Müslim Sarı*
Altı farklı siyasi parti liderinin imzaladığı güçlendirilmiş parlamenter sistem mutabakat metni, içeriği kadar ortaya koyulma biçimi de önemli olan, tarihi bir metin… Hem Türkiye'de yeni bir sistemin kapısını aralıyor hem de Türkiye'deki yakıcı dertlerin nasıl çözüleceğine dair bir çerçeve ve toplumsal müzakere zemini sağlıyor. Bu yazının amacı, andığım mutabakat metninin bize sağladığı zemin üzerinde iki farklı açıdan bir değerlendirme yapmak…
Öncelikle, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dair genel çerçeveyi, önerilen sistemin murat ettiği şeyi aslında hepimiz biliyoruz. Sistem, Türkiye'de "tek adam" rejimine karşı, demokrasinin işlerlik kazanması, baskı ortamının yerine demokratik ve katılımcı bir sistemin Türkiye'ye hâkim olması, özetle katılımcı demokrasinin inşa edilmesi amacını taşıyor. Yargı bağımsızlığından, cumhurbaşkanının tarafsızlığına; seçim barajının indirilmesinden, kesin hesap komisyonunun kurulmasına kadar, önerilen maddelerin tamamı, bu andığım amaca yönelik...
Mutabakat metninde açıklanan maddeleri hepimiz okuduk, tartışıyoruz; fakat açıklanan metin kadar, o metinde anılmayanlar, yani "madde" olarak yer almayan ancak mantık ve ilke olarak o metnin arkasında yer alanlar da önemli. Bu yazının içeriğini oluşturan temel mesele de bu. İlk olarak, güçlendirilmiş parlamenter sistem, bir "panzehir" olarak kurgulandığı için, bu yeni sistemin neye/neden karşı olduğu ve ne önerdiği üzerine konuşmak gerekiyor. Bu, konunun doğrudan doğruya demokrasiyle alakalı olan kısmı… İkinci olaraksa, ekonomi ile güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin arasındaki ilişkiyi netleştirmek gerekiyor.
İtiraz ve uzlaşı
İki temel varsayımla ya da tespitle başlayalım.
Öncelikle demokrasinin, daha da daraltılmış şekilde liberal niteliği belirgin olan demokratik rejimlerin, evrensel ilkeleri vardır; ancak siyaset, bağlam içinde, yani içinden çıktığı ve hitap ettiği toplumsal koşullarda anlam kazanan bir uğraştır. İkinci olarak, siyaset, içinde bulunduğu bağlamla anlam kazansa da hiçbir ülke -hele de Türkiye gibi bir ülke- dünyadaki gelişmelerden ve bu gelişmelerin siyasi etkilerinden bağımsız olarak düşünülemez.
Türkiye'de, adı "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" olarak konulan sistemin, dünyada bir süredir birçok farklı ülkede yükselen sağ popülizm ve yeni otoriter eğilimler/rejimler ile yakından alakalı bir boyutu var. Popülist siyaset, bir yandan homojen bir toplum/halk, diğer yandan o toplumla dolaysız olarak temas kurabilen, onun aslında ne istediğini bilen bir "lider" varsayımına dayanıyor. [1] Bu siyaset tarzının yaslanmaya çalıştığı "muhayyel" taban, bazen beyaz Amerikalılar, bazen "gerçek" Hıristiyanlar, bazen "gerçek" Avrupalılar, bazense "yerli ve milli" unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. "Gerçek millet" ve onunla dolaysız olarak ilişki kurabilen ve o milleti temsil etme yeteneğini haiz yegâne "gerçek lider" bir defa tanımlandıktan sonra, bu iki tarafın (yani "gerçek millet" ve "yerli ve milli liderin") arasında yer alan, hatta bu iki tarafın arasına yabancı bir unsur gibi giren her şey ya etkisizleşiyor ya da anlamını tamamen kaybetmeye başlıyor. Lider ile milletin arasına giren bu unsur, bazen "bürokrasi", bazen muhalefet partisi ya da partileri, bazen ana muhalefet liderinin bizzat kendisi ("Bay Kemal"), bazen hariciyeciler ("monşerler"), bazen hukuk ve yargı, bazense bir kurum, mesela Merkez Bankası olabiliyor. Yani bu aradaki "yabancı" (ya da "yerli ve milli olmayan") unsurların pasifleştirilmesi, zayıflatılması için ihtiyaç duyulan "meşru" zemin, böyle bir varsayım temelinde, aslında toplumu tekleştiren ve belirli bir toplum tanımını mutlaklaştıran bir siyaset anlayışının üzerine inşa ediliyor. Örneğin bağımsız olması gereken Merkez Bankası'na ve Merkez Bankası'nın kararlarına "millet" adına müdahale ediliyor; faiz artırımına "haram" olduğu gerekçesiyle karşı çıkılıyor ya da bir muhalefet partisinin liderine "bu milletin" değerlerine yabancı olduğu için hakaret ediliyor.
