Oyuncu ve Hürriyet yazarı Gonca Vuslateri, Adana Film Festivali Ödül Töreni’nde, yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun elini sıkmayan Meltem Cumbul için, "Türkiye’de tanıdığım, izlediğim en yetenekli insan" ifadesini kullandı. "Kaplanoğlu’nu tanımam, yıllar evvelden üçlemesini biliyorum sadece. Sevmiştim. Semih Kaplanoğlu başarılı bir yönetmendir ve ödülü eminim hak etmiştir" diyen Vuslateri, "İnsan yeri geliyor, dediği laf için 'Demedim' diyor. Madem böyle günlük şizofren hallerimiz var; 'Arkanı dönme', 'Sevmiyorsan da elimi tut', 'Tutmasan da bir öp bari', 'Ne olursa olsun bir alkışla, bir tebrik et', 'İnsan ne olursa olsun bir şey söyler' gibi beklentiler de ne" ifadesini kullandı.
Vuslateri'nin Hürriyet'te "İKSV perdeleri açıyor!" başlığıyla (5 Ekim 2017) yayımlanan yazısı şöyle:
İKSV bu yıl aldığı kararla artık iki yılda bir değil her yıl düzenleyeceği Tiyatro Festivali’ni harika bir oyun programıyla açıkladı. Zorlu PSM’deki basın tanıtımında Bülent Eczacıbaşı da “Tiyatro Bağımsızlık Yapar” sloganını destekleyen olağanüstü bir konuşma yaptı.
Destek olan markaların iletişim sorumluları, müdürleri sahnede teker teker konuşma yaparken fark ettim ki, Türkiye’de de açık ara farkla okuyan, araştıran; hayata, sanata, özgün ifadeye duyarlılık gösteren KADINLAR KURTARACAK BU DÜNYAYI!
Düzgün Türkçesi, vücut dili ve güçlü konuşmacı kimliğiyle büyüleyenler, vallahi de billahi de kadınlardı.
Gecenin önemli isimlerinden Zeynep Oral konuşmasını yaparken tarihe nasıl tanıklık ettiysek, aldığı Onur Ödülü’nü bir gazeteci ve akademisyen olarak meslektaşlarının “bağımsızlığına” adamasıyla da gecenin en duygulu anlarından birini yaşadık.
Haliyle Anton Çehov’un “Martı” oyunuyla bu yıl ilk kez bu festivalde yer alacağımı bildirmek ve içinde kimler yok ki diye sayıp dökmek istedim.
Yıllar evvel Moliere’in oyununu başarıyla yöneten Serdar Biliş, İngiltere ve Türkiye’de çok ses getirmişti. Bu yıl “Martı” oyunu yorumuyla seyircilerin bizden çok kendisine hayran kalacağından eminim. Müzikler de elbette yeni albümünü heyecanla beklediğim Çiğdem Erken’den. Daha ne oyunlar var... Biletleri hemmen alın derim.
Bu hafta aynı zamanda İKSV Filmekimi’ndeyiz. Pamuk eller sanat için!
“İyi bir komşu” aşuresini esirgemeyendir
Malum, İstanbul Bienali’nin bu yılki başlığı “İyi bir komşu”ydu. Kimileri şehrinde sanatı böyle kutsal değerlerle karşılarken, kimileri de değerleri “olduğu gibi” hayatın içinde rahatça yaşıyor, hissediyor.
Twitter’da “Aşure Günü” başlığını ve yorumlarını okuyunca pek duygulandım. Bursa’da oturduğum yıllar geldi aklıma.
Çarşamba’da birbirine aşure dağıtan anneannem ve komşularının apartmana saldığı güzel kokuyu, dualar ve hayırlı dileklerle yapılan ziyaretleri, kenardan çalan Zeki Müren plaklarıyla geceye kadar uzayan güzel sohbetleri hayal ettim.
İnsanları bize anlattıklarıyla bilirdik yalnızca. Bu kadar bilmezdik fotoğrafa nasıl baktıklarını (ah o selfie bakışları!), ölümsüzlük diye zayıf bir duygumuz olmazdı.
Ölmeyen, değerlerdi.
Politika, sanat, görgü kuralları, birlikte söylenilen şarkılar tartışma konusu dahi olmazdı bir masada.
Tartışmaya açık olurduk bu yüzden de. Allah’ın selamını alırdık.
Aynaya baktığımız zamanlarda, kendimize de “iyi bir komşu”luk ederdik.
İnsanları iyi ve kötü diye ayırırdık. Kötüyle de hiç karşılaşmadığımızı bilirdik içten içe. En büyük bedduamız bile belliydi; “Allah iyiliğini versin” der, geçerdik.
Şimdi değişen bir şeyler var. Gelişen bir şeyler karşısında, değişmeyen şeylerin çaresizliği var.
“Bir tatlı yiyeyim de stresim geçsin” dışında konuşmuyoruz tatlıyı.
Beslenmeyle ilgili sorunu olan insanın konuşması içinde, hazımsız ruhumuzun sorumlusu gibi bahsediyoruz “tatlı” olan her şeyden.
Fazlası zarar değil artık, kendisi zarar bir şeylerin. İnsan dünyasının başına gelen büyük bela, artık kendine katmadan büyüdüğünü içten içe biliyor olması. Bu kadar gürültünün, içi bomboş olan bir yerden geldiğini bilmesi. Bir avuç içini dolduracak tatlılık için bile, kendini itiraf edene kadar direnmesi gülümsemeye.
