Selin Tamtekin
Thames nehrine bakan cephesinden yaklaştığımda geniş bir ağzı ve küçük gözleri akla getiren pencereleri ve enlemesine uzun gövdesinin altında ön bacak gibi duran dikdörtgen sütunlarıyla ilk bakışta Hayward Galerisi bana primitif bir şekilde tasarlanmış teneke bir köpek robotu anımsatıyor. Bina hantal, çıplak beton yapısıyla 1950-70’lerin Britanya’sında pek revaçta olan, 20. yüzyıl modernist mimarisinin bir uzantısı olarak gelişen brütalizmin en somut örneklerinden biri. Kamusal galeri olarak 1968’de inşa edilen ve günümüze kadar bu görevini özverili bir şekilde sürdüren kuruluş hâlen Londra’nın en saygın sanat merkezlerinden biri ve yaklaşık iki senedir restorasyon amacıyla kapalı olan kapılarını nihayet kendisi gibi çağdaş sanat alanında adeta müesseseleşmiş Alman fotoğrafçı Andreas Gursky’nin Britanya’daki ilk retrospektifi ile açıyor.
Serginin basına tanıtım gününde, griye bürünmüş kasvetli gökyüzü ve bir Londralı olarak artık alışık ve -daimi çantamdaki taşıdığım portatif şemsiyeyle- hazırlıklı olduğum ısrarcı yağmur ise heybetli beton binanın soğuk kayıtsızlığını sanki daha da öne çıkarıyor.
Yenilenmiş, aydınlık ve gitgide hareketlenen bir lobiyi geride bırakıp serginin bulunduğu yüksek tavanlı, iki kat içerisinde sayılı, bitişik ferah odalardan oluşan, farklı milletlerden sanat eleştirmenleri, foto-muhabirler ve kameramanlarla dolmaya başlayan galeri kısmına dalıyorum.
Sanatçının ilk karşıma çıkan eseri Frankfurt Havaalanı’nda çekilmiş*. İlk bakışta sıradan bir anı yakalamış izlenimini veren, bir büyük duvarı enine kaplayan fotoğrafta el arabalarına yığılmış bavullarıyla sıralarını bekleyen yolcuların Türk vatandaşı olduklarını fark eder etmez, yıllardır yurt dışında yaşayan biri olarak, Türklerin en beklenmedik yerlerde karşıma çıkabileceğinin ironik hakikatı ister istemez yüzümde bir tebessümün oluşmasına sebep oluyor. Işık ve gölge arasındaki yoğun kontrastıyla karartılmış bir tiyatro sahnesini anımsatıyor bu panoramik kare. Yakından incelendiğinde resmin geniş bir kısmını kaplayan, ucu bucağı görünmeyen -aslında bir müddet sonra sahte olabileceği anlaşılan- dev boyuttaki uçuş bilgi ekranının yanı sıra, yolcuların arka planında belirli belirsiz check-in masaları, güvenlik kontrol cihazları ve tepelerindeki terminal bilgilerini yazan mavi şerit gibi havaalanının değişik noktalarından alınmış görüntülerin pürüzsüz bileşimiyle yaratılmış olan bu kompozisyonda canlandırılmak istenilen anlık bir durumun aksine, sayısız istikamete giden, sonsuz sayıda inip kalkan uçakları ve geçiciliğin altını çizen mekân duygusuyla, bir olgu olarak havaalanının kendisi.
90’lardan itibaren, çalışmalarında yoğun bir şekilde ve büyük bir titizlikle tatbik ettiği dijital manipülasyonlar aracılığıyla yarattığı yarı-kurgusal senaryolarda, üzerinde oynanmamış belgesel fotoğraflara oranla, tek bir karede yakalanması mümkün olmayan birbirinden farklı unsurları bir araya getirerek, işlediği konularda hakikate daha yaklaşabildiğine inanan sanatçı, eserlerinde zaman zaman resim tarihinden değişik stillere gönderme yapan düzenlemelerle fotoğrafla resim arasındaki sınırları muğlak bırakıyor; ve bu şekilde fotoğrafın işlevini yeniden tanımlayan ve bize yaşadığımız dünyayı yeni baştan görmemizi sağlayan imgeler yaratıyor.
