Kültür-Sanat

Halide Edib'in torunu Ömer Sayar'dan İpek Çalışlar'a mektup

Biyografisine sığmayan kadının torunundan Biyografisine Sığmayan Kadın’ın yazarına... Muhterem İpek Hanımefendi

19 Temmuz 2010 03:00

T24-

Halide Edib, Biyografisine Sığmayan Kadın adlı eserinizi Ankara’da ancak 7 Mayıs’ta elde edebildim. Niyetim, kitabı günde elli sayfa olmak üzere sindirerek okumak ve her konu üzerinde etraflıca düşünmek idi. Ama olmadı. Daha ilk elli sayfa bitmeden kitap adeta beni yuttu, içinden bir türlü çıkamadım. Sonuçta, yemek yerken dahi elimden bırakmadan, bazen durup düşünerek, bazen gözlerim dolarak, ikinci günün sonunda son satırları okuyup resimlere bakmaya başladım. Kitap hakkındaki duygu ve düşüncelerim bir telefon görüşmesine sığmayacak kadar hacimli olduğu için de size bu mektubu yazmaya karar verdim.
Kitaptaki ‘başka türlülük’ daha isimde başlıyor. Biyografilerde genelde sadece isim yazılırken siz buna, ‘biyografisine sığmayan kadın’ ibaresini ekleyerek ismi hem çok anlamlı hem de ilgi çekici hale getirmişsiniz. Bu arada muhtevasının genişliği ve zenginliği, konuların ele alınış şekli ile kitabın da bir biyografinin çok ötesine geçerek Halide Edib ekseninde, bir dönemin tarih, edebiyat, fikir ve siyaset açısından geniş ve tarafsız araştırması olduğu gerçeğini herkesin göreceğinden eminim.
Ankara’da bana babaannemin biyografisini yazma niyetinizi söylediğinizde, Latife Hanım’ı okumuş biri olarak ortaya oldukça iyi bir eserin çıkacağına inanıyordum. Ancak Latife Hanım ile Halide Edib arasında çok önemli kaynak farkları vardı. En önemlisi de Halide Edib’in kendi kaleminden çıkmış, ikisi İngilizce ikisi de Türkçe olmak üzere hayatının önemli bir bölümünü anlatan hatıralarının olmasıydı. Aynı konuda yazılmış diğer biyografiler de düşünüldüğünde ortaya tekrardan ibaret olmayan değişik bir şey çıkabilir miydi?
Kitabı bitirdiğimde tereddütlerimin ne kadar yersiz olduğunu gördüm:
Genelde araştırmacıların, özellikle de biyografi yazarlarının kuvvetli bir hafızaya ve üstün klasifikasyon ve analiz yeteneğine sahip olması gerekir diye düşünüyorum. Kitabın ‘Kaynakça’ bölümünden anladığım kadarıyla 250’ye yakın kitap, Halide Edib’e ait 55 makale ve gazete yazısı, değişik yazarlara ait 105 makale ve gazete yazısı, 8 tez, bir hayli yayımlanmamış mektup incelenmiş, 23 ilgili kişiyle görüşülmüş, elde edilen bilgiler hem uygun klase edilerek hem de her döneme ait kaynaklar tam yerinde kullanılarak olaylar ve olaylara ilişkin değişik görüş ve düşünceler ustaca sıralanmış. Bu nedenle de kitap sadece Halide Edib’in iyi yanlarını öne çıkarmak yerine, onu her yanıyla ele alan gerçekçi bir araştırma olmuş.
Gerçekleri saptırmamak veya gerçek dışı bir şey yazmamak için çok iyi araştırma yapmışsınız. Bazen (Edib Bey’in Heybeliada’nın tepesindeki mezarlığa gömülmesi gibi) tek bir cümle yazmak için günlerce araştırma yaptığınızı biliyorum.

