Türkiye'nin en önemli koreograflarından Aysun Aslan, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin proje grubu Modern Dans Topluluğu İstanbul (MDTİst) ile Giselle balesinin çağdaş düzenlemesi "okunduğu gibi yazılan Jizel"i sahneye koydu.
1841'de sahnelenmeye başlayan Giselle, balenin mihenk taşları arasında yer alırken Aysun Aslan'ın hayatında da büyük bir yere sahip. "Repertuvarımızın demirbaşıydı Giselle" diyerek 8 yaşında girdiği konservatuvarı tarif eden, 4 yıl sonra aynı oyun ile sahneye ilk adımını atan ünlü koreograf, kariyerinde ilk kez bir klasik eserin çağdaş düzenlemesiyle seyircisinin karşısına çıkıyor.
Öte yandan sanatından uzak kaldığı 7 yıllık Londra sürecinde üretmeye devam eden Aslan'ın yarım asırlık bale hayatında ilk adımlarını attığı Cebeci Ankara Devlet Konservatuvarı'ndaki öğrenciliğiyle ilgili otobiyografisi bu hafta içi raflardaki yerini aldı.
Türkiye’nin ilk özel modern dans topluluğu Türkuaz'ın da kurucusu olan, kimilerinin Ağır Roman balesinden hatırladığı Aslan, AKM'nin kapanmasının sosyal ve sanatsal etkilerini, baleye ilgiyi kesen basını, sanatı önemsemeyen iktidarı ve Jizel'i anlattı.
"Ruhumun bir parçası" olarak ifade ettiği oyunun gösterimi öncesi T24'ün sorularını yanıtlayan Aslan "Gel, beni tüket. Kafayı tüketirsen, biz biteriz" sözleriyle seyircileri sanata davet ediyor.
Balede bir dünya klasiği olan Giselle'de kısaca ne anlatılıyor. En azından sizin ağzınızdan bilmeyenler için dinleyebilir miyiz?
Çok kısaca, fakir bir köylü kız olan Giselle, zengin Kont Albrecht’e gönlünü kaptırmıştır. Ama genç Kont bir yandan Giselle ile flört ederken, kendi gibi aristokrat bir de nişanlısı vardır. Bu arada Giselle’in köylüsü Hilarion da Giselle’e aşıktır. Yani en özet biçimiyle, dehşetli bir sınıf farkının egemen olduğu bir aşk ve intikam öyküsüdür Giselle… Bunlar o kadar genel kavramlardır ki hiç bir yüzyılda modası geçmez. Giselle, klasik bale tarihinin en önemli mihenk taşlarından biri. Fakat, beyaz balelere nazaran birinci perdesi daha hafif, daha az dans içeren, mimiğe dayalı bir baledir. Ama 2’nci perdede ağırlaşır, dans yoğunluğu artar. Adolphe Adam’ın müziği, en az Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü kadar muhteşemdir. Dolayısıyla kalıcılığında müziğinin büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. 1800’lerde sahnelenmiş, dönemi için atak bir projedir.
Hangi anlamda atak bir proje?
Ele alınış anlamında dönemi için ileri. Bir Kuğu Gölü’nün yapıldığı dönemi düşünün. O zaman çok ileriydi. Şimdi klasik oldu. Klasik bale, seyirci anlamında biraz daralma yaşıyor günümüzde. Çünkü artık sanat formları iç içe geçmeye başladı. Görsel beklenti değişti. Ve dans alanında pek çok yeni heyecanın yanı sıra hoş bir trend de yaygınlaşmaya başladı…
Tam olarak nasıl bir trendden bahsediyorsunuz?
Dünya’da ünlü klasik balelerin modern versiyonlarını yapan koreograf sayısı artmaya başladı… Klasikler bir yanda olduğu gibi korunurken, diğer yanda kırılıyor, bambaşka bir biçim alıyor. Ben de muhteşem müziği ve konunun ana fikrini tutmak kaydıyla tamamen kırdım.
Siz Giselle’i bahsettiğiniz anlamda nasıl kırdınız?
