapabilecektim! Ama ne entelektüel merakımın ne siyasi tepkimin soğuk yüzü Red Sorghum’a dayanabildi; yanarak, yakarak yazan bir adam Mo; her türlü mesafeyi, kelimelerine geç kavuşmanın verdiği pişmanlık duygusu ile nihayet kavuşmuş olmanın hazzında eritebiliyor.
Onun adı 'hiçbir şey söyleme'
Mo, 17 Şubat 1955’te, Çin’in kuzeydoğusundaki Şandong vilayetinde, Dalan kazasının Ping’an köyünde doğmuş. Bir mezra çocuğu o; hayvanları ve ekinleriyle geçinen bir ailenin oğlu. Asıl adı Guan Moye, ancak 1981’de Falling Rain on a Spring Night (Bir Bahar Gecesinde Yağan Yağmur) adlı ilk romanını yayımlamasından itibaren, kitaplarında hep Mo Yan adını kullanıyor; Mandarince, “Sus, konuşma, hiçbir şey söyleme” anlamına gelen bu iki kelimeyi, Çin’de Kültür Devrimi’nin başlangıcına rastlayan ilk gençlik yıllarında anne babasından çok sık işittiğini anlatmış bir mülakatında.
Nobel ödülünün açıklanmasından sonra, sekiz yüz nüfuslu Ping’an köyüne gidip, Mo’nun hâlâ o bölgede yaşayan altmış iki yaşındaki ağabeyi ve doksan yaşındaki babası ile konuşan Guardian muhabiri Jonathan Kaiman, ödülden pek memnun görünen Çin devletinin Nobel’i “turistik bir kazanç kapısı”na dönüştürmek üzere, bu yoksul köyde, yüz milyon doları aşacak bir yatırım yaparak “Mo Yan Kültür Tecrübesi” temalı bir gezi parkı kuracaklarını yazdı. Mo’nun yazarak ölümsüzleştirdiğini artık bildiğim kızıl darı tarlalarını, çoktandır kârsız olduğu için ekmeyen köylülere, 650 hektarlık “turistik bir tarla” için ekim parası verilmesi de planın parçasıymış.
Postmodern hafsalanın bu “çok soğuk” tezahürleri, Çin’in kapitalistleşme düzeyinin hayatımızın her alanına girmiş olan sayısız kanıtına bir yenisini eklemekle kalmıyor haliyle. “ÇKP modeli Nobel turizmi,” Mo’nun rejim tarafından “himaye” edilen edebiyatının “has” bir edebiyat olma ihtimaline son birkaç haftada öğrendiklerinden sonra zaten gayet kuşkulu yaklaşanlarımızın içini büsbütün ekşitiyor.
Söyleyebileceğim tek şey var: Mo’yu okuyun. Bunu, Mandarince veya Mo’nun hâlihazırda çevrilmiş olduğu Batı dillerinde yapamıyorsanız, 2013’ün ortalarından itibaren Can Yayınları’ndan çıkacak Türkçe çevirileri bekleyin. “Hiçbir şey söyleme,” imzasıyla yazan romancının, kurduğu hikâyeler, yarattığı karakterler ve resmettiği diyarların içinden söylediklerine kulak verin; kelimelerinin onu, Nobel’in pırıltısından da ÇKP üyeliğinin gölgesinden de kurtardığını sanırım siz de göreceksiniz.
Her şeyin çekirdeğinde çelişki var
Mo’nun, kitabını değil kalbini ithaf ederek başlattığı Red Sorghum, yazarın doğup büyüdüğü ve romanda “Kuzeydoğu Gaomi Nahiyesi” diye adlandırdığı bölgede yaşayan bir ailenin, geriye dönüş ve ileri sıçramalarla, hakikatin ve hayalin birbirinin içinden süzülmesiyle akan yarım asırlık hikâyesi. Anlatıcımız, “Çin takviminin sekizinci ayının dokuzuncu günü, 1939” diye tarih atarak, on beşinci yaş gününü daha yeni kutlamış olan babasının, Japon işgalcilerin konvoyuna pusu kurmak üzere Yu Zha’nao komutasındaki yerel birliklere katılmasıyla açıyor perdeyi. İkinci Çin- Japon Savaşı’nın (1937-1945) ortasındayız! Roman, arada dönüp 1920’lere de uzanarak 1970’lere kadar taşıyacak bizi; ve önce Çinlilerle Japonlar, ardından da, “milliyetçi” Çinlilerle “komünist” Çinliler arasındaki korkunç savaşların içinden, biteviye ölümü, her seferinde sanki daha fazla ve daha beter olan ölümü göre göre ilerleyeceğimiz bu yolculukta, sanırım her şeyden ziyade şehvet ve vahşet üzerine, ikisinin birbirini nasıl da beslediği üzerine, merhametin içinden zorbalığın, mazlumun içinden zâlimin, ama aynı zamanda korkunun içinden yiğitliğin, kavganın içinden sevginin, sonun içinden başlangıcın nasıl sessizce doğabildiği üzerine düşüneceğiz.