Manda meselesi ve kavram kargaşası
Genelde gerçeğe tam bağlı olarak kaleme alınan biyografiler kuru ve sıkıcı oluyor. Kişilerin hayatının roman tarzında ele alınması ise daha ilgi çekici olabilmekle beraber gerçeği tam yansıtmıyor. Sizin kitabınızda ise hem gerçeğe tam bağlı kalınmış hem de olaylar bir ölçüde dramatize edilerek bazen romantik sayılabilecek bir üslupla ele alınmış. Böylece kitap hem bir biyografi, hem bir döneme ilişkin çeşitli tarihi bilgiler için başvurulabilecek bir kaynak, hem de adeta bir macera romanı olmuş. Galiba bu nedenle de bir kere okumaya başlayınca insan kitabı elinden bırakamıyor.
İfade tarzınız son derece sade, akıcı ve anlaşılır. Alıntılar dışında hiçbir konuyu okuduktan sonra dönüp bir daha okumak gereğini görmedim.
Teknik açıdan çok iyi derleme yapılmış. Bu tip araştırmalarda sonradan gerektiğinde neyin nerede olduğunun bulunması genelde çok kolay değildir. Kitabın sonundaki Kaynakça ile çok iyi hazırlanmış Dizin sayesinde bu sorun çözülmüş.
Lütfen bu görüşlerimi sade bir okuyucunun samimi düşünceleri olarak kabul edin. Niyetim ihtisas sahibi olmadığım konularda hüküm vermek değildir.
Görüşmemizde de bir nebze bahsettiğim gibi ben Galatasaray Lisesi’nde okurken manda meselesi İnkılap Tarihi derslerinde zaman zaman gündeme gelirdi. Bir gün sınıf arkadaşım Attila Tokatlı muziplik olsun diye Tarihçi Cihat Hoca’ya kimlerin Amerikan Mandası yanlısı olduğunu sordu. Hoca da beni göstererek “Babaannesi”, dedi; “hatta bu yüzden Yüzellilikler arasında kocasıyla sürgüne gönderilmişti” diye ilave etti. Çok rahatsız oldum. O zamana kadar, Ercüment Ekrem gibi, manda konusunu gündeme getiren başka hocalar da olmuştu. Ancak hiç kimse Yüzelliliklerden bahsetmemişti. Cumartesi günü eve gittiğimde konuyu Adnan Adıvar’a açtım. O da kendilerinin Yüzellilikler arasında olmadığını, gerçekte babaannemin sağlık sorunları nedeniyle yurtdışına kendi istekleriyle gittiklerini ancak İzmir suikastı olayından sonra da dönmekten çekindiklerini, yani durumlarının bir nevi gönüllü sürgün olduğunu söylemişti. Ayrıca birine mandacı etiketini yapıştırmadan önce o devirde mandadan neyin kastedildiğinin iyi anlaşılması gerektiğini, o devirde anlaşılan haliyle de mandaya kimsenin itiraz etmediğini belirtmişti. O zamandan beri ne zaman Halide Edib’le ilgili bir toplantıya katılsam gene aynı konular olumsuz biçimde gündeme gelecek diye huzursuz olurum. Kitabınızı okumağa başladığımda da aynı huzursuzluğu hissettim. Ancak bitirdiğimde, yıllar önce Adnan Adıvar’ın bana söylediği şeylerin neredeyse aynısının, üstelik belgelere dayalı bir anlatımla kitapta yer aldığını gördüm. Çok mutlu oldum.
Kanımca sürgüne gönderilmenin en belirleyici yanı, isteğin dışında, yaşanan yerden uzaklaştırılmak ve affedilinceye kadar bir daha geri dönememektir. Oysa Adıvar çifti izin alarak Türkiye’den kendi istekleriyle ayrılmıştır. Doğduğumda, babaannem beni görmek için Türkiye’ye gelmiş ve gelişi hemen bütün gazetelerin ilk sayfalarında yer almıştır. Bir süre sonra da kendi isteği ile eşinin yanına dönmüştür. Sürülmüş olsaydı 1935’te Türkiye’ye rahatça gelip canı istediği zaman dönebilir miydi?
Atatürk ile babaannem arasında, kimilerine göre gönül ilişkisi, kimilerine göre gönüller arası elektriklenme, kimilerine göre de kadın erkek çatışması olduğundan söz edildiği bir gerçektir. Siz de konuyu ‘Mustafa Kemal’e sevdalı mıydı?’ başlığı altında incelemişsiniz. İncelemedeki değişik kişilerin görüşlerinden anladığım kadarıyla, varsayılan ilişkiye ait ortada tarafların karşılıklı söylemleri yok, eylemleri ise hiç yok. Yani ne Halide Edib Mustafa Kemal’e ilan-ı aşk etmiş ne de Mustafa Kemal Halide Edib’e... İddialar Halide Edib’in gönlünden geçenleri tahmine dayanıyor. Hal böyle olunca da ortaya birbirinden çok farklı varsayımlar çıkıyor. Kimileri Halide Edib, Mustafa Kemal’e olan aşkından cepheye onun yanına gitti diye iddia ederken kimileri de tam aksine Halide Edib, Mustafa Kemal’i hiç sevmezdi, onun yakışıklı olduğunu kabul etmezdi, güzel ellerini bile kaplan pençesine benzetirdi diyebiliyor. Kitabınızın yayımlanmasından sonra sizinle yapılan röportajlarda ve kitapla ilgili yazılan makale ve haberlerin çoğunda da aynı konuya yer veriliyor. Galiba bu tip romantik ilişki konuları insanların ilgisini çekiyor. Herkes bir tahmin yürüttüğüne göre benim de bu konuda biraz da mantığa dayalı bir tahminim olacak:
