Elif Key
Gazeteci, New York
Yüksek ve tane tane, kırılgan ama kararlı bir sesti duyduğumuz.
MTV’nin ekranlarından bütün dünya aynı anda tanışıyordu bu kadınla. İlk videosuydu. Kamera önce iki taraftan yükselen ağaçlarla çevrili bir yolun üzerinde gezinirken, uzaklardan bir yerden siyahlar içinde flu bir figür beliriyordu.
Ardından gelen sisli bir köprü, birkaç güvercin kanat çırparken, Sinéad O’Connor’ın yüzü iyice netleşti. Kısacık saçlı, kocaman yemyeşil gözlü bir kadın milyonlarca insana kalp kırıklığını hatırlatmaya gelmişti.
‘Yedi saat geçti’ diyordu şarkıda, ‘ve on beş gün / sen aşkını alıp gittiğinden beri.’
Sesi odalarımıza dolan bir Kelt çığlığı gibiydi, bir daha hiç unutamayacağımız bir sesti.
Şarkısı Prince’indi, gençliğin hayalperestliği işte, biz Sinéad O’Connor’ın şarkısını 90’lık TDK kasetler kopana kadar dinlerken, o da Prince’in ona aşık olacağını ve bunun harika bir hikayeye döneceğini düşünmüştü.
Yıllar sonra, Prince’le arasında geçen korkunç olayları, Prince’in ona ne kadar berbat davrandığını, şiddet uyguladığını, aslında onun annesinden daha korkunç bir insan olduğunu anladığını, ondan ne kadar korktuğunu anlatacaktı. Aslında hikayesi baştan yanlış ayakla başlamıştı. Kendisi dahil kimse fark etmedi.
Sinéad O’Connor’ın bir anda bütün dünya tarafından tanınmasına sebep olan Nothing Compares 2 U şarkısı, 1990 yılında yayınlandı ve Billboard 100 listesinde bir numaraya yükseldi ve dört hafta zirvede kaldı.
Rolling Stone dergisi, bu şarkıyı "Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı" listesinde 165. sıraya yerleştirdi ve Queen'in "Bohemian Rhapsody" ile Ray Charles'ın "I Can't Stop Loving You" şarkıları arasında kendine yer buldu. Ama O’Connor ilk albümünden sonra dokuz albüm kaydettiği halde bir daha bu şarkısının elde ettiği başarıyı bir türlü tekrarlayamadı. Ve bir gün Facebook sayfasına, ‘Artık bu şarkıya bir duygu katmak için yapabileceğim hiçbir şey kalmadı, o yüzden bir daha bu şarkıyı seslendirmeyeceğim’ yazdı.
Şarkısı ondan vazgeçmemişti ama o şarkısından vazgeçti. 20. yüzyılın en büyük duygusal pop performanslarından biri olarak ölümsüzleşen şarkısıyla 2015 yılında vedalaştı.
O’Connor gürültülü vedaların insanıydı. Hayatına onu ilk tanıdığımız gece, geceyi, bizi, bir anda dünyayı durduran Kelt çığlığı gibi devam ediyordu.
Amerikan televizyonlarının meşhur şovu SNL’de sahne aldığında kimse olacakları önceden bilmiyordu. Sinead O’Connor’ın aklındaki plandan habersiz provalar yapılıyordu. Yıllar sonra kendi anılarını yazdığı Rememberings adlı kitabında, etrafta, sahne arkası telaşının kesintisiz devam ettiğini yazıyordu.
Elindeki fotoğraf Brezilya'da polis infaz timleri tarafından vurulan bir sokak çocuğuna aitti. O'Connor, o geceki SNL performansı için Bob Marley'in "War" şarkısını prova ediyordu ve çocuğun fotoğrafını hesaplı bir dikkat dağıtma unsuru olarak kullanıyordu. Ancak canlı yayına geçince, fotoğrafı değiştirdi ve havaya Papa John Paul II'nin fotoğrafını kaldırdı ve parçalara böldü. 'Gerçek düşmana karşı savaşın!' diye bağırıyordu.
Sözleri havada asılı kaldı, stüdyonun ışıkları söndü. Karanlık her manasıyla çökmeye başlamıştı. NBC O'Connor'ı ömür boyu yasaklı sanatçı ilan ederken, sanatçı o Manhattan gecesinde stüdyonun dışında, geçenler tarafından yumurtalarla hedef alınıyordu.
