Kültür-Sanat

Granta'nın hedefi değişen dünyayı ve insanların deneyimlerini okura taşımak

Tematik bir dergi olan Granta, kriket maçından cinselliğe, çağdaş Amerikan romanından aldatmaya hayata dair her şeyi kendine konu edinebiliyor

19 Nisan 2013 04:06

Sırma Köksal 

Bugün dünyanın birçok dilinde ve on ülkesinde yayımlanan Granta dergisi, ilkin 1889 yılında bir grup Cambridge Üniversitesi öğrencisi tarafından edebiyat, politika ve öğrenci haklarını savunmak amacıyla çıkartılmaya başladı. Adını ise şehrin ortasından geçen nehirden alıyordu. Öğrencilerin neden bu adı seçtiklerini net olarak söylemek mümkün değil bugün. Belki kıyısında piknik yapıp eğlendikleri, buluşup sohbet ettikleri yer olduğu için öylesine koydular bu adı, belki de suyun akışkanlığını, sürekliliğini, sürekliliğinin barındırdığı değişimi vurgulamak istemişlerdi. Birçok ünlü yazar bu uzun soluklu derginin sayfalarından girdiler edebiyat dünyasına. Aralarında birçok ünlü isim var, iki isim sayacak olursak hemen Ted Hughes ile Sylvia Plath geliyor akla. Edebiyat tarihinin en fırtınalı çiftlerinden biri…

 

Küllerinden yeniden doğdu

 

1970’lerde çeşitli nedenlerden dolayı krize giren dergi 1979 yılında yeniden küllerinden doğdu ve o günden bugüne Gabriel García Márquez’den Julian Barnes’a, Raymond Carver’dan Angela Carter’a, Bruce Chatwin’den Nadine Gordimer’e, Milan Kundera’dan Doris Lessing’e, Salman Rushdie’ye varana dek daha nicelerinin verdiği yazılar, denemeler, öykülerle yoluna devam etti. Belli bir siyasal ve yazınsal manifestosu olmayan Granta’nın hedefi değişen dünyayı, o dünyadaki insanın deneyimlerini ve bu deneyimlerin farklı yüzlerini okura taşımaktı ve bu nedenle de birçok yazara yol açtı, yeni yazarların sesini duyurmasına yardımcı oldu. Son dönemlerde edebiyat dünyasının kazandığı bu yeni yazarlar arasında Arundhati Roy ile Zadie Smith’in de bulunduğunu hatırlatırsak Granta’nın önemi daha iyi anlaşılır. 

Bugüne dek İngilizce dışında Çince, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Bulgarca, İsveççe ve Norveççede yayımlanan Granta, artık Everest Yayınları aracılığıyla Türkçede de okurlarla buluşuyor. Tabii birçoklarının aklına neden yeni bir dergiyi değil de var olan bir derginin Türkçe yayınını yapmayı tercih ettiğimiz takılabilir.  Her şeyden önce bunca dilde yayımlanmış tüm Granta sayılarının arşivini özgürce kullanabilmek olanağı büyük bir zenginlik. Her ülkenin seçkin editörlerinin hazırladığı sayılarda yer alan yepyeni yazarları Türkçeye özgürce taşıyabiliyoruz bu işbirliği nedeniyle.  Ama asıl iştah kabartıcı olan bizim arşivlerimizin de, bizim sayılarımızın da onlara özgürce açık olması. Böylece başka dillere Türk edebiyatının taşıyıcılığını yapma fırsatımız var.

Tematik bir dergi olan, kriket maçından cinselliğe, çağdaş Amerikan romanından aldatmaya hayata dair her şeyi kendine konu edinebilen Granta’nın bugüne dek çıkmış tüm sayılarının halen baskısının bulunması ve satılmakta olması da bir diğer özelliği. Bu açıdan dergiden çok, süreli bir derleme diye düşünmek lazım Granta’yı…

 

İlk sayının konusu 'Kimlik'

 

Türkçede ilk sayısı olması nedeniyle Granta dergisinin genel tanıtımına uzun bir yer ayırmak zorundaydım.  İlerdeki sayılarda bu açıklamalara gerek kalmayacak tabii.

