Kariyerinde 60 yılı devirmeye hazırlanan duayen tiyatro sanatçısı Genco Erkal, tiyatronun her şeye rağmen topluma umut vermesi gerektiğini söyleyerek, "Hep beraber mücadele edeceğiz ama bir öndere ihtiyacımız var" dedi.
Erkal devamında, "Kendiliğinden olmuyor bazı şeyler. Tabii hep beraber mücadele edeceğiz ama önde bir ışık olması gerekiyor. Dönüyoruz dönüyoruz Mustafa Kemal, Mustafa Kemal... Öbür tarafta onların var bir tane. Bizim de bir tane olması lazım, onunla baş edecek biri olması lazım" diye konuştu.
Cumhuriyet'ten Emrah Kolukısa'ya açıklamalarda bulunan Genco Erkal'ın açıklamaları şöyle:
* Dostlar Tiyatrosu'nun 50., sizin profesyonel tiyatro kariyerinizin ise 60. yılını kutlamaya hazırlanıyoruz. İki tarih arasında 10 yıl var, Dostlar'dan önceki 10 yılı konuşarak başlayalım mı?
Benim profesyonelliğim Kenter’lerle başladı. Daha o zaman Kent Oyuncuları adını almamışlardı… Yıldız ve Müşfik Kenter Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılmak istiyorlar, Muhsin Ertuğrul’a gidiyorlar ve biz buradan ayrılacağız diyorlar, o da ‘İstanbul’a gelin ben size tiyatro açacağım’ diyor. Muammer Karaca ile konuşuyor, onun da o sene pek çalışmaya niyeti yok, benim tiyatromda oynayın diyor. Bana da haber yolluyor Muhsin Hoca, beni daha öncesinden Genç Oyuncular’dan tanıyor, ‘bir rol var, Genco gelsin oynasın’ diye… Orada ‘Çöl Faresi’ adlı oyunda ben profesyonel oluyorum. Üç buçuk yıl Kenter Tiyatrosu’nda çalışıyorum, 11 oyun oynadım orada. Oradan Arena Tiyatrosu’na geçiyorum, 62-63 sezonunda, ‘Aslan Asker Şvayk’ ve ‘Kayıp Mektup’ oyunları için… Sonra iki yıl Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda, işte ‘Otello’ var, ‘Midas’ın Kulakları’, ‘Canlı Maymun Lokantası’, tabii ilk ‘Keşanlı Ali Destanı’, ‘Direkler Arasında’ oyunları var… Oradan Ankara’ya gidiyorum, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’, ‘Arturo Ui’nin Yükselişi’, ‘Durdurun Dünyayı İnecek Var’ gibi oyunlar… İlk on yılım böyle geçti, değişik tiyatrolarda oyuncu ve yönetmen olarak çalıştım. Sonra artık bir yıl bir ara vereyim, kendimi biraz yenileyeyim düşüncesiyle İtalya, Almanya, Fransa, İngiltere, Çekoslovakya, Polonya, bütün Avrupa’da oyunlar izledim, provalara girdim, tiyatro okullarının derslerine girdim falan, sonunda artık kendi tiyatromuzu kurmanın zamanı geldi dedik ve 69 yılında işte Dostlar Tiyatrosu’nu kurduk arkadaşlarla beraber.
* O arkadaşlar kimlerdi?