“Günümüz kapitalizminin belgeleyicisi” olarak tanımlanan sanatçının Amazon adlı fotoğrafında elektronik ticaret şirketlerinin dünya öncüsü Amazon’un Arizona’daki sevkiyat merkezindeki sevk edilmeye hazır bekleyen paketlenmiş kitaplar, ev eşyaları ve spor kıyafetleri gibi bir yığın birbiriyle alakasız ürün, sıralarca devam eden uçsuz bucaksız gibi duran bir topyekûn karmaşanın içinde, kategorik bir düzen yerine şirket görevlilerin yerlerini kullandıkları dijital sistemle kolaylıkla tespit edebilecekleri hâlde bekliyorlar; keskin bir odak noktası olmayan bu göz alıcı görüntüdeki imgelere yakından bakıldığında gitgide soyutlaşan bir renk cümbüşüne dönüşüyorlar.
Les Mees adlı çalışmasında ise Fransa’da, sayısız güneş enerjisi panellerinin halı gibi örtmüş olduğu ıssız bir dağlık alanda doğa ile teknolojinin süblime buluşmasına tanık oluyoruz.
Gursky’nin karınca misali insanları…
Gursky insanları, tanrısal bir vizyonla, yüksek mesafeden, bazen bir kocaman dağın yamacında, sanki insanoğlunun dünya üzerindeki kaçınılmaz yalnızlığını yansıtmak istercesine, salt noktaya indirgenmiş tek tük figürler hâlinde, ya da çoğunlukla, bir Madonna konserinin bir araya getirdiği binlerce kişilik kalabalığı ya da Vietnam’da Ikea için eşya yapan bir fabrikadaki turuncu üniformalı isçilerin tek biçim kimliksiz görüntüleriyle yansıttığı şekilde, öbek öbek, karınca misali, toplu bir faaliyetin parçası hâlindeyken resmediyor. Her ne kadar fotoğraflarında çalışma koşulları, tüketim endüstrisinin etkileri, çevre kirliliği gibi son derece mühim, güncel sorunlara değinse de Gursky’nin niyeti keskin bir eleştiriden ziyade, dünyanın büyülü karmaşasını ve güzelliklerini göz ardı etmeden konulara duyarlılık getirebilmek.
Ticari fotoğrafçılık yapan babasının stüdyosunda erken yaşta belleğine yerleşen reklam fotoğrafçılığının başlıca prensipleri ve genç bir yetişkin olarak da Düsseldorf Fotoğrafçılık Okulu’nda, ünlü Hilla ve Bernd Becher çiftinden aldığı eğitim ile fotoğrafçılıkta belgeleme geleneğiyle tanışan Gursky’nin bu iki önemli ve birbirinden oldukça farklı, hatta zıt sayılabilecek tesirlerin enteresan sentezi eserlerinde çoğunlukla hüküm sürmekte ve ancak zaman zaman reklam fotoğrafçılığının daimi amaçladığı albeni ve mükemmeliyetçilik fazla ön plana çıktığında Gursky’nin fotoğrafları seyircilere salt görsel ziyafet çektirmeyi amaçlayan kusursuz-hiperreal manzaralar olarak görünme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyor.
Londra’daki Hayward Galerisi’nin restorasyonu, İstanbul’daki AKM’nin kaderi
Sergiyi dolaştıkça Hayward Galerisi’nde yapılan geniş çaplı restorasyonun yapının orijinal estetiğine olabildiğince ödün vermeyen türden olduğunu fark ediyorum. Aşınmış fayans taşları ve miadını çoktan doldurmuş tuvaletler binanın yüzyıl-ortası modern tarzına uyacak şekilde yenilenmiş. Pirinç merdiven tırabzanları cilalanmış ve binanın içindeki beton merdivenler ve sütunlar yıllardır gözeneklerine işlemiş kir ve tozdan mümkün olabildiğince arındırılmış. Binadaki en olumlu ve müdahaleci sayılabilecek değişiklik ise üst iki salonun tepesindeki eskiden gün ışığı geçirmeyen 66 piramit seklindeki çatı pencerelerini (ayarlanabilir bir şekilde) gün ışığı geçirir hâle dönüştürmüş olmaları.
