14. Filmekimi'nin programı geçtiğimiz günlerde belli oldu. İstanbul ayağı 3-11 Ekim tarihleri arasında yapılacak olan 14’üncü Filmekimi, İstanbul haricinde Ekim ayı boyunca Ankara, İzmir, Trabzon, Bursa ve Edirne’yi de ziyaret edecek.
Bu yıl, Filmekimi’nde Woody Allen, Noah Baumbach, Stephen Frears, Michel Gondry, Carlos Saura, Hirokazu Kore-eda, Nanni Moretti, Paolo Sorrentino gibi usta yönetmenlerin imza attığı, aralarında Hollywood yıldızlarının da rol aldığı 46 film izlenecek.
filmhafizasi.com yazarları programdan 5’er film seçerek, değerlendirmelerde bulundu.
İşte öneriler:
Artun Bötke’nin seçimleri:
The Lobster (Yön: Yorgos Lanthimos, 2015)
İlk uzun metrajı Dogtooth‘un (2009) tadı hâlâ damağımızda olan Lanthimos’un yeni çalışması, Cannes’da da olumlu tepkiler alınca beklentiler bir anda çoğaldı. Filmin İngilizce olmasının getirdiği ünlüler kadrosu ve egzantrik konusu da cabası.
İngiliz Sineması’nın kendisini kanıtlamış senaristlerinden olan Alex Garland ilk yönetmenlik denemesinde, insanın Tanrıcılık oynaması gibi eski bir konuyu oldukça şık bir üslupla ele alıyor. Ortaya sadece kalburüstü bir bilim-kurgu değil, yılın en iyi filmlerinden biri de çıkıyor.
El Club (The Club, Yön: Pablo Larrain, 2015)
Pinochet Üçlemesi ile tüm dünyaya adını duyuran Şilili yönetmen Pablo Larrain, ilk defa festivalde izleyeceğimiz El Club ile Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı ile döndü. Üçlemenin son filmi olan No (2012) ile Oscar adayı da olan Larrain, bu sefer Şili’deki bir sahil kasabasında kilisenin karıştığı bir rezaleti ve bunun ortaya çıkmasından sonra yaşananları anlatıyor. Konusu daha çok üçlemenin ilk iki filmi Tony Manero (2008) ile Post Mortem’i (2010) andıran film, ağır politik dramları sevenlere hitap edeceğe benziyor.
Mistress America (Yön: Noah Baumbach, 2015)
Bahardaki İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz While We’re Young (2015) ile ana akıma yakın bir dram-komedi çeken Baumbach, tekrardan Frances Ha (2012) tarzına dönüyor. Senaryosunu yine Greta Gerwig ile yazdığı filmde, bu sefer bir üniversite öğrencisinin olgunlaşma ve hayatı anlama çabalarını izleyeceğiz.
Nahid (Yön: Ida Panahandeh, 2015)
İnsanlık durumlarının sinematografik yansımaları konusundaki becerisini artık tüm dünyaya kanıtlayan İran Sineması’nın yeni örnekleri her sinemaseverin takibinde. Cannes’da gösterilen Nahid, yönetmeninin kadın olmasıyla ve konusunu da bir kadın üzerine kurmasıyla ilgiyi hak ediyor.
Deniz Berk Sayınhan’ın seçimleri:
Ixcanul (Yön: Jayro Bustamante, 2015)
Yeni Dünya’nın, yani Amerika kıtasının Batılılar tarafından keşfedilmesiyle, bu topraklarda yaşayan yerliler korkunç bir soykırıma uğramış, sağ kalanlar ise köleleştirilmişti. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, sahibi oldukları topraklarda hâlâ köle olarak çalıştırılan genç bir Maya kadınının düşlerindeki dünyaya ulaşma çabasını anlatan Ixcanul; yaşam koşullarının en zor olduğu ülkelerden birinde, Guetamala’da gerçek bir volkanın eteklerinde çekilmiş. Ixcanul; tarihin en büyük uygarlıklarından biri iken, her şeyini kaybetme ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan halklara dair etkileyici bir öykü anlatıyor.