Medyadaki yorumcular haftalarca süren tartışma programlarında O’Connor’ın protestosunun nedenlerini açıklamaya çalışsalar da çoğu bilindik gazetecilik metodları yerine kendi fantastik hikayelerini anlatıyorlardı.
SNL’de yaşanan olaydan bir ay sonra O’Connor TIME dergisine verdiği röportajda şunları söylüyordu: ‘Elbette adamın kendisiyle bir derdim yok. Onun bulunduğu ofis ve temsil ettiği kuruluşun sembolüyle bir derdim var. İrlanda'da, halkımızın Avrupa'daki en yüksek çocuk istismarı olaylarını gördüğünü biliyoruz. Bu, İrlandalı insanların kendi tarihleriyle bağlantıda olmamalarından ve okullarda yıllardır rahiplerin çocukların başını okşayıp, cinsel istismarda bulunmalarıyla doğrudan alakalı. İrlanda halkının kontrolü Kilise tarafından ele alındı.’
Röportajı yapan kişi, O'Connor'ın Katolik Kilisesi ile çocuk istismarı arasındaki bağlantıyı anlamakta zorlanmış gibi görünüyordu, O’Connor muhabirin boş bakışlarını fark edince kendi istismar geçmişi hakkında konuşmaya başladı.
‘Cinsel ve fiziksel olarak. Psikolojik olarak. Ruhsal olarak. Duygusal olarak. Sözel olarak. Her gün çürüklerle, apselerle, şalvarlarla ve yüzüm yara bere içinde okula gidiyordum. Ve kimse tek kelime bile söylemiyordu ya da bir şey yapmıyordu. Doğal olarak tüm bu olaylar beni çok öfkelendirdi ve bunun sebeplerini öğrenmek zorunda kaldım’ diye anlatıyordu.
Sinéad O’Connor ne anlatırsa anlatsın, bu protesto onun kariyerinin Amerika ayağını sonlandırdı. O’Connor’dan bir sonraki hafta SNL’i sunan Joe Pesci, stüdyodaki kalabalığa şunları söyledi: ‘Şanslıydı, çünkü benim şovum değildi. Eğer benim şovum olsaydı, ona öyle bir tokat atardım ki. Onu kaşlarından tutardım.’
Bu sözler karşısında stüdyoda kahkahalar ve alkışlar yükseliyordu. Sonrasında da Bob Dylan'a saygı konserinde O’Connor yine düşmanca bir kalabalıkla karşı karşıya kalıyordu. Kararlılıkla, grubundan sessizlik istedi ve kısa bir süre "War" şarkısını seslendirmeye çalıştı. Ancak sahneden düşmanca tezahüratlar ve yuh sesleri arasında ayrıldı. Ne yazık ki, beklediği olmadı. Bob Dylan, Madison Square Garden’da yaşanan bu rezaletten sonra O’Connor’ı savunan bir açıklama yapmadı.
O’Connor, 15 yaşında hırsızlık yaparken yakalandığında, ahlaksız veya uyumsuz olarak kabul edilen genç kızlarla dolu bir çamaşırhaneye gönderilmişti. Orada, bodrumda, soğuk sularla dolu tenekelerde rahiplerin giysilerini yıkıyor, ücretsiz çalıştırılıyor, aynı zamanda matematik ve daktilo öğreniyordu. Rahibelerden biri O’Connor’a nazik davranıp, ona ilk gitarını hediye etmişti. Hayatının dönüm noktalarından birinde yine dini bir kurum ve müzik kesişmişti.
Sinéad O’Connor sık sık sesinin ona çocukluk cehenneminden çıkabilmesi için Tanrı'dan bahşedilmiş bir hediye olduğunu söylüyordu. Kendisini rol modeli olan Jeanne d’Arc’a benzetiyor, bir yandan da kendisinin kutsal ruhla bir ilişkisi olduğunu anlatıyordu.
Röportajlarında çoğu zaman konuyu, annesinden gördüğü şiddete getiriyor, hayatının zorlu zamanlarında ona gerçekten yardım eden şeyin bu tanrı sevgisi olduğunu söylüyor, yaşlandıkça da bu sevgi için elinden gelen ne varsa yapacağını, ona yardımcı olana kendisinin hizmet edeceğini anlatıyordu.