Ben çağdaş bir koreografım ve derdim “Giselle’i bugüne nasıl getirebilirim”di. Yoksa olmuş olanı yapmanın benim için ne tadı olabilir ki? Benim Jizel’im elinden cep telefonu düşmeyen, bugün, herhangi bir yerde yaşayan bir genç kız. Gerçekçi bir Jizel, bu. Dansın içinde telefon tuhaf, Adolphe Adam’ın müziği üstünde telefonun çalması ilginç oldu. Klasik eserin 2’nci perdesi Giselle’in mezarı başında, mezarlıkta geçer. Jizel’de ise 2’nci bölüm bir gece kulübünde geçiyor. Kulübün adı Sin Klüp ve “Sin” Türkçede mezar demek. Dolayısıyla ikinci bölümde benim Jizelim de yine mezarlığa gidiyor. O kulüp de onun mezarlığı.
Giselle seçimi nasıl yapıldı?
MDT’ist Direktörü sevgili Beyhan Murphy topluluğa bir oyun yapmamı teklif etti. Kendisine iki alternatif götürdüm. Beyhan, Giselle’i tercih etti ve bu çok hoş bir seçim oldu benim için. Çünkü ben ilk kez 12 yaşında Giselle ile sahneye çıktım ve okuldan mezun oluncaya kadar her yıl Giselle oynadım. O nedenle bu eser zaten benim geçmişimin, ruhumun bir parçası.
“Giselle okunduğu gibi yazılsın” diyerek ismi değiştirmişsiniz. Bu bana yerelleştirme gibi geliyor.
Bahsettiğim kırılmalardan biri de isim. Eserin adını Giselle diye yazsam, klasik, bilinen Giselle beklentisiyle gelirdi seyirci ve bir şok yaşardı. Amacım yerelleştirmekten ziyade, daha ilk andan seyircinin beklentisini doğru yönlendirmekti. Jizel dışındaki ana karakterlerin isimlerini de kısaltmayı tercih ettim. Dekor ve kostüm de tamamen farklı doğal olarak.
7 yıldır Londra’da bulunmanın sanatınıza etkisi oldu mu?
İngiltere’nin son yıllarımda bizzat sanatsal bir etkisi olduğunu söyleyemem. Oğlum için gittim ve tamamen onun eğitimine kanalize oldum. Benim işim o kadar yoğun ve vakit alan bir iş ki, orada kendi işimin peşinde koşsaydım küçük oğluma vakit ayırmam mümkün olmazdı ve onunla birlikte gitmemin bir anlamı kalmazdı. İşimi yapmadım belki ama takı yaptım, resim yaptım, hatta bir kitap yazdım. Adı “Anne ben leylek mi oldum?”… İnkilâp Kitabevi’nden çıktı ve bu hafta raflarda olacak.. Cebeci, Ankara Konservatuvarı yıllarımı anlattığım bir kitap. İstedim ki insanlar bu işler nasıl yapılıyor, bu işin mutfağı nasıl oluyor, görsün, bilsin. Bir çocuğun bakışıyla Türkiye o zaman nasıldı? Ben ne gördüm? Nasıl gördüm. Kendi alanında bir ilk. Benim için çok heyecan verici, bambaşka bir duygu. Gönül ister ki keşke bütün kültür sanat insanları otobiyografilerini yazsa. Yazamıyorsa yazdırsa… İnkilap Kitabevi Genel yayın Yönetmeni Ahmet Bozkurt Bey hemen her sohbetimizde biyografi konusunda büyük eksiklik olduğunu söyledi, emin olun. Kültür ve sanatla uğraşan insanlar deneyimlerini yazmalılar. Bu da bir kalıcılıktır, aktarımdır, belgedir. Söz gider, yazı kalır.
Bugüne taşınan, seyirciye temas etmesi daha kolay bir oyundan bahsediyorsunuz. Genel olarak bale izlemek entelektüel birikim istiyor diyebilir miyiz?