Şiirsel yapısı ve vurucu öyküleriyle sinemaseverlerin gönlünde her daim farklı bir yere sahip olan İran Sineması’nı Filmekimi’nde bu yıl Nahid temsil ediyor. İran’ın ve tüm Ortadoğu’nun en yakıcı sorunlarından birine vurgu yapan film, kaderlerini erkeklerin çizdiği İranlı kadınların yaşamından bir kesit sunuyor. Filmin başrolünde ise, A Seperation’dan (2011) tanıdığımız Sareh Bayat yer almakta.
Babai (Yön: Visar Morina, 2015)
Türkiye’nin ve dünyanın gündemi savaş ve mülteci sorunlarıyla kavrulurken, Kosova yapımı Babai, bir baba-oğul ilişkisi üzerinden yakın tarihe farklı bir bakış getiriyor. Şu günlerde dünyanın belki de en çok konuşulan konusu mülteciler iken, Kosova’nın Oscar adayı olan bu filmi kaçırmamak gerekiyor.
Le Tout Nouveau Testament (The Brand New Testament, Yön: Jaco Van Dormael, 2015)
“Ya çok uzaklarda aradığımız Tanrı, Brüksel’de bir apartmanda yaşayan huysuz bir adamsa?” Bu enteresan soru bile, bu filmi kaçırmamak için yeterli sebep oluşturuyor sanırım. 2009 yapımı Mr. Nobody ile büyük bir başarı kazanan Jaco Van Dormael’in gerçeküstü komedisi Le Tout Nouveau Testament, sıradışı öyküsüyle seyirciye sağlam bir zihin egzersizi vaat ediyor.
The Lobster (Yön: Yorgos Lanthimos, 2015)
The Lobster için bu sorunun yanıtı oldukça basit: Yorgos Lanthimos. Dogtooth (2009) ve Alps (2011) gibi sarsıcı filmlerle kendini kanıtlamanın çok ötesine geçen Yunan yönetmenin yeni filmi, komedi ile bilim kurguyu harmanlayan yapısı ve şüphesiz sıradışı konusuyla büyük merak uyandırıyor. Yönetmenin yurt dışında çektiği ilk film olan The Lobster, festivalin tartışmasız en önemli yapımlarından birisi.
Dilan Salkaya’nın seçimleri:
Son of Saul (Saul Fia, Yön: Laszlo Nemes, 2015)
Cannes’dan Büyük Ödül ve FIPRESCI ile dönen Son of Saul, Auschwitz imha kampında Nazilere karşı bir duruş sergileyerek gizli bir mücadele yürütmeye karar veren Saul’un cesaret, ilham ve iyilik dolu hikâyesini anlatıyor. Nazilerle işbirliği yapmaya zorlanan bir Yahudi tutsak olan Saul, bir gün imha fırınında bulduğu bir çocuk cesedini yakmak yerine, bir şekilde gömmeyi kendine amaç ediniyor ve ortaya özgün senaryosuyla, Filmekimi’nin en akılda kalıcı ve sarsıcı filmlerinden biri olacağını hissettiren bir dönem filmi çıkıyor. Son of Saul‘un, aynı zamanda Macaristan’ın Oscar adayı olduğunu da hatırlatmak gerek.
Rust and Bone (2012) filminin yönetmeni Jacques Audiard’ı bilenler, yönetmenin son filmi Dheepan‘ı merak etmeden de yapamazlar elbette ki. Paris’te mücadele veren Sri Lankalı bir mülteci olan Dheepan’ın, bir kadın ve çocukla beraber “aile” olmaya ve hayatta kalmaya çalıştığı film; Dheepan’dan geniş bir perspektife aralanarak tüm dünyadaki mültecilerin sorunlarını da perdeye yansıtır. Özellikle içinde bulunduğumuz şu sancılı günlerde güncel konusunu göz ardı edemeyeceğimiz yapımın, bu evrensel soruna ne şekilde yaklaştığı merak konusu.