Mehmet Akan, Şevket Altuğ, Ferit Erkal, Arif Erkin, Nurten Tuç. Harbiye’de Yapı Endüstri Merkezi diye bir yer vardı, orada başladık. Ve bizim kaderimiz, göçebe bir tiyatro olduk hep. Hemen her sene başka tiyatrolara taşındık. Oradan Küçük Sahne’ye gittik, oradan Ses Tiyatrosu’na geçtik, arada Elhamra Tiyatrosu var, Sinematek salonunda bile oyun oynadık. Taksim’deki yıkılan eski Devlet Tiyatrosu’nda oynadık, Atatürk Kültür Merkezi’nde oynadık, Maçka Teknik Üniversitesi salonu, Muammer Karaca Tiyatrosu, Baro Han…
* Baro Han’da bir dönem yerleşik oynadınız ama…
Evet 10 yıl falan. En uzun orası, ondan evvel de Şişli’de Samanyolu Sokak ‘taki Ümit Tiyatrosu. Orada üst üste iki salon vardı ve orayı Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu ve biz paylaşıyorduk dönüşümlü olarak. Bazen üst katta, bazen alt katta. Dört yılımız orada geçti ve orada Dostlar Tiyatrosu’nun yanında Dostlar Korosu kuruldu, Ruhi Su ile beraber. Daha çok o zaman kültür merkezi gibi çalışıyorduk, film gösterimleri, sergiler, konserler, söyleşiler…
Dostlar Hasad diye bir grubumuz vardı, Mehmet Akan yönetiminde, onlar da geleneksel halk danslarımızı çağdaş yorumla yeni koreografilerle sunuyorlardı. Okulumuz vardı, oyuncu yetiştiriyorduk. Bir de işçi kolumuz vardı, tiyatronun paralelinde öğrencilerimizden oluşan bir ekip grevleri dolaşıp oyunlar sergiliyorlardı. ‘Alpagut Olayı’ ilk öyle çıktı mesela, grevdeki işçilere gidip sokak tiyatrosu tarzında oyunlar oynarlardı. İlk on yılımız böyle çok yoğundu, fakat ekonomik olarak ayakta kalamayacağımız anlaşıldı, çünkü 20 kişilik bir kadro var, 12 ay maaş alıyorlar, borç harç içinde iflas ettik. Devlete ve belediyeye olan borçlarımız ağırlıktaydı tabii… bu nedenle daha sonraki yıllarda prodüksiyon tiyatrosu biçimine dönüştük.
* Zaten 80’li yıllar başlıyor ondan sonra da. Ben de siz anlatırken farkettim, bugün biz İstanbul’da ne çok hareket var diyoruz sanatsal olarak ama sizin anlattığınız yıllar daha da hareketliymiş. Üç yılda 10 oyun oynadık diyorsunuz mesela.
Dostlar Tiyatrosunun ilk on yılında 25 oyun üretmişiz. Ben de ona şaşıyorum. Şimdi bakıyorum, 88 galiba benim bütün bu 60 yıl içinde oynadığım oyunlar. İlk yıllarda senede dört beş oyun, nasıl yapmışız… Ama gençtik tabii (gülüyor)…
* Tabii gençlik var ama şu anda böyle bir tiyatro yok mesela…
Kenter Tiyatrosu’nda o yıllarda, sabah geliyorduk tiyatroya, bir sonraki oyunun provasını yapıyorduk, akşam 6’da bir oyun oynuyorduk, 9’da başka bir oyun oynuyorduk. Matine suare oynuyorduk her gün… Sabah prova, matine-suare, bütün hayatımız tiyatroda geçiyordu. 2 ayda bir yeni bir oyun giriyordu repertuvara. Müthiş bir üretkenlik vardı. Kenter Tiyatrosu’ndan böyle bir geleneği devraldım ve Dostlar Tiyatrosu’nda aynı şeyi devam ettirdim ilk yıllarda. Giderek azaldı ve 80’den sonra prodüksiyon tiyatrosu olarak genellikle yılda bir oyun… Bazen iki, ama daha fazlası yok yani.
"Kadro meselesi"
* Demin gerçi zikrettiniz ‘Otello’ diye ama ben açıkçası şuna çok şaşırdım, ne kadar az Shakespeare oynamışsınız bugüne dek. Neden öyle oldu?
Çok istedim oynamayı ama işte kadro meselesi… Robert Kolej’de ben tiyatroya başladım ve ilk ‘Venedik Taciri’ ile çıktım sahneye. Kolejde üç ayrı Shakespeare oyununda oynadığım halde profesyonellikte bir tek Engin Cezzar ile birlikte ‘Otello’yu oynadık.
* Hangi rolü oynamıştınız?
Ben Lago’yu oynadım. Engin Otello’yu, Desdemona da Gülriz.
* Efsane kadroymuş…
Çok esaslı kadroydu, Erol Günaydın, Çetin İpekkaya, Cüneyt Türei, Sermet Çağan da vardı. Küçük Sahne’de oynadık. Sonra da bir daha kısmet olmadı. Shakespeare sevdası içimde kaldı. Merhaba’daki yazarlara onu da katmam bir çeşit borç ödeme anlamına geliyor. Ona olan borcumu yeterince ödeyemedim.