Az evvel değinildiği gibi, demokrasinin evrensel ilkeleri var. Meseleye bu evrensel ilkeler zaviyesinden bakarsak, güçlendirilmiş parlamenter sistemin bize aslında yeni bir şey söylemediğini düşünmek mümkün görünebilir. Oysa meseleye toplumsal koşulların içinden bakarsak, güçlendirilmiş parlamenter sistemin, aslında belirli bir tarz-ı siyasete karşı çıkan, yeni ve demokratik bir tarz-ı siyasetin ürünü olduğunu görebiliriz. Aynı fotoğrafın içinde birbirinden farklı toplum kesimlerini temsil eden altı farklı siyasi partinin ve siyasi liderin bulunması, Türkiye'deki "tek adam" rejiminin zeminini, sadece ortaya çıkan görüntüyle bile aşındırıyor, yıpratıyor. "Belli özelliklere sahip homojen bir millet" ve "onun yegâne lideri"ne dayalı siyasal anlatının karşısına, "kendi içinde farklılıklar taşıyan", farklı değerlere/aidiyetlere/kimliklere sahip yurttaşlardan oluşan bir toplum ve "farklı toplum kesimlerini temsil eden liderler" gerçeğini koyuyor. Yani, Türkiye'deki otoriter rejime itiraz etmekle kalmıyor, otoriter rejimin dayandığı temel anlatıyı dolaysız olarak aşındırıyor. Bu bakımdan da oldukça önem arz ediyor.
Ne kadar demokrasi, o kadar refah…
Meselenin ikinci boyutu, elbette ekonomiyle alakalı… Türkiye'de kamuoyu araştırmacılığı, bilhassa son 15-20 yıldır oldukça etkin bir sektör haline geldi. Bu araştırmalarda, Türkiye'deki yurttaşların iki büyük sorunu olduğunu görüyoruz. Bu iki sorun, herkesin bildiği gibi, demokrasi ve ekonomi... Ancak burada şaşırtıcı olabilecek şey, demokrasiye dair kaygıların, ekonomik kaygıların gerisinde kalabiliyor olması. Yani yurttaşlara, "Bu ülkedeki en büyük sorun nedir?" diye sorulduğunda, ekonomik sorunlar ilk sırada çıkıyor. Otoriterlik ve demokrasi ile alakalı meselelerse ondan sonra geliyor. Demek ki muhalefetin, ülke derin bir ekonomik krizle boğuşurken, neden ekonomik programdan önce, bir sistem değişikliğinin üzerinde durduğunu anlatması gerekiyor. Az evvel andığım, mutabakat metninde "görülenler kadar, ilk bakışta görülmeyenler de önemli" dediğim şeylerden birisi de bu.
Yazının ilk bölümünde de bahsedildiği gibi muhalefet partilerini bir araya getiren temel mesele, demokrasi. Demokratik tavır ve demokratik tarz-ı siyaset açısından güçlendirilmiş parlamenter sistem oldukça önemli... Ancak yeni sistem, demokrasinin yanı sıra iki farklı bileşenle beraber değerlendirilmeli: ekonomiyle ve ekonomi büyük başlığının içinde yer alan ve oldukça önemli olan başka bir unsurla, "adil bölüşüm" ile…
Öncelikle, dünyada, demokratikleşen ülkelerin, ekonomik büyüme açısından, demokratik olmayan diğer ülkelere nazaran daha avantajlı bir pozisyonda olduğunu biliyoruz.