Ixcanul (Yön: Jayro Bustamante, 2015)
Gümüş Ayı Ödülü sahibi film, 17 yaşındaki Mayalara mensup karakteri Maria’nın, ailesinin zoruyla evlenmek istemeyince köyden kaçma ve kendi dünyasını keşfetme hikâyesini konu ediniyor. Saf Maya kültürünün tüm özelliklerini ve geleneksel detaylarını resmeden film, volkanın ardındaki dünyayı merak eden Maria’yla birlikte bizi de görmeye alışkın olmadığımız dünyalara taşıyacağa benziyor. Aslında her şey, bir meraktan filizlenerek göğe değmek üzere yükselmeye başlıyor.
Me and Earl and the Dying Girl (Yön: Alfonso Gomez-Rejon, 2015)
Glee ve American Horror Story ile adına aşina olduğumuz Alfonso Gomez-Rejon, Jesse Andrews’ın romanından perdeye aktardığı bir dram ve komedi karışımıyla seyircisini selamlıyor. Kendisini toplumdan soyutlama kararı almışken kansere yakalanan sınıf arkadaşına annesinin zoruyla destek olmak zorunda kalan Greg, eşsiz bir dostluğun ortasında bulur kendini. Ergenlik çağındaki ikilinin büyüme hikâyesi, “Hem ağlarım, hem gülerim.” tadında bir film ortaya çıkarır. Hâl böyle olunca da bu film izlenir.
Cha-i-na-ta-un (Yön: Han Jun-hee, 2015)
Sert filmleri ve derin senaryolarıyla nam salmış Güney Kore Sineması, acımasız bir mafyayı merkezine oturttuğu Cha-i-na-ta-un filmiyle bu sene Filmekimi’nde. Organ mafyası çetesinin eline düşen kimsesiz bir bebek, trajikomik talihiyle beklenenin aksine çetenin lideri kadın tarafından sevgiyle büyütülür. Ancak bu sevgi, büyüdüğü zaman yetiştiriliş tarzını ve annesini sorgulamasının önüne geçemez. Çok yeni bir konuyu işlemese de Güney Kore deyince kapsamlı karakter tahlilleri görmeyi umduğumuz film, “Bu film kaçmaz.”lardan.
Gülin Çavuş’un seçimleri:
Dheepan (Yön: Jacques Audiard, 2015)
Jacques Audiard’ın Cannes’dan ödülle dönen son filmi, Sri Lanka’daki iç savaştan kaçan Tamil mültecilerinin Fransa’ya sığınma hikâyesini konu alıyor ve festivalin en dikkat çeken filmlerinden biri olacağa benziyor. Yönetmenin diğer eserlerine kıyasla aksiyonu daha yüksek olduğuna inandığım bir film. Audiard’ın hayranlarının kaçırmayacağına emin olsam da bugün özellikle mülteciler, sığınmacılar üzerine daha çok şey konuşuluyorken bu filmi pas geçmeyin derim. Filmde Fransa’ya sığınabilmek için aile rolü yapan üç kişinin başından geçenleri izlerken hayatla baş edebilmenin zorlukları yüzümüze bir kez daha çarpılıyor.
Hayat mücadelesinin ve “geçinmenin” bir hayli zor olduğunu Dardenne Kardeşlervari bir dille izlemek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir film. Orjinal adı “Market Kanunları” olan filmin adından da anlaşılabileceği gibi içinde bulunduğumuz sistemde market kanunları işliyorsa sizin payınıza da büyük olasılıkla yoksulluk düşecektir. Sıradan insanların ne yazık ki sıradan olan çaresiz yaşamlarını konu alan yönetmen Stephane Brize filmde neredeyse iki yıldır işsiz olan Thierry’nin iş bulma ve ailesini geçindirme savaşını işliyor. Bu süre zarfında Thierry, içinden çıkmaya çalıştığı yoksulluğu ve onun yaptırdıklarını başka insanların hayatlarında ve yüzlerinde gördükçe bu derin çelişkiyi nasıl aşacağını bulmaya çalışır.