Ne üzücü...
Ruhumuzdaki çıkarcı ve şikayetçi komşunun kapısını çaldım bu cumartesi.
Bir kase aşurenin 40 yüzyıl manası vardır.
Tıbbi bir “sosyal sorumluluk” anlamında bizi farkındalığa çağıran diğer bir konu ise Aşure Günü’nün hemen birkaç gün öncesinin Dünya Kalp Günü olmasıydı.
Kalbimin derinliklerine kadar gittim bugün, bir tabak aşurenin aydınlattığı küskün ülkeme mırıldandım bir Sezen Aksu şarkısı:
“Bugün dua ettim hepimiz için/ Yüce Tanrı bizleri affetsin...”
Emek teknesine yatırım
Halit Ergenç, Türkiye’de herhalde en gıptayla izlediğim oyunculardan biri. Kendisiyle bir workshop’ta ve yıllar evvel bir tiyatro provası sürecinde tanışıp kaynaşma fırsatı bulduğum için de şanslı hissederim kendimi.
Mısır’da düzenlenen El Gouna Film Festivali’ne onur konuğu olarak çağrıldı, Oliver Stone’dan Forest Whitaker’a birçok ünlü isimle bir araya geldi.
Bu Türkiye için, Türkiye’de oyunculuk yapan meslektaşları için de bir onur.
Üstelik artık Türkiye’de yapılan televizyon işlerini, çeşit çeşit içerikle kanalları zenginleştiren dizileri, en az 50-60 ülkenin gıptayla izlediğini biliyoruz.
Netflix’e bile dahil olmuş, çılgınca güzel işler bunlar.
Telif hakkı konusu neden gündeme getirildiğiyle kalıyor?
Herkes hakkını alsa güzel olmaz mı? Oyuncular kendilerini dış dünyaya performanslarıyla, bu ülkenin vatandaşı olarak, bu ülkenin sevdalı olduğu bütün hikayeleri onur duyarak anlatıyorsa, bu konuda onlara ışık tutmaz gerekmez mi?
Meltem Cumbul
Meltem Cumbul, Türkiye’de tanıdığım, izlediğim en yetenekli insan olmasının yanı sıra son yıllarda hocalığıyla da dillere destandır.
Şimdi taze konu Semih Kaplanoğlu’yla arasındaki meşhur tokalaşma hadisesi. Herkes kendi arasında böyle bir gerginliğin ahlakını tartışabilir. Herkes kendi haklılığının yarattığı bir karakterdir.
Meltem Cumbul, Türkiye’de yıllardır öncelikli olarak çocuk oyuncular ve oyuncuların çalışma standartları, telif hakları, sette yaşanan zorlu durumlar için dünyada geçerliliği olan yasaları hayata geçirmeye çalışan bir kadındır.
Ben Semih Kaplanoğlu’nu tanımam, yıllar evvelden üçlemesini biliyorum sadece. Sevmiştim. Semih Kaplanoğlu başarılı bir yönetmendir ve ödülü eminim hak etmiştir.
Meltem’in de ne hissedip arkasını döndüğünü kimse bilemez. Fakat ben ne hissettim, yazayım.
Hâlâ anlamadık şunu: Türkiye çooooook uzun zamandır gergin bir mekan. Yani yakınlarda ölürsem, öbür tarafa gittiğimde ilk repliğim şu olur dünya için: “Arkadaş, içerisi kopuyor!”
İnsanlığı kurtaracak olan dışavurum, “idare etmek”le “dışarı çıkarmak” arası bir ince ip.
Halihazırda düşünceleri bölünmüş, düşleri sersemleştirilmiş insanlardan tuhaf şeyler beklememek saçma.
Biz cambazlığı geçtik. Türkçe dilde Mandrake’ler çıkarıyor artık.
İnsan yeri geliyor, dediği laf için “Demedim” diyor.
Madem böyle günlük şizofren hallerimiz var; “Arkanı dönme”, “Sevmiyorsan da elimi tut”, “Tutmasan da bir öp bari”, “Ne olursa olsun bir alkışla, bir tebrik et”, “İnsan ne olursa olsun bir şey söyler” gibi beklentiler de ne!
E hani sevmemenin özellikleri?
E beklentilerimiz iyiyse, bu olayda kötü olan neydi?
Hep söylerim. “Sevgisizliğin” en belirgin özelliği, hiçbir duruşu olmamasıdır.
Matematiği zayıf olan “an”lar hepimizin hayatında vardır.
Kuvvetli biri olmak zorunda değiliz.
İnsan hem haklı, hem mutlu olamaz.
Meltem Cumbul ve Semih Kaplanoğlu birbirine hiç dokunmamış iki insan.
Bu kime dokunur?
Buradaki endişe, birlikte harika iş çıkarmayacaklarının kesinleşmesinden başka bir şey de değildir.
Kendimize şu “hiç yakışmıyor” kıstaslarıyla ilgili yeterince ders verirsek, ben size neler hatırlatacağım var ya!
Ödünüz patlayarak, sessizce ayıplar; ayıpladığınızla kalırsınız.
Bu arada Oyuncu Sendikası’nın yeni başkanı Demet Akbağ’dır.
Kendisine harika bir başkanlık dönemi dilerim.