Hiçbir sanatı izlemek için entelektüel birikim gerektiğine inanmıyorum. İzleyerek, görerek, ilgi duyarak biriktirilir… “Sanat elitlerin işidir” demeyi de çok salakça buluyorum. Biz işimizi yaparken bu, bu sınıf, bu, şu sınıf içindir diye düşünmeyiz. Seyirciye yaparız. Biri Etiler’den gelmiş, diğeri Kuştepe’den gelmiş gibi bir ayrım yoktur bizim için. Bizi elit diye bir yere koyup, duvara astılar, anlayamıyorum. Eğlence sektöründeyiz biz hayatın, hoşça vakit geçirmek isteyen herkese, her kesime kapımız açık. Kaldı ki, benim yetiştiğim Ankara Devlet Konservatuvarı yoğunluklu olarak fakir çocukların okuduğu bir okuldu. Elitten kasıt neyse?
Sanırım bale konusunda bu algı hiç kırılamadı.
Kırılamıyor. Ben popularize etmekten yanayımdır her zaman. Turkuaz’da 3 buçuk senede öyle bir iz bıraktık ki inanamıyorum. Çünkü çok iyi popularize ettik. Ama bunun için göbek atmadık sahnede. İşimizi çok iyi yaptık ama basın da mıh gibi arkamızda durdu. Bu işin üç ayağı vardır: Bir sahne yani biz; iki karşı taraf seyirci; üç basın yani tanıtım.
“Ben ve sanatçı arkadaşlarımın evcil hayvan kadar mı değerimiz yok”
Sanırım eskiye göre baleye olan ilginin hem basın hem de seyirci bakımından azaldığını söylüyorsunuz…
Yurt dışındaydım. 7 senedir yoktum ama seyirci kopuşunda basının da payı var. Çok ilgiyi kesti bizimle. Bu kadar yok sayılmamalıyız. Yazılı basında kendimize hiç yer bulamıyoruz. Emin olun özellikle birini hedefleyerek konuşmuyorum ama herhangi bir ünlünün köpeği dahi benden daha çok yer buluyor basında: “Köpeğinin saçına bukle yaptırdı.”
Gerçek anlamda köpeğinden bahsediyorsunuz…
Evet, evcil hayvanından bahsediyorum. Yani ben ve sanatçı arkadaşlarımın evcil hayvan kadar da mı değerimiz yok?
Evet bu medyanın sorunu. Ama diğer yandan Bu mu talep ediliyor toplum tarafından. Bunu da düşünüyorum.
Siz verirseniz talebi arttırırsınız. Görevimiz talebi aşağı çekmek değil. Taleple birlikte ilerlemek. Bize pek kimse dönüp bakmadığı için o talebi yaratabildiğimiz kadar yaratabiliyoruz ancak. Maalesef benim talebim küçük salonlarda ulaşabildiğim seyirci kadar olabiliyor. Tanıtımın ana ayağı basındır. Diğer ayağı fısıltı gazetesi…
Bir süredir Londra’dasınız. Basına yaptığınız eleştirilerle ilgili olarak 2 ülkeyi kıyaslar mısınız?
Çok basit bir örnek vereyim: Phantom of The Opera, 30 senedir oynuyor. Bütün dünya şehirlerinde haftada 9 temsil yapıyor bu gösteri. Bu gösterinin tanıtım bütçesi yılda milyonlarca pound. Hala basında yer alıyor. Sahnedeki kimseyi tanımıyorum ama Phantom’u tanıyorum. Biz gala yapıyoruz “Ünlü gelecek mi”, oyun yapıyoruz, ünlü var mı diye soruluyor. Hakaret bu. Benim kocam çok ünlü, Özkan Uğur. Pop müzik ve dizi yapıyor bu adam. O da durumu görüyor ve eleştiriyor, üzülüyor. Oyun bir bütündür. Bu bütünün içine gerekmiyorsa sadece popülerleşmek için ünlü bir isim almayız biz…
“Sanat sever kitlemiz değişime uğradı”
Bu işin üç ayağından birinin de seyirci olduğunu söylediniz. Yurt dışında geçirdiğiniz 7 yılın ardından bu konuyla ilgili gözleminiz nedir?