İlk sayımızın başlığını Yekta Kopan’ın önerisiyle “Kimlik” olarak koyduğumuzda, yakın çevremiz önce bir sustu, ardından, “Klişe” dediler. Evet, klişe! Bu fikre sonuna kadar katılıyorum. Ama “klişe”nin bir cazibesi olduğunu da unutmamak gerek. “Klişe” çok çiğnenip tadı kaçmış bir sakız gibidir; ama hayatı cehenneme çeviren gerçeklerin hepsi de “klişe”nin ta kendisidir. Bir şey ne kadar gerçek ve doğrudansa, ne kadar etkin ve genelse o kadar klişedir ve onun yüzünden dünya böyle bir yerdir. Everest Yayınları’nın sanat yönetmeni olan Utku Lomlu, kapağa bir külah çekirdek koyacağını söylediğinde bu “klişe”nin iyi bir fikir olduğuna bir kez daha inandık. Çünkü aslında sorgulamak istediğimiz kimliğimizin klişelere hapsedilmiş olması ve bizim artık bu konuda konuşmaya kalkışmamızın bile gereksiz bir vızıldanma sayılmasıydı. Tıpkı artık yoksulluğu da klişeden sayıp hiç konuşmamamız ve tam da bu sebeple neredeyse yokmuş gibi davranabilmemiz gibi. Sahi yoksulluk üstüne yazılmış bir edebiyat metnini en son ne zaman okudunuz? Oysa Türkiye’de gelir uçurumu gittikçe büyüyor, hatta öyle büyüyor ki, dünyanın en büyük uçurumlarıyla boy ölçüşüyor. Ama bundan söz etmek “klişe”!

İşte klişenin cazibesi burada bence. Klişeleşmiş olan hayatımızı belirlerken, üzerine konuşmanın klişe kabul edilip lafın kapatılması. Oysa dünyanın bundan daha başka bir yer olmasına dair bir beklentiniz, talebiniz varsa, üstüne gitmek gerekir. Yalın olanı, hep söylenmiş olanı bir kez daha tazeleyip taze bir sesle yeniden söylemek ve yeniden tartışılabilir kılmak gerekir. Kimliklerimiz hapishanelerimize dönüştürüldükçe artık hiç sorun olmuyorlarmış, hiç başımızı ağrıtmıyorlarmış gibi yapmanın bir âlemi yok. Hâlâ kadın olmak, eşcinsel olmak, azınlık olmak, çocuk olmak, hatta bazen işyerindeki “o” kişi olmak sırtımızdaki yük. Bizim tartışmak istediğimiz de tam buydu. Kimliklerimiz gerçekten hapishanelerimiz miydi, sırtımızda yük müydü; yoksa sadece verili bir durumdu da biz mi onunla ne yaptığımıza karar verdiğimizde kim olduğumuzu belirliyorduk? Kadın olmak, azınlık olmak, eşcinsel olmak tek başına yeterli bir tartışma alanı mıdır yoksa bu “olunan” durum bizim hayatla baş etmemizde elimizdeki malzeme midir? “Ne”lik ile “kim”lik arasındaki farkı tartışmaktı aslında asıl amacımız. En azından yazılar gelmeye başladıkça, biz de tam ne istediğimizi daha iyi anlar olduk.

İlk büyük sürpriz, Ayşe Düzkan’dan yazı istediğimizde, “Ama ben öykü yazmak istiyorum” demesiydi. Bu kadarı bile ezber bozucuydu! Ve ardından feminist hareketteki yerini herkesin bildiği Ayşe Düzkan, nasıl da iyi bir edebiyatçı olduğunu gösterdi bize. Kadın meselesini yazmadı, dünyalarını onlara rağmen kimliklendirmeye çalıştığımız çocukları yazdı. Ahmet Tulgar, her zaman duyarlı olduğu siyasi görüşlerini ve eşcinsel kimliğini yazmadı, başkalarının kafasındaki kimliklendirmeyi yazdı. Yasemin Çongar günlük siyaseti değil dili, Karin Karakaşlı Türkiye’de Ermeni bir azınlık olmanın acılarını değil buralı olmanın zenginliğini, Foti Benlisoy kimliğin anlamının mücadelede bulunabileceğini yazdı. Yekta Kopan ise daha önce hiç yayımlanmamış yeni bir öyküsünü kattı.

Ve bütün bunlarla kimlik tartışması bizi talepkâr mağduriyetin karşısındaki direngen, kararlı ve zenginleştirici “ben”e taşıdı. Yazıları göz önüne alınca bu “ben”in aç gözlü bireycilikten farklı olarak insanı toplumsal olanla canlı bağlar içinde tutan ve toplumla etkileşim içindeki “ben” olduğunu düşünüyorum. Bu “ben” mağduriyetinin hesabını tutup bedelini talep eden, ardından da “hepimiz insanız” çatısı altında aynılaştırıcılığın tuzağına düşmeye niyetli olmayan, tersine farklılıkların bilincinde ve bu farklılıkların zenginliğinde direten, anlamını verdiği mücadeleyle kazanan bir “ben”. Bu nedenle bir bedel ödetme kaygısı taşımıyor, tersine zenginliğini paylaşmaya hazır bir “ben”. 

Birileriyle birlikte bir şeyler yapmak her zaman böyledir işte. Tazelenirsiniz, yenilenirsiniz. Umarım Granta Türkiye size de taze, yeni bir soluk getirir.

Bu arada Granta’nın sayfalarının yeni yazarlara, genç isimlere her zaman açık olduğunu, bu derginin temel ilkelerinden birinin de zaten bu olduğunu eklemeden geçmeyeyim.