An (Yön: Naomi Kawase, 2015)
Belgesel yönetmenliğiyle sinema dünyasına girmiş olan Naomi Kawase’nin filmlerini sadece çekimleri için bile izleyebilirsiniz. An‘ın konusu ise Tokue adındaki yaşlı bir kadının “An”, yani bir çeşit Japonya’ya özgü hamur işi yapan fırında çalışmak istemesiyle başlıyor. Dükkânın sahibi Sentaro başta olumlu yaklaşmazken sonrasında Tokue’nin sihirli tarifiyle tanışınca buna ikna oluyor. Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde açılış filmi olan bu filmde Sakura’ları seyretmeye doyamayacağız diye düşünmekteyim. Bir yemeğin insanlar arasındaki bağları güçlendirecek kadar etkili olduğunu gösterebilen huzurlu bir film.
Que Horas Ela Volta? (The Second Mother, Yön: Anna Muylaert, 2015)
Brezilya’nın uzun süredir içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları dram ve eğlenceyi dozunda tutarak yansıtan, Berlin ve Sundance Film Festivalleri’nden ödülle dönen kaçırılmaması gereken bir film. 13 yıldır bir ailenin yanında hizmetçi ve bakıcı olarak çalışan Val, kendi kızı Jessica’nın çalıştığı eve gelmek istemesiyle o güne kadar dengede tuttuğu her şeyin sarsılmasını seyreder. Kızı düşündüğünü söylemekten çekinmeyen, zaman zaman rahatsız edici olabilen bir insandır. Zengin ailenin çocuklarına kaba tabirle “züppelik” dersi vermek ister. Jessica, annesinin onu terk edip gittiğini düşündüğü için öfkesiyle, Val ise bunun yaşattığı suçlulukla yüzleşmek zorundadır. Filmin çarpıcı bir diğer noktası ise Val’in bakıcı olarak kaldığı evde, Jessica’nın gelişiyle sınıfsal ayrımının farkına varılmasıdır.
Me and Earl and Dying Girl (Yön: Alfonso Gomez-Rejon, 2015)
Filmekimi’nde eğlenceli bir şeyler arayanlar için tavsiye edilebilecek filmlerden. Hem ağlatıp hem güldüren bu hikâyede asosyal Greg, amatörce film çeken bir lise öğrencisidir. Greg’in annesi, ölmek üzere olan kanser hastası Rachel ile ilgilenmesi için onu zorlar ve bunda bir hayli güçlük çeken Greg arkadaşı Earl’ü de bu işin içine katar. Bazı klişelere yer vermiş olabileceğini düşündüğüm bu filmde yönetmen Alfonso Gomez-Rejon’un klasikleşmiş filmlerin paradosini çeken gençleri konu alması bile eğlenceli.
Güray Karaayak’ın seçimleri:
Life (Yön: Anton Corbijn, 2015)
Daha ‘efsane James Dean’ olmamış James Dean, Magnum fotoğrafçısı Dennis Stock, Los Angeles’tan New York’a fotoğraf gezisi ve yönetmen Anton Corbijn. Başka nedene gerek var mı?
Ölüm kavramıyla ölümüne kavgalı usta yönetmen Woody Allen’ın ölümsüzlük isteği keşke gerçekleşse de sonsuza kadar filmlerini izlesek. Bu yaşta bu üretkenliği, başlı başına takdiri hak ettiği için…
Mistress America (Yön: Noah Baumbach, 2015)
Duymayan görmeyen kalmasın: Greta Gerwig diye bir yıldız doğdu ve parlamaya devam ediyor. Sırf France Ha‘daki (2002) Denis Lavant’a ithaf ettiği koşusu için bile izlenebilir.