İster istemez aklıma yaklaşık aynı dönemlerde halka açılan Atatürk Kültür Merkezi’nin trajik kaderi geliyor. Kültürel mirasımızın bir parçası olan bu tarihi yapının çok yakın bir zamanda, keyfi bir karar sonucu, hunharca talan edileceği gerçeğinin içimde aniden yarattığı buruk duyguyu bastırmaya çalışıyorum. Bu sırada Hayward Galerisi’nin etrafı denetleyen siyah üniformalı görevlilerinden birine yaklaşıp Adreas Gursky’nin her an başlamak üzere olan basın tanıtımında şahsen bulunup bulunmayacağını soruyorum. Bana gizemli bir edayla henüz böyle bir şeyin kesinleşmediğini söylüyor. Galeri görevlisinin büyük bir olasılıkla üstten almış olduğu talimat gereği bu bariz gerçeği saklamasındaki dikkat çekme ve heyecan yaratma amacının anlamsızlığını göz önünde bulundurarak sanatçıyı binanın gözden ırak bir köşesinde onu bekleyen basın kalabalığının karşısına çıkmadan evvel kahvesini yudumlarken kafamda canlandırıyorum.
Salonun bir köşesinde abes bir şekilde duran mikrofon sehpasına yakın bir konumdaki merdiven basamağına oturup etrafta gitgide yoğunlaşan insan kalabalığından kendimi sıyırmak istercesine yanımda getirdiğim, şu aralar okumakla meşgul olduğum romanın sayfalarına kafamı gömüyorum. Yaklaşık beş dakika sonra galerinin on beş yıllık direktörü Ralph Rugoff mikrofonun önüne geçip, yumuşak Kaliforniya aksanıyla ve sergi açılış hazırlıklarının nihayet sona ermiş olmasının verdiği rahatlamanın keyifli havasıyla konuşmaya başladığında bir süre sonra koyu tonlara bürünmüş olan Andreas Gursky direktöre yakın bir mesafede yanında birkaç refakatçiyle birlikte beliriyor. Dinç görünümlü altmış üç yaşındaki sanatçı bir müddet sonra alkışlar içinde mikrofon karşısına çıkıyor ve yoğun Alman aksanıyla, arada bir yanı başında yardım etmeye hazır bekleyen tercümanına danışarak basının yönelttiği soruları, belki de kısıtlı olan İngilizcesinden dolayı görevini yerine getirmek istercesine olabildiğince kısa ve yalın cevaplarla yanıtlıyor.
4,3 milyon dolara satılan Rhine II’nin iki yıl süren tasarımı
Meraklı kalabalığın içinden hevesli bir ses, “Rhine II için esin kaynağı ne idi? Bir gün dünyanın en pahalı fotoğrafı mertebesine ulaşacağını tahmin edebilir miydin” sorusunu sanatçıya yönelttikten sonra Gursky, günümüzdeki akıllı telefonlar sayesinde anında, hiçbir çaba sarf etmeden elde edilebilen fotoğraf furyasının aksine yaratmış olduğu imgelerin oldukça uzun bir düşünme ve icra sürecinin sonucu elde edildiğinin altını çizmek istercesine, fotoğrafı kafasında yaklaşık iki yıl süre boyunca, sabahları Ren nehri kenarında koşuya gittiğinde, tasarladığını belirtiyor. Rhine II 2011’de bir Christie’s müzayedesinde 4,3 milyon dolara satılmıştı. Genellikle rekor kıran, büyük meblağlara satılan eserler bir sanatçı için hem bir lütuf hem de, eseri sanatsal itibarından uzaklaştırıp metalaştırdığı için, bir beddua hâline dönüşebiliyor. Gursky fotoğrafın getirdiği yüklü kazancın ona olabildiğince yaratıcılığında imkân ve esneklik sağladığını diplomatik bir şekilde belirtiyor. Nehir kenarındaki köpek gezdirenleri, bisikletçileri ve hatta koca bir kömür elektrik santralini dijital yolla sildiği, üç şeritten ibaret hâliyle soyut ekspresyonist Barnett Newman tablolarını anımsatan bu sade peyzaj için geçmiş bir söyleşide “Benim için hayat üzerine, her şeyin nasıl olduğuna dair mecazi bir resim” demişti.