Amerika’da yaşanan olaylardan sonra O’Connor’ın hiçbir albümü listelere giriş yapmadığı için artık sesi daha cılız bir şekilde duyuluyordu. Müzik kariyerinin sesi kısıldıkça, sık sık sosyal medyada filtresiz düşüncelerini ve kişisel detaylarını paylaşan bir figüre dönüştü.
2007 yılında, Oprah Winfrey'in televizyon programında, kendisine bipolar bozukluk teşhisi konulduğunu ve 33. doğum gününde intihar girişiminde bulunduğunu açıkladı. O’Connor’a göre ona yanlış teşhis konulmuştu ve aslında travmalarının sebebi çocukluğunda, annesinin yarattığı çocukluk cehenneminde yatıyordu.
Medya onu bir deli gibi göstermeyi tercih ederken, o ruhunun arayışını sürdürdü. 2017 senesinde ismini Magda Davitt olarak değiştirdiğini, 2018’de de Müslüman olduğunu açıkladı. Yeni ismi Shuhada Sadaqat’tı.
Katıldığı bir televizyon programında kırmızı tesettürüyle şarkılarını söylüyor, programın sunucusuna Müslümanlığa geçince kendisini artık evinde gibi hissettiğini anlatıyordu. Sesinde yine aynı kırılgan fakat kararlı ton vardı. Kuran’ı Kerim’i okurken, aslında hayatı boyunca Müslüman olduğunu fark etmişti.
Annesi Marie O’Connor’la arasında zor bir ilişki vardı. Annesi ona hem fiziksel hem de duygusal travma yaratan insandı. Marie'nin ölümünden sonra, O'Connor, annesinin Dublin'deki evinin duvarından Papa'nın portresini indirdi. Gerçek düşman belki de hiçbir zaman Papa değil, onu istismar eden annesiydi.
Sinéad O’Connor, Müslümanlığı tarif ederken, bu kadar din karşıtı başka bir din olamaz diyordu. Müslümanlık ona istediği konforu vermişti, bulamadığı alanı açmıştı. Yine bir röportajında Müslümanlığı şöyle tarif ediyordu: ‘Allah diyor ki, insanlar sadece Tanrı’ya ibadet etmelidir. Tanrı’ya tapmak için başımıza gelen en kötü şey din!’
Burada kastettiği, insanların Tanrı yerine rahiplere ibadet ettiğiydi. O’Connora göre, İslam, dünyada en kötülenen dindi, ‘çünkü size paraya tapmamanızı, çalmamanızı, kardeşlerinize iyi davranmanızı, nazik olmanızı sağlayacak gerçekleri içeriyor’ diyordu.
2021 yılında, The Guardian gazetesine son birkaç yılını -neredeyse altı yılını- akıl hastanesinde geçirdiğini, orada yaşadığını söylüyordu. O’Connor zor konulardan bahsetme konusunda güçlü bir kadındı. Şöhretine rağmen bu konulardan geri adım atmıyordu. Uyanık, eğlenceli, suçlayıcı bir dil kullanıyordu ama kendi gerçeğini anlatıyordu. Ünlü ve tanıdığı insanlar hakkında ne düşünüyorsa onu söylüyordu. Anılarını anlattığı kitabında da, dolu dolu bir yaşam için çaba gösterdiğini, şarkı söylemek, annelik yapmak, arzulamak, iyileşmek, çalışmak için bu hayatta olduğunu anlatmıştı. Kitabın “teşekkür” bölümünün büyük bir kısmı ona yıllarca bakan akıl hastanesi çalışanlarına ayrılmıştı.
Ailesi Sinéad O’Connor’ın vefatından sonra bir açıklama yaparak, ’Sevgili Sinéad'ımızın vefatını büyük bir üzüntüyle duyuruyoruz’ dedi. Ve başka hiçbir ayrıntı paylaşılmadı. Amerikalı medya kuruluşları başta olmak üzere, şimdi tüm sosyal medya hesaplarının kullandığı fotoğraflarda Sinead O’Connor o eski halinden biraz daha yaş almış dursa da yine o kararlı gözleriyle bakmaya devam etti. Boynundaki dövmede, ‘Her şey geçecek’ yazıyordu. Geçti de. Sinéad O’Connor 56 yaşındaydı.