* Bu oyunda hangi parçalar var Shakespeare’den?
Bir sürü oyundan bir kolaj yaptım, ‘Hamlet’ var, ‘Atinalı Timon’ var, ‘2. Richard’ var… Nasıl Hoşunuza Giderse’den bir parça var... Böyle daha çok krallar, iktidar ilişkileri…
* Peki sormuşken onu da sorayım, Çehov?
O da olmadı. O da öyle içimde kalanlardan. Bana hep sorarlar, yapmak isteyip de yapamadığınız diye… Evet Çehov ve Shakespeare ile yeteri kadar ilgilenemediğim için üzgünüm. Şimdilerde bunu yapabilmek için uğraşıyorum da, kadro toparlamak çok zor. Yani oyuncular hep televizyondan gelecek bir iş için programlarını boş bırakmak durumundalar, çünkü diyorlar ki, ‘bir rol için konuşmaya gittiğimizde ilk soru, tiyatronuz var mı oluyor. Varsa seni hemen bir tarafa itiyorlar. O yüzden tiyatroya bağlanmak istemiyorlar. Ya da Devlet ve Şehir Tiyatrosu’na girip ömür boyu maaşa geçmek istiyorlar. O yüzden oyuncu bulmak çok zor.
"Oyunlarımız yasaklandı"
* Türkiye’de tabii çok baskı dönemleri yaşandı, yaşanıyor da. 50 yıllık Dostlar Tiyatrosu maceranız sırasında sizin hatırladığınız böyle dönemler vardır muhakkak.
Var elbette. Özellikle iki büyük darbe döneminde, 12 Mart ve 12 Eylül’de biz bayağı darbe yedik yani. Oyunlarımız yasaklandı. 12 Mart’ta ‘Havana Duruşması’ oyunumuzu yasakladılar. Çok enteresan bir taktik uyguladılar, dediler ki, ‘bu oyunu kaldırırsanız, öbür oyunlarınıza izin veririz. Biz diyecektik ki, biz kaldırmıyoruz siz kaldırın, yasaklayın… Yasaklamamak için böyle yaptılar, kaldırırsanız ötekiler oynarsınız, kaldırmazsanız tiyatroyu hepten kapatacağım dedi ve mecbur kaldık… Kendi istekleri ile kaldırdı diye ilan etti sıkıyönetim, halbuki resmen tehdit ettiler. Sonra o dönem ‘Abdülcanbaz’ı da hatırlıyorum… Ankara’ya turneye gidiyoruz, sıkıyönetim komutanlığına önden tekst gitti, bir geri geldi, kırmız kırmızı çizmişler altını… Bu akşam bu lafları söylerseniz tiyatroyu yarın kapatıyoruz, bunları söylemeyeceksin… Bir baktık ki domates tarlası gibi bir tekst, böyle kıpkırmızı… Gene ne yaptık, yaptık tabii ki, onları öyle söylemeyip böyle söyleyerek oyunları hep devam ettirdik ama çok zordu. Birçok oyunumuz yargılandı, hepsi aklandı. 12 Eylül döneminde Her Gün Yeni Baştan adlı oyunumuzu yasakladılar, özellikle Anadolu turnelerini engellediler. Hep bunlarla mücadeleyle geçti hayatımız ama bu da şuna yaradı, hem bir mücadele gücü veriyor, hem de söyleyeceğini dolaylı yoldan söyleme yaratıcılığını kamçıladığını söyleyebilirim.
* Ama o dönemlere bakıyorum, hem tiyatro yazını anlamında çok zengin bir dönem, Asaf Çiyiltepeler, Sermet Çağanlar, Vasıf Öngörenler var… Hem de politik tiyatro çok daha güçlü, işçi mahallelerine gidip oynuyorsunuz, sokak tiyatroları var… Oysa bugüne bakıyorum, sizin oyunlarınız dışında tek tük, Barış Atay gibi birkaç isim belki, politik ya da muhalif tiyatro yok. Neden böyle oldu sizce?