Baskın (Yön: Can Evrenol, 2015)
Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan Baskın‘ın Türkiye prömiyeri Filmekimi kapsamında olacak. Kaçırılmamalı.
The Program (Yön: Stephen Frears, 2015)
Bisiklet tarihinden öte, dünya spor tarihinin en büyük sporcusu sayılırken, tarihin en büyük hayal kırıklığına doğru evrilen Lance Armstrong’un düşüşünü zamanında fark eden David Walsh’ın “Ben demiştim!” filmi.
Mustafa Koca’nın seçimleri:
Knight of Cups (Yön: Terrence Malick, 2015)
Kariyerinde Badlands (1973) ve The Thin Red Line (1998) gibi başyapıtlar bulunan, belki de Hollywood’un en gizemli yönetmenlerinden biri olan Terrence Malick’in Tree of Life’tan (2011) sonra en heyecanla beklenen filmiyle karşı karşıyayız. Kadrosunda Christian Bale, Cate Blanchett ve Natalie Portman gibi birbirinden yetenekli yıldızları barındıran bu yapım, Hollywood sisteminin kölesi haline gelmiş bir senaristin varoluşsal sorgulamasını konu alıyor.
Amerika’da son on yılın belki de en çok ses getiren bağımız yönetmenlerinden biri olan Noah Baumbach, While We’re Young’un (2014) hemen ardından yine bir şehir komedisiyle karşımıza çıkıyor. Frances Ha’da (2012) da oyuncu-yönetmen olarak birlikte çalışmış olan Baumbach-Greta Gerwig ikilisinin senaryosuna da birlikte imza attıkları bu yapım, üniversite çağındaki iki farklı genç kızın bir araya gelmeleriyle yaşanan eğlenceli hikâyeyi konu alıyor.
Dheepan (Yön: Jacques Audiard, 2015)
Son yıllara A Prophet (2009) ve Rust and Bone (2012) gibi başarılı yapımlarla damgasını vuran Jacques Audiard, yeni filminde Sri Lankalı üç mültecinin Paris’te yaşadıkları üzerinden tüm dünyadaki sığınmacıların çektiği zorlukları ele alıyor. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan bu yapım Filmekimi’nin olmazsa olmazlarından.
Carol (Yön: Todd Haynes, 2015)
Safe (1995) ile dikkatleri üzerine çeken ve sonrasında Far from Heaven (2002) ve I’m Not There. (2007) gibi farklı ve başarılı yapımlara imza atan Todd Haynes, bu sefer 1950’lerin New York’unda iki kadının yasak aşkını anlatan bir hikâye ile izleyicisinin karşısına çıkıyor. Kadrosunda Cate Blanchett ve Rooney Mara gibi yıldızları barındıran bu film, şimdiden yılın en iyi filmlerinden biri olarak gösteriliyor.
Mustang (Yön: Deniz Gamze Ergüven, 2015)
Cannes Film Festivali’nde gösterilen, Odessa ve Saraybosna Film Festivalleri’nden ödülle dönmeyi başaran Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metraj denemesi Mustang, eleştirmenlerden de büyük övgüler topladı. Beş kız kardeşin tutucu komşularına karşı verdikleri özgürlük mücadelesini anlatan bu film, Filmekimi’nin mutlaka görülmesi gereken filmlerinden.
Müjdat Çetin’in seçimleri:
Mustang (Yön: Deniz Gamze Ergüven, 2015)
Cannes’da ”Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde ilk gösterimini yapan ve Saraybosna Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan Mustang, beş genç kızın ailelerine karşı verdikleri özgürlük mücadelesini anlatıyor. Ülkemizin tedavi edilemeyen hastalıklarından mahalle baskısını konu edinen film, ilk filmiyle büyük başarılar elde eden Deniz Gamze Ergüven’in sinemasıyla tanışmak için büyük bir fırsat.