Benim koşullarımda bir çok şeyde olduğu gibi sanat sever kitlemiz de değişime uğradı. Değişiyor. Çünkü devlete bağlı işleyen 3 ana sanat kurumu, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatrosu ve Senfoni AKM’den çıkınca bambaşka yerlere minik sahnelere dağıldı. Kurumlar nasıl olumsuz etkilendiyse, seyirci de olumsuz etkilendi bu kopuştan. AKM’de irili ufaklı 4 sahne vardı ve haftada 30-35 prodüksiyon yer alıyordu. Büyük sahnede bin 500 kişiye oynuyorduk. Bu da demektir ki bir kitlemiz var bizim. AKM asla boş kalan bir sanat merkezi değildi. Ben isterim ki her jenerasyon değişsin ama koparak değişmesin. Nazım Hikmet’in lafıdır işin özü, ”Ben babamdan ileri, çocuğumdan geriyim.”
Seyircinin değişiminde konuyu AKM’ye getirdiniz. Basınla birlikte AKM’nin kapanması da seyircinin kopuşunda etkili oldu mu?
Bence jenerasyonlar arasında da bir kopuş yarattı. Bizim içimizde kopuş yarattı. Çünkü oradaki kurumlar başka yerlere gitti.
“AKM gitti, buyrun Taksim’in hâli”
Biraz daha örnekleyerek anlatabilir misiniz?
AKM gitti, buyrun Taksim’in hâlini. Opera balenin, o minicik Süreyya Operası’na gitmesi, yörenin etkileşimini değiştirdi bilmem bu gözle hiç baktınız mı? Şu an Kadıköy bambaşka bir yer. Çünkü kültür sanatın bir dolaşımı vardır. Biz yıllarca günde en az bin 500 kişi ağırladık AKM’de. Bu ne demektir, biliyor musunuz? Bilet almaya gelme, kuyruğa girme, orada bir şey görme, ondan etkilenme, gezme, dolaşma… Bu bir etkileşim yaratır. O meydan yaşamaya başlar, ve semt bizzat sürdürür o etkileşimi. Bilmiyorum belki yanlış düşünüyorum ama AKM kalktı. Çöküntü başladı. Taksim Venüs Sahnesi de gitti. Giden gidene…
Yine de gençlerin kendi olanaklarıyla açtığı küçük tiyatro sahneleri var.
Her prodüksiyon küçük olamaz ki. Damdaki Kemancı iki kişiyle oynanmaz. Minik minik sahnelerle sahne insanlarının fokusları daralıyor. Fokus daralması da sanatı etkiledi.Sahne boyutlarına uygun sahneler yok oldu gitti. Gençlerin 40-50 kişilik oyun, büyük prodüksiyon yapma ümidi yok. Londra’da 50 kişilik, 30 kişilik sahneler de var. Fringe denen merkez dışı sahneler var. Ama 5 bin de, 20 bin de var. 250 sahne var şehirde. Çok katmanlı bir kopukluk bu. Masaya yatırılması gerekiyor. Zaten yavaş yavaş ilerliyorduk. Şimdi ilerleyebiliyor muyuz bilmiyorum. Ama sanatın elinden tutan da hiç bir zaman çok olmadı bu ülkede.
Daha önceki söyleşinizde “AKM kapandıktan sonra sahne gibi sahne kalmadı” demiştiniz. Bu sözü biraz açar mısınız? “Sahne gibi sahne” nasıl olur?