Bana göre insan kalbi kural tanımaz bir muamma, bir esrar. Bu nedenle söylem ve eyleme dayandırılmadan onun ne hissettiği hakkında tahminde bulunmak pek mümkün olmasa gerek diye düşünüyorum. Yine de, belki gençler arasındaki gönül ilişkilerinde mantık aramamak yerinde olmakla beraber, kırk yaşına yaklaşmış, iki çocuk sahibi, bir sürü badire atlatmış, en büyük özelliği dominant olmak olan bir kadının kendisi gibi, en büyük özelliği yine dominant olmak ve yönetmek olan bir erkeğe ilgi duymasının ihtimal dışı olduğu kanısındayım. Mina Urgan: “Halide Edib herkese olduğu gibi Mustafa Kemal’e de egemen olmayı aklına koymuştu. Her şey için kendisinden icazet alınmasını istiyordu. Bu mümkün olmayınca Atatürk’ten nefret etti” diyor. Kullandığı ‘nefret’ sözcüğü biraz abartılı olmakla beraber bu konudaki en mantığa dayalı ve gerçekçi görüş bence budur. Bunun dışında, yazmış olduğu romanların satır aralarından zorlama yoluyla bir takım anlamlar çıkarmak suretiyle Atatürk’le bir gönül ilişkisinden bahsetmek bence abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Ben, bir kitabı okuduktan hemen sonra o kitapta beni en çok etkileyen konular üzerinde durup düşünüyorum. Sizinkini bitirdikten sonra da aynı şeyi yaptım:
Bütün bölümlerin birbirinden mükemmel olduğu bir eserde bunlardan en çok beğenilen birini seçmek zor olmakla beraber en beğendiğim bölümün ‘Bitirirken’ adlı son bölüm olduğunu söyleyebilirim. 506 sayfada anlatılanların ruhunu iki sayfaya sığdıran bir özet olmuş.
Kitabın son cümlesi de en beğendiğim cümle oldu: “Hakikaten mandacı mıydı? Onun hayatını okuyanlar artık bu soruya gülüp geçecekler.”
Resimlerin içinde en anlamlı olanı bence Sultanahmet mitingindeki resmi. Çektiği acı fotoğrafta yüzüne yansımış.
‘Adnan’a Yolculuk’ isimli bölüm beni çok duygulandırdı.
Halide Edib’in 445. sayfadaki Seçim Kanunu ile ilgili fikirleri bugün dahi tazeliğini koruyor. Yine 460. sayfada ‘Siyasi Vedaname’sinde söyledikleriyle bir yerde Demokrat Partinin sonunu çok önceden görmüş olmuyor mu? Hatta oradaki fikirler bugün için de geçerli değil mi?
Muhterem Hanımefendi,
Mektubumu bitirmeden önce küçük birkaç eleştirimi anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum:
- Resimlerin seçimi ve tertibi daha iyi olabilirdi. Halide Edib’in altmışlı yaşların sonuna doğru Ara Güler tarafından çekilmiş olağanüstü güzel bir portre resmi vardır. Resimde sigarasından çıkan dumanlar dahi detaylı bir şekilde görünmektedir. Yine on dokuz yaşındayken çektirdiği, kara çarşaflı olmasına rağmen bütün zarafetini ortaya çıkaran bir resmi değerlendirilebilirdi. Ayrıca oğullarıyla beraber olan daha güzel resimlerden biri seçilebilirdi. Aslında bu resimleri benim size önermem gerekirdi.
- Atatürk’le beraber idama mahkûm edildiği fermanın fotokopisi resimler bölümündeki belgeler arasında yerini almalıydı.
- Edib Bey’in mezarının yeri uzun araştırmalarınız sonucu bulunarak kitapta belirtilmiş. Salih Zeki’nin Fatih Camii külliyesi ulema mezarlığındaki yeri de belirtilse iyi olurdu.
Bir sonraki baskıda özellikle resimlerle ilgili olarak gerekli düzenlemeler yapılabilir diye düşünüyorum.
Bu eserle siz, unutulmaya yüz tutan Halide Edib’i yeniden gündeme taşıdınız, hem de sırtındaki “sürgüne gönderilmiş mandacı” kamburunu belgelerle yok ederek... Gelecek nesiller, en doğru Halide Edib’i sizin eserinizden öğrenecekler. Böylece Halide Edib ölümsüzleşecek. Onu siz ölümsüzleştireceksiniz.
Bana, Latife Hanım’dan sonra bir başka hanımın biyografisine başlamayı düşündüğünüzü ancak o hanımın yakınlarının karşı çıkması üzerine bundan vazgeçerek Halide Edib’i öne aldığınızı söylemiştiniz. İyi ki karşı çıkmışlar diyorum. Aksi halde, bu tip çalışmalar üç dört sene sürdüğüne göre, benim, bugün okuduğum Halide Edib’i okumaya ömrüm yeter miydi bilmiyorum.
Muhterem İpek Hanımefendi,
Mektubuma son verirken Halide Edib Adıvar’ın halen yaşayan en yakın akrabası olarak size, yarattığınız bu olağanüstü güzel eserden dolayı minnet ve şükranlarımı sunuyor başarılarınızın devamını diliyorum.
Sevgi ve saygılarımla.