Öte yandan burada esas önemli olan şey, demokrasi ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi vurgulamakla yetinmekten ziyade; demokrasi ile toplumsal refah ve adil bölüşüm arasındaki ilişkiyi de öne çıkarmak… Bir ülkede demokrasi ve hukuk yoksa, yatırım, istihdam, özel mülkiyetin güvenliği, yurttaşların iş güvencesi yoktur; bu doğru. Türkiye için demokrasi, kişisel hak ve özgürlükler bakımından önem taşıdığı kadar, ekonomik kalkınma ve büyüme için de oldukça önemli. Ancak demokrasi ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişkinin kaçınılmaz olarak doğru orantılı olmadığı örnekler de var. Örneğin, bugün, demokrasinin bulunmadığı, Freedom House raporlarına göre global özgürlük skoru oldukça düşük olan Çin büyüyor ve dünyadaki etki sahasını genişletiyor. Diğer taraftan, "şimdilik" özgür ülkeler kategorisinde yer alan KKTC'nin, ekonomik olarak çok büyük ölçüde Türkiye'ye bağlı olduğunu da biliyoruz: Yani burası demokrasi ve özgürlükler bakımından (tüm müdahalelere rağmen) "göreceli olarak" iyi durumda; ancak ekonomik büyüme/kalkınma bir yana, burada rasyonel bir ekonomik sistemin bulunduğunu ifade etmek bile mümkün değil. O halde, demokrasi ile ekonomi arasında çoğunlukla pozitif korelasyon olmakla beraber, bu ilişkiyi her zaman kaçınılmaz bir neden-sonuç ilişkisi olarak düşünmek doğru değil. İstisnai de olsa, demokrasi olmadan ekonomik büyüme mümkün… Bununla beraber, tam tersine, ekonomisi aksayan "görece" demokratik bir ülkeden de söz edebiliriz. Ancak demokrasi olmaksızın toplumsal refahın ve adil bölüşümün sağlanması mümkün değil.
Kaldı ki, demokrasi olmaksızın büyüyen veya ekonomik büyümeye demokrasinin eşlik etmediği ülkeler; bir yandan, ekonomik iyileşmeyi takip eden demokrasi ve özgürlük taleplerini karşılamakta zorlanıyor, diğer yandansa ekonomik büyüme bir yerden sonra durağanlaşıyor veya gerileyebiliyor. Türkiye, bu konuda iyi bir örnek… 2001'den itibaren 2013'e kadar, Türkiye'de kişi başına düşen milli gelir 3 bin 140 dolar seviyesinden 12 bin doların üzerine kadar çıkmıştı. 2013'ten bu yana ise bu seviye aşılmak bir yana, istikrarlı sayılabilecek şekilde gerileyerek, 8 bin dolar civarına geldi. Benzer bir tehlike, potansiyel olarak, 2000'lerin başından itibaren kişi başına düşen milli gelirin ciddi oranda arttığı Çin'in önünde de duruyor. Demokrasinin eksikliği, bir yandan Türkiye'de de uzun süre konuşulan "orta gelir tuzağı", yani bir noktaya takılıp kalma (hatta onun gerisine düşme) riskini barındırıyor; diğer yandansa, tabandan yükselen demokrasi taleplerinin karşılıksız kalması toplumsal istikrarsızlığı tetikleme ihtimali barındırıyor.
Kaynaklara erişimde adalet, bölüşümde adalet, fırsat eşitliği gibi kavramlar için demokrasi gerekiyor. Dolayısıyla, güçlendirilmiş parlamenter sistem, ekonomi ile ilişkisi içinde bu açıdan da bir çerçeve metin ve önemli bir zemin sağlıyor bize. Nepotizme karşı liyakat sisteminin öne çıkarılmasının, kamu ihale kanununun yenilenecek ve ihalelere dair süreçlerin şeffaflaştırılacak olmasının, yargı bağımsızlığının ve diğer birçok düzenlemenin arkasında yatan temel motivasyonlardan biri bu. Tekrara düşmek pahasına vurgulanabilir: Güçlendirilmiş parlamenter sistem, tek başına her sorunu çözmemekle beraber, olmazsa olmaz koşulu sağlamaya çalışan bir mutabakata dayanıyor.
[1] Konuya dair ufuk açıcı bir metin için şuraya bakılabilir: Jan-Werner Müller, 2017, Popülizm Nedir?, İstanbul: İletişim Yayınları.
* İkinci Yüzyıl Enstitüsü Vakfı (İYEV) Başkanı, CHP PM Üyesi