Sahnenin türleri vardır. Örneğin kongre ve konser sahnelerinin, ışık değil ama sahne tekniği sınırlı olabilir. Madonna tipi konser şovlardan söz etmiyorum. O da gösteri çünkü… Sahne sanatlarına, gösteriye gelince iş başkadır. Bizzat sahnenin kendi katılımı vardır, canı vardır, olmalıdır. Bir; sizden sahnenin iki yanında kulis dediğimiz boşluklar ister. İki; sahnenin gerisinde boşluk ister. Çünkü sanatçının sırasını bekleyebilmesi, seyirci görmeden yer değiştirebilmesi ve oyunda kullanılan dekor, kostüm ve de aksesuarın tam sahne yanında olması gereklidir. Üç; Sahnenin tepesinde ciddi yükseklikte bir boşluk ister ki biz ona sofita deriz. Sofita da, tepeden inen dekor, fon perdeleri ve ışığın saklanması için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Bizim sahnemizin en önemli farkları sofitası, kulisi, arka boşluğu ve tekniğidir. Performans sanatlarında sahne boşluktur, doluluk değil. AKM, büyüklük ve donanım anlamında dünyanın dördüncü Avrupa’nın ikinci sahnesi olduğu için kıymetliydi. Performans sanatlarımıza çok getirisi olmuştur, teknik donanımıyla ufkumuzu açmıştır. AKM’yi gördüğümüzde ihtişamı karşısında şok yaşadık, şimdi elimizden gitti daha büyük şok yaşıyoruz. Elimizden kayan şeyin muhteşemliğini anlatmaya çalışıyorum. Hiç değilse hafızalarda kalsın.
Şu anda İstanbul’da AKM’nin özelliklerine sahip bir sahne var mı?
Bizim niteliklerimize tam uyan, Zorlu dışında İstanbul’da hiçbir sahne yok. Onun için Zorlu bu kadar kalabalık. Ama sadece Zorlu kaç prodüksiyon taşıyabilir ki…
Önceki söyleşinizde “Hiç ama hiçbir eserimde hayallerimin yüzde 100’ünü gerçekleştirebildiğimi söyleyemem. Bunun ana nedeni teknik altyapı ve kadro eksikliğimiz” demiştiniz. Kısaca altyapı ve kadro eksikliğine değinir misiniz?
Sanırım sahne konusunu açtığımda bu sorunun da cevabını verdim bir anlamda. Sahne azlığı, sorun… Var olanların teknik yetersizlikleri sorun tabii. Bir de eminim ki maddi sorun sahne sanatlarında hala çok büyük. 50 kişilik bir tiyatroda 40 liraya bilet satıp kaç para kazanabilirsiniz ki… Hem prodüksiyon çıkacak, hem insanlar ekmek yiyecek, hem sahne kirası vs vs ödenecek…. Ve maddi kaynak yetersizliğinden dolayı istediğiniz teknik illüzyonu yaratmanız asla mümkün olmayacak. Zor iş… Kadro yetersizliğinden bahsederken de bizim şu anımızı kastediyorum: MDTist devlet sanat kurumu ama kendi yuvası yok. Kadroları dağınık. Kadronun biri Taksim’den, diğeri Kadıköy’den geliyor. Dekor bir yerden, kostüm bambaşka bir yerden geliyor. Bu da kolay değil… İşte biz bu sınırlamalar, yokluklar sebebiyle dışarıyla aşık atamıyoruz. Hem kavramsal hem de maddi sınırlamalar. Ama bence önce her birimizin kafalarımızı, düşünce sistemimizi değiştirmemiz lazım. Dertlerini zevk edinmiş millet. Toplum olarak bilinç yitimi mi yaşıyoruz bilemiyorum. Onun üstesinden gelmek zorundayız.
“Kültür birlikteliğine ulaşamadıktan sonra kültür iktidarı konusunda sıkıntı yaşamak normal bir sonuç”
Bu bahsettiğiniz sıkıntılar kapsamında Erdoğan’ın “Hala sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın Erdoğan’ın söylemiş olması çok önemli. Keşke önem verselerdi. Bu kadar ayrışmazdık. Kültürel iktidarı ele geçirememiş olabilirler. Çünkü kültür denen şey bir günde oluşmaz. Sanatı, kültürü geçmişiyle birlikte bir bütün olarak ele almak gerekir. Mesela benim arkamda 55 yılım var. İşte o yıllara da değer verilirse, iktidarla birlikte kültürel iktidarınız da olabilir gibime geliyor. Kültür birimlerini, insanlarını aşağı çekerek birlikteliğe ulaşılamaz ki. Kültür birlikteliğine ulaşamadıktan sonra kültür iktidarı konusunda sıkıntı yaşamak normal bir sonuç.