Basın toplantısı bittiğinde Gursky’le söyleşi yapmak isteyen televizyon muhabirleri sanatçının peşine takılıyor. Sergiyi bir sefer daha dolaşmaya karar veriyorum. İlk salona geri döndüğümde sanatçıyı sakin bir edayla parlak kamera spotu altında BBC sanat muhabirine söyleşi verirken gördükten sonra başka bir galeri görevlisine gidip sanatçıya vaktini çok az alacak tek bir sual yönlendirebilir miyim, diye soruyorum. Beni etrafta telaşla oradan oraya koşuşturan galeri basın danışmanına yönlendiriyor. O da “Çok üzgünüm ama bu onun son röportajı” diyerek, kibar ama acele eder bir tonla beni başından savıyor.
Galerinin kapsına doğru emin olmayan adımlarla yöneldiğimde birden fikrimi değiştirip, biraz da utanarak, Gursky, tercümanı, BBC sanat muhabiri ve kameraman dörtlüsünün peşine takılmış, onları adım adım takip eden, tam olarak bunu ne amaçla yaptıkları anlaşılmayan küçük gruba katılmaya karar veriyorum.
Frankfurt fotoğrafındaki Türk yolcuların hikâyesi
BBC muhabiri sanatçıya Almanya’nın Dortmund şehrinde yıllık tertiplenen muazzam rave partisinde genç insan yığınını resmeden fotoğrafın önünde ilk ismiyle hitap ederek samimi, zaman zaman esprili bir dille sorularını yöneltirken, Gursky’nin rave müziği tutkunu olduğunu, artık yalnız bu müziği dinlediğini öğreniyorum. Söyleşi biter bitmez öğretmenin dikkatini çekmek isteyen bir öğrenci gibi parmağımı kaldırıyorum. Yıllarca Dusseldorf Sanat Akademisi’nde eğitim verdiğinden bu duruma aşina gözüken sanatçı beni hemen fark ediyor ve kırmayarak sorumu cevaplamayı kabul ediyor. Türk olduğumu belirttikten sonra Frankfurt fotoğrafını ne şekilde tasarladığını ve neden bu fotoğrafta Türk yolcularını resmettiğini soruyorum. Tercümanıyla birlikte kalabalıktan uzaklaşıp fotoğrafın yanına gidiyoruz.
Gursky, kompozisyonu ilk başta tasarlarken ilgisini en çok çeken unsurun estetik olarak uçuş bilgi ekranının ızgara şeklindeki yapısal özelliğini olabildiğince kuvvetli bir şekilde resme yansıtmak olduğunu söylüyor. Basın toplantısında başkasının sualine yanıt verirken, genellikle esin kaynağını günlük takip ettiği haberlerden aldığını belirten sanatçı, fotoğraflarının yalnızca görsel temalarla uğraşmadığını tekrar altını çizmek istercesine, fotoğrafı için “Lufthansa’nın birinci sınıf yolcularını koymak olmazdı” diyor. Ne de olsa, Türk yolcuları ekleyerek fotoğrafa güncel, toplumsal bir boyut da kazandırmış oluyor.
Her kurgu işinde sanatçının hayatına dair irili-ufaklı gerçeklerin ister istemez esere bir şekilde sızabileceğini kabul edercesine, “Bir de tabii Dusseldorf’ta büyük bir Türk topluluğu var. Günlük hayatımda sık sık Türklere rastlıyorum, onlarla diyalog içindeyim, onlara fotoğrafımda bu şekilde yer vermek bunun doğal bir uzantısı oldu” diyor en son, el sıkışıp, ayrı yollarımıza devam etmeden evvel.
Andreas Gursky Retrospektifi 22 Nisan’a kadar Londra Hayward Galerisi’nde…
* Frankfurt (2007) adlı eseri Andreas Gursky’nin web sitesinden görebilirsiniz