Hayat gibi edebiyatın da çekirdeğinde çelişkinin bulunduğunu her satırında hissettirerek yazan Mo, Red Sorghum’da yer yer destansı bir dille anlattığı memleketinin tasvirlerini de tezattan damıtıyor zaten:
“Baba, kasabamızın kızıl darı tarlalarındaki mezarının üzerine dikecekleri oyulmamış granit parçasına doğru işte böyle hızla gitmişti. Kıçı çıplak küçük bir oğlan bir keresinde beyaz bir tekeyi otların kapladığı o mezara götürmüş ve hayvan telaşsız bir memnuniyetle otlanırken, oğlan öfkeyle mezarın üzerine işeyip, yüksek sesle şarkı söylemiş:
Darılar kırmızı – Japonlar geliyor – Yurttaşlar hazırlanın – Ateşleyin topunuzu tüfeğinizi.
Biri, o keçi çobanının ben olduğumu anlatmıştı ama bilmiyorum. Kuzeydoğu Gaomi Nahiyesi’ni bütün kalbimle sevmeyi ve ondan dizginlenemeyen bir öfkeyle nefret etmeyi öğrenmiştim. Kuzeydoğu Gaomi Nahiyesi’nin kolaylıkla dünyanın en güzel ve en iğrenç, en müstesna ve en mutat, en kutsal ve en namussuz, en yiğit ve en alçak, en çok içen ve en çok sevişen yeri olduğunu, büyüyünceye kadar fark etmemişim. Orada, babamın neslinden insanlar, canları öyle istediği için darı yerler ve olabildiğince çok darı ekerlerdi. Sonbaharın sonlarında, Çin takviminin sekizinci ayı sürerken, ucu bucağı görünmeyen kızıl darı kaplı araziler bir kan denizi gibi ışıltılarla ürperirdi. Uzun boylu ve sıktı darı, ihtişam tüterdi; soğuk ve zarifti, haz vaat ederdi; ihtiraslı ve şefkatliydi, huzur vermezdi.”
Bu manzara, roman boyunca kazınıyor zihnimize. Mo, canlı canlı derisi yüzülen askerleri anlatıyor; kitabın farklı yerlerinde farklı süslemeleri “makbul,” farklı bilgileri “gerçek” kabul etmemizi isteyerek tekrar tekrar geçiyor aynı sonların üzerinden; ölümleri sıradanlaştıran savaşın, her ölüm için yeni bir kahramanlık hikâyesi uydurarak kendine bir mânâ, bir kudsiyet atfetme çabasına tanık oluyoruz; Konfüçyanizmden, Budizmden, Taoizmden feyz alan, hurafeleri ve meselleriyle alabildiğine derin, ama bir yandan da milliyetçilikle zehirlenen, komünizmle kısırlaşan bir kültürün, esasen her kültür gibi, “öteki” zannettikleriyle ilişki kurmayı beceremediği ölçüde kanadığını görüyoruz. Bütün bunlar olurken; Mo’nun insanları âşık olur sevişirken, büyülenir ve delirirken, aile şefkatine sığınıp, sonra o şefkatte boğulurken, ölürken, öldürürken, ve hayatı hep açık bir yara gibi yaşarken, anlatıcının aklında aynı kızıl darı tarlaları tütmekte…
Ama o tarlaların da sonunu getiriyor zaman. Red Sorghum biterken, “melez darı” denen ve anlatıcıya göre, hiçbir zaman tam olgunlaşmayan, gri-yeşil renkteki sinsi bakışlı gözlerini asla tam olarak açmayan meşum bir bitkinin kapladığı arazilere bakıyoruz birlikte. Anlatıcının, “Darı ismini taşıyorlar ama…” diye başlayan cümleleri, beşerî âlemde ismin hem her şey hem hiçbir şey olduğunu düşündürüyor belki bize. O ise, büyükannesinin mezarının üzerinden rengi yitmiş tarlalara bakarken, çocukluğunun kızıl denizini özlüyor: “Melez darıyla çevrelenmiş olmak çok kudretli bir kaybetme hissi veriyor bana” diyor. Gülümsüyoruz.
Gülümsüyoruz, çünkü Red Sorghum gibi bir romanı mümkün kılan kudretin aynı zamanda beşerî âlemin tek çıkış kapısı olduğunu hatırlatarak yazıyor Mo; hakikati değiştirebilecek yegâne şeyin hayalgücümüz olduğunu sezdiriyor bize.
Varsın Çin devleti, köylülere yeniden kızıl darı eksinler diye para versin... Ölümün içinden hayatı doğurabilenler için, grinin içinden kızılı doğurmak ne ki: “Eğer sonbahar yağmurları şiddetli olursa, tarlalar çamur denizine döner ama darılar kırmızı başlarını, çamurlu sarı suyun üzerine çıkarıp, yukarıdaki mavi göğe yakarırlar inatla. Güneş yeniden görününce, bu denizin üzeri ışıltıyla ürperir ve gökyüzüyle yeryüzü fevkalâde zengin, fevkalâde görkemli renklere bürünür. İnsanlığın zirvesi budur ve hasretini çektiğim ve daima çekeceğim güzellik budur.”