Ömer Sayar: ‘Minnet borcumu ödeyemem’
1934 yılının çok karlı geçen Şubat ayının 18’inde İstanbul Cihangir’deki Alman Hastanesi’nde dünyaya merhaba demişim. İlkokulu Adana Köprülü köyünde, orta ve liseyi ise babaannemin maddi desteğiyle Galatasaray Lisesi’nde okudum. Büyükbabam Salih Zeki’nin matematikçi genleri babaannem Halide Edib’in edebiyatçı genlerine galip geldiği için bizim ailede iki göbekten beri hiç edebiyatçı çıkmadı. Ben de babam ve amcam gibi matematik-fen kolunu seçtim. İTÜ İnşaat Fakültesi’nden 1958 yılında mezun olduktan sonra Bayındırlık Bakanlığı’nda Yozgat, Bursa, Ankara’da Bayındırlık Müdürlüğü, Samsun ve İzmir’de Bölge Müdürlüğü, Bakanlık’ta da Yapı İşleri Genel Müdürlüğü yaptım. Bir süre özel sektörde profesyonel yöneticilik yaptıktan sonra Dışişleri Bakanlığı’nca diplomatik görevle Libya’ya gönderildim. Bu görevden emekli oldum. Bir kızım ve iki oğlum var.
Ortaokul, lise ve üniversitede iken babaannemin evinde kaldım. Beni, mezunu olmakla büyük gurur duyduğum Galatasaray Lisesi’nde okuttuğu ve aynı evde yaşarken mükemmel ötesi bir insan olan eşi Dr. A. Adnan Adıvar’ı yakından tanımak ve onu örnek almak fırsatını sağladığı için babaanneme olan minnet ve şükran borcumu hiçbir zaman ödeyemem.