İlk göstermini Cannes Film Festivali’nde yapan Irrational Man, her yıla en az bir film sığdırmayı başaran Woody Allen’ın bu yılki işi. Hayatı sorgulayan bir felsefe profesörünün yakınlaştığı iki kadınla ve kendisiyle olan ilişikisini anlatan film, bu yılın merak uyandıran işlerinden. Woody Allen’ın dünyasına her yıl 90 dakikalığına dahil olmayı alışkanlık hâline getirmiş sinefiller, bu filmi de kaçırmamalılar.
The Program (Yön: Stephen Frears, 2015)
Lance Armstrong yakın zamana kadar bisiklet dünyasının yaşan efsanesiydi. Kanseri mucizevi bir şekilde yenmiş ve Tour de France’ı yedi kez kazanmıştı. Fakat her şey göründüğü kadar efsanevi değildi. Filmografisinde The Queen (2006), High Fidelity (2000) ve Philomena (2013) gibi başarılı işler barındıran Stephen Frears, bu filmle de benzer bir başarıyı yakalayabilir. Çünkü Lance Armstrong’un hayat hikâyesi bunun için çok müsait.
Mistress America (Yön: Noah Baumbach, 2015)
Frances Ha (2012) filmiyle Amerikan bağımsız sinemasının en iyi işlerinden birini ortaya koyan Noah Baumbach ve Greta Gerwig, Mistress America ile tekrar bir araya geliyorlar. New York’ta yaşayan iki genç kadının eğlenceli öyküsünü anlatan film, ilk gösterimini Sundance’te yaptı ve eleştirmenlerden son derece olumlu yorumlar aldı.
Mia Madre (My Mother, Yön: Nanni Moretti, 2015)
İtalyan Sineması’nın en özgün yönetmenlerinden Nanni Moretti, yine kendi hayatından izler taşıyan eğlenceli bir filmle izleyici karşısına çıkıyor. Kadın bir yönetmen; ailesindeki herkesin dertleriyle ve Amerikalı bir film yıldızıyla uğraşırken, aynı zamanda filmini bitirmeye çalışmaktadır. Nanni Moretti sinemasına aşina olanlar için seyir zevki yüksek bir film sinefilleri bekliyor.
Rabia Elif Özcan’ın seçimleri:
La Loi Du Marché (The Measure of a Men, Yön: Stéphane Brizé, 2015)
Her saniye nefes almak, her yeni doğan güneşe uyanmak, her gece gözlerimizi uykuya teslim etmek bazen yeterli olmuyor o tek soruyu sormaya: “İnsanın değeri nedir?” Günleri ve çevremizi tüketerek geçen ömrümüzde kendimize, insana bir ayna tutmak için işte bir fırsat.
Güzellikler gibi sıkıntılar ve zorluklar da insan ömrüne serpiştirilmiş, kimi zaman art arda dizilmiştir. Peki, “Cennete ulaşmadan önce daha kaç kez yıkılmamız gerekir?” Kim bilir, belki mutluluk ve bir nebze huzurlu nefes için aradığımız tarif, bir başka hayatın yanı başımızda aralanan perdesinin ardındadır. 2014 Filmekimi’nde The Still Water (2014) filmiyle yer alan Naomi Kawase, bu yıl da Cannes’da adını duyuran An ile mutluluğa bir başka tarif getiriyor.
Maryland (Yön: Alice Winocour, 2015)
Gözler yanıltıcı, işitmek yeterli değil. Peki ya gerçekliği hislerde aramak ne kadar güvenilir? Alice Winocour’un kamerası bu sefer psikolojinin derinlerine çevrilmiş, tansiyonun yer yer yükseldiği, bilinmezliklerle dolu bir yapımla karşımızda. Soru işaretlerinin peşinden koşmayı sevenler için gerçeklikle paranoya arasında, kaçırılmaması gereken bir gerilim.