Bir kere 12 Eylül’den sonraki Özal dönemi -ama kökeni tabii ki Kenan Evren ideolojisinde yatıyor- gençlere hep sen kendi işine bak, politikaya bulaşma diye bir telkinde bulunuyordu. Örnekler de ortada tabii, içeride olan var, asılanlar var, idamlar olmuş… Herkes kitaplarını Boğaz’a atmış ya da gömmüş toprağa ya da evinde küvette yakmış… Böyle bir dönemin sonucunda gençler ürktüler doğrusu. İşte sen kendi çıkarına bak, sen köşeyi dönmeyi düşün, kendi paçanı kurtar, boş ver memleketi… Öyle bir felsefe yerleşti. Tiyatro da öyle bir yer oldu, işte müzikaller başladı, Şan Tiyatrosu’nda Egemen Bostancı müzikalleri vardı mesela. Ben de şaşırıyordum, askeri mahkemeler devam ediyor, içerde olanlar var, müthiş bir adaletsizlik, ama burada insanlar haha hihi eğleniyorlar… Zenginler oluştu tabii, yeni zenginler, Özal sosyetesi dediğimiz… Bambaşka bir yaşam. Bir yanda müthiş bir zulüm altında hapishanelerde çürüyen ya da idam edilmiş insanlar, bir yanda da böyle vur patlasın çal oynasın. Toplumda çok büyük bir değişim yarattı bu. Ama bir süre sonra yeni bir değişim başladı. Bizim seyircideki değişimden ölçebiliyorum ben, ‘Sivas 93’ oyununu oynadığımdan itibaren seyirci değişmeye başladı. Daha evvel hep kır saçlı, beyaz saçlı, benim seyircilerim yani, yıllardır biriktirdiğim sadık seyircilerim, geliyorlar onlar tabii, ama genç yok, hiç yok. ‘Sivas 93’ten itibaren, sonra ‘Marx’ın Dönüşü’, sonra ‘Aziz Nesin’, ‘Nazım Hikmet’, bir baktım gençler yavaş yavaş yeniden gelmeye başladılar. Sonra Gezi Olayları oldu. Biz bu gençler niye bu işlerle hiç ilgilenmiyor derken birden bire aslında çok gizli bir potansiyel güç olduğunu ve ortaya çıkmak için bir mecra beklediklerini görmüş olduk. Ve şu anda da ben onu hissediyorum, seyirciyle müthiş sıkı bir alışverişimiz var… Ama genelde politik tiyatro ikinci planda. Bütün dünyada da böyle aslında bu. 68 ve sonrasında tiyatrolar genelde çok politize olmuştu. Politik tiyatronun, belgesel tiyatronun, epik tiyatronun doruğa çıktığı dönemdi, biz de aynı şeyleri yaşadık. Sonra orada da, bizde de bir gözden düşme oldu. Şimdi yeni yeni orada da bir şeyler başlıyor ama. Mesela İngiliz devlet tiyatrosunda Irak Savaşı’ndaki kendi devlet politikaları son derece sert şekilde eleştiren oyunlar oynanıyor. Bizde böyle bir şey mümkün değil.
Yeni oyun: Merhaba
* Yeni oyununuz "Merhaba"da Aziz Nesin, Can Yücel, Bertolt Brecht, Nazım Hikmet ve William Shakespeare'den bölümler yer alıyor. İzleyici nasıl bir oyun izleyecek?
Ben o beş yazarın yapıtlarından bölümleri birbirinin içine soktum, kendime göre bir kurgu oluşturdum. Aziz Nesin'in "Merhaba"sıyla başlıyorum, zaten oyunun adı da "Merhaba". Sonunda da "Türkiye'me selam" diye yine Aziz Nesin'le final yapıyorum. Yine Aziz Nesin'den çok sevdiğim bir taşlama var, "Hazreti Dangalak", namı diğer Sultan Palamut, aslında Kenan Evren için yazdığı şiirdir o, ama bugün başka çağrışımlar da uyandırabilir tabii. Shakespeare daha çok kralların ve sarayların encamını ve acıklı sonunu anlatmak üzere misafirimiz oldu. Can Yücel ile biraz rahatlayıp boşalıyoruz. O da diyor ya, sıkılınca dayanamıyorum küfrediyorum, küfürle boşalıyorum diyor. Tabii Can Yücel deyince onun babasına verdiği selam var, Deniz Gezmiş'e yolladığı selam var. Brecht daha çok burada savaş karşıtlığı söylemiyle bulunuyor. Yani barışı öneren şiirleriyle, şarkılarıyla... Tabii Nazım ve "Yaşamaya Dair"... Bütünüyle şunu istedim, hem içinde yaşadığımız haksızlıkları, adaletsizlikleri deşmek hem insanların kendilerinin sağda solda söyleyemeyecekleri, bugünlerde basında da pek duyulmayacak şeyleri söylemek, biraz da gelecek günlere dair bir umut vermek... Bence artık tiyatronun temel işlevi bu oldu sanıyorum. İnsanlara umut aşılamak. Merak etmeyin bu günler geçecek, bunun arkasından güzel şeyler olacak, bunu yaratmak bizim elimizde, duygusunu vermek istiyorum.