Şu an memlekette iki sanat kolu var artık: Pop müzik ve diziler… Ben hiç bir şeyi küçümsemem, sadece saptama yapıyorum. Pop müzik, sanat. Dizi, sanat. Bu alanların dışında kalanlar ne; dış kapının mandalı. Tiyatro, opera, dans, bale bunlar büyük ün, acayip para beklentisi olan insanların yaptığı sanat dalları değildir. Ünlü olursanız şahane olur ama bizim işimizin amacı ünlü olmak değildir. Bu iş başka bir mantalite işidir. Çok küçük yaşta başlar işlerimiz. İçimize işler. Aşka dönüşür. Yoksa insanlar deli mi ayda 2-3 bin liraya günde 7-8 saat prova yapsın. Bu memleketin kültürel kalkınmasını sürdürmek istiyorsak bir kere de dönüp “Ben nelere önem veriyorum” diye kendimize bakmamız lazım.
“Gel, beni de tüket”
Bu pop müzik ve diziler hakkında “kolay tüketilebildiği için daha popüler olduğu” söyleniyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pop müziğimizin ve dizilerimizin nesiller üstü hiç tükenmeyen, tarihe mal olmuş sayısız örneği var. Her işin çabuk tüketilen, tükenen örnekleri var. Ben buradan bakmıyorum. Önemli olan senin bakış açının nereye kaydığı. Gel, beni de tüket. Tarihe kalan zaten kalır… 40 yıl çalışırsın, 2 saatte tüketilir. Bu iş böyle. Ama sen kafayı tükettin mi, biz biteriz. Sen kafanda kültür ve sanatın sınırlarını çok dar tutarsan ki çok darlaşıyor, bunun gidişatı iyi yere gitmez. Ama şunu büyük mutlulukla söylemem lazım, seyircinin aklı ve hissi duruyor bu memlekette. Eğer gösteriler doluyorsa seyircinin hafızası duruyor. Hafızasını kaybedenler de geri gelmeli. Hiç gelmeyenler de en azından bir oyun, bir dans seyretmeyi denemeli…
Distopik bir soru soracağım: Sanatsız toplum olmaz mı?
Olur. Var. İşte Arap toplumları. Biz Müslüman ülkeyiz. Şimdi diğer Müslüman ülkelere de bakın ve bizim farkımızı söyleyin. Pop müzik her yerde var. Film her yerde var. Başarılı isimler de var, Arap dünyasında, İran’da. Dizi de var. Peki dans var mı? Yok. Bale var mı? Yok. Senfonik orkestralar var mı? Yok. Opera var mı? Yok. Tiyatro var mı? Yok. Demek ki bu memleketin en önemli farklarından biri biziz. Bizi bırakın bu denli yok saymayı, koruma altına almaları lazım. Çok zor yetişiyoruz.
Son olarak bir de size şu fotoğrafı sormak istiyorum. Bu fotoğraf Gezi Parkı eylemlerinde çekildi. Bana nedense Pina Bausch’u hatırlatıyor ki kendisini çok severim.
Su etkisinden bence. Bu iki fotoğraf da çok müthiş. Dansçı gibi değil mi kadın.
Sormak istediğim yaşadığım toplumsal olaylardan birisi olarak Gezi Parkı’nın balesi olur mu?
Her şeyin dansı olur. Yaratıcının arzusuna bağlı. Ama mesela ben öyle bir şeye kalkışmam. Daha başından zorlayıcı bir proje. Benim artık bunun kavgasını verecek enerjim yok. Ama gençler niye dönüp bakmasın. Yaratıcı istediğini özgürce yaptığında, tüm yan elemanlarıyla birlikte ilerler sanat… Sanatın hayal kurabilen, özgür ruhlara çok ihtiyacı vardır.
*Prova fotoğrafları: Kemal Genç