Chronic (Yön: Michel Franco, 2015)
Psikolojimizin sınırları, hayatta oynadığımız/oynamak zorunda olduğumuz farklı rollerle her seferinde yeniden çiziliyor. Temelinde insanı, kendi varlığına yönelttiği sorgulamaya en çok maruz bırakan ölüm ile yaşam arasındaki gelgitleri konu alan Chronic, psikolojik değişimin ve yıkılıp yeniden çizilen sınırların portresini ustalıkla sunan bir yapım.
A Perfect Day (Yön: Fernando Leon De Aranoa, 2015)
Görevimiz pek de karmaşık görünmüyor aslında; silahlı çatışmaların yaşandığı bölgedeki su kuyusuna düşen bir cesedi, bulunduğu yerden çıkarmak. Ancak bir yanda bölgesel savaş sürerken diğer yanda insani yardım çalışanları tehlikeyle, umutla, sabırla apayrı bir savaş hâlinde. İşte tam da böyle bir karmaşanın içinde çevresindeki hengâmeye bir başka gözle bakıyor ve içinden geçiriyor insan: “Ne mükemmel bir gün!” Mizah tadında düşünmek, düşünürken hissetmek isteyenlere…
Sezen Sayınalp’ın seçimleri:
Son of Saul (Saul fia, Yön: Laszlo Nemes, 2015)
Macaristan yapımı bir Holokost filmi çekilsin, bu film toplama kampının korkuyla çevrelenmiş günlerinde sadece bir karakterin vicdanından bir cesedin yüzüne baksın, yakılmayla yaşama ikilemini insanlık görevine dönüştürmenin hikâyesini sunsun ve biz bu filmi izlemeyelim! Olacak iş değil…
El Club (The Club, Yön: Pablo Larrain, 2015)
Bu yıl Berlin’den neden sinemayı sevdiğimizi bize kanıtlayan filmler geldi ve tabii ki bizlerde bir bayram havası hasıl oldu. Pablo Larraín’in Katolik Kilisesi’ni merkezine aldığı film, sevaplarıyla günahlarıyla rahiplerin inzivalarına odaklanıyor. Kilise üzerine getirdiği söylemlerle Berlinale’deki gösteriminden sonraki methiyelerin ardından bizi meraklandıran El Club, Filmekimi’nin merakla beklenilen filmlerinden.
Çünkü hayatta hikâyelerini ve onları anlatışını çok sevdiğimiz insanlar var. Julie Delpy de bunlardan biri. 40’lı yaşlarını süren, şehirli ve işine düşkün bir kadın olarak Julie Delpy’yi izleyeceğimiz filmde, aynı zamanda yazar ve yönetmen olarak karşımıza çıkıp bizleri mest etmeye hazırlanıyor. Gerisini o anlatsın biz dinleyelim.
Baskın (Yön: Cem Evrenol, 2015)
Toronto’dan haberlerini aldığımız anda yavaş yavaş etkisine girmeye başladığımız bir Can Evrenol filmi var karşımızda. Baskın, bizi şimdiden ürpertmeyi başardıysa izlenmeliler listesine gözü kapalı eklenir diyebiliriz. Beş polisin devriye sırasında yaşadıklarını korku türüne hediye eden Baskın, Filmekimi’nin merak edilenlerinden.
Comoara (The Treasure, Yön: Corneliu Porumboiu, 2015)
Corneliu Porumboiu mizahı seviyor, biz de onu. Memleketinin siyasi atmosferini adı gibi bilen bir yönetmenin elinden çıkan taşlamaları izlemek hem Romanya hayranlığını hem de seyir zevkini katladıkça katlıyor. Robin Hood hayranı bir babanın hazine avına çıkmasıyla şekillenen olay örgüsünde Porumboiu’nun muzipliğiyle tekrar karşılacağız.