"Önde bir ışık olmalı"
* Yıllar önce sizin oynadığınız Brecht'in "Galile"sini izlemiştim. Onun sonunda Galile "Yazıklar olsun kahramanlara ihtiyaç duyan toplumlara" der. Ne dersiniz, bugün Türkiye'de bizim de bir kahramana ihtiyacımız var mı sizce?
Bence var. Bir önder çıkması gerekiyor. Kendiliğinden olmuyor bazı şeyler. Tabii hep beraber mücadele edeceğiz ama önde bir ışık olması gerekiyor. Dönüyoruz dönüyoruz Mustafa Kemal, Mustafa Kemal... Öbür tarafta onların var bir tane. Bizim de bir tane olması lazım, onunla baş edecek biri olması lazım. Bu son seçimlerden sonra gerçekten ortalık ölü toprağı serpilmiş gibi. Zaten düzen tamamen değişti, Meclis diye bir şey yok, öyle göstermelik bir dekor kurmuşlar oraya, bir takım figüranlar dolaşıyor ortalıkta... Her şey tepede sarayda hallediliyor, orada da bir kişi...
Oradaki bakanların da çok fazla inisiyatifi yok. Yüksek maaşlı memurlar. Ne söylenirse onu yapıyorlar. Medya tamamen satın alınmış, susturulmuş. Sosyal medyada bir kıpırtı var, işte bir iki bir şey çıkıyor ama kaç kişi onları izliyor da onlardan etkileniyor? Bir muhalefet hareketi olması lazım. Yok. Önümüzde seçimler var, oturmuşlar koltuk hesapları yapıyorlar, birbirlerine düşmüşler, seninki benimki diye. Ümit verici hiç bir şey yok ortada. Böyle olunca tamamen teslim olduk demektir. Bu seçimler bir şeyleri değiştirebilmek için son şans, muhalefetin aklını başına toplayıp çare üretmesi gerekir. Yoksa padişahlık rejimi bir daha geri döndürülemeyecek biçimde kesinleşecek.
"Madonna konsere gelmiş..."
* Oyun izlemeye vakit bulabiliyor musunuz?
Buluyorum, bulabildiğim kadarıyla diyelim... Yeni tiyatroları özellikle takip etmeye çalışıyorum, o kadar çok var ki. Bazılarına ilk açılış oyunlarını ben gidip oynayarak onlara armağan ediyorum, açılışa katkı olsun diye. Büyük prodüksiyonları da izliyorum. Böyle yeni bir akım başladı şimdi, dikkat çekecek işler yapılıyor, mesela "Kürk Mantolu Madonna"... Yani ilginç seçimler bunlar. "Kürk Mantolu Madonna", kimse daha oyun nedir, kim oynuyor bilmeden bir aylık satışları bitiveriyor hemen. İsim satıyor. İnsanları heyecanı getiriyor böyle şeyler, bakalım ne yapmışlar deniyor. Çünkü "Kürk mantolu Madonna" çok satıyor kitap olarak. Aynı şey yıllar önce bizim "Simyacı"da da olmuştu. Oyun başlamadan bir haftalık biletlerin bittiğini hatırlıyorum. Kitabın ismine geliyorlar. Sonra gidiyorsun bakıyorsun o oyunlarda öyle aman aman bir şey de yok. Bence büyük bir hayal kırıklığı ama işte isim satıyor. Madonna'ya gidiyorlar, hatta belki bazıları Madonna konser vermeye gelmiş Türkiye'ye diye de gidiyor olabilir.