Fehmi Koru*
Her gün gazete okuyan biriyseniz, gazetenizle geçirdiğiniz vakitten memnun musunuz?
Bunu soran, kendini bildi bileli gazete okuyan ve duyduğu hayranlıkla mesleğini seçmiş olan biri…
Evimize en temel gıda maddesiymiş gibi mutlaka ama mutlaka bir –bazı zamanlar birden fazla– gazete girerdi.
Kendimi bildiğim dönemi ilkokulu bitirdiğim yıl olarak belirlediğimde iki şey üst üste çakışır: Benim hayatımın okumayla geçeceğini anlamam… Ve, 27 Mayıs (1960) askeri darbesi…
Darbenin sıcaklığı geçtikten ve askerlerin kalıcılık ile gidicilik arasında çelişkili mesajlar vermeye başlamasından sonra, evimize giren gazetede bir silkinme, bir kendine gelme fark edilmeye başlamıştı.
Gazeteciler, yazarlar, kavgaları…
Faruk Fenik’ten aklımda kalmış herhangi bir özellik yok, ama eşi Adviye Fenik’in imzasını taşıyan polemik yazıları ile “Gidiyor, 17 milyon kişi takmış peşine” mısrasının da içinde yer aldığı şiiri yazan Orhan Seyfi Orhon’un iğneleyici üslubu çocuk hafızama takılı kalmış… Tekin Erer’in karşı cenahla sürdürdüğü kalem kavgaları da (‘Basında Kavgalar’ diye bir kitabı da vardır)…
Siyasi hayata geçilmesiyle birlikte eve giren gazetelerin sayısı ve çeşidi arttı.
“Her şeyimi benden alabilirsiniz, ama bilgi birikimimi, ifade gücümü, üslubumu asla alamazsınız; o sebeple her gün bunları kafanıza kakacağım” anlamına gelen satırlarını okuduğumda Ali Fuat Başgil gözümde nasıl büyümüştü, anlatamam…
Tabii Necip Fazıl…
Birileri bugünlerde okunduğunda fazla bir anlam taşımayan, hatta “Bu ne demek şimdi?” şaşkınlığı yaşatan bölümleri bulup kitaplarında, “Bu muydu sizin mürşidiniz?” türü sorular sorabiliyor ya; onların anlamadığı şu: Necip Fazıl bir mücadele adamıydı ve Türkiye de mücadelesi eksik olmayan bir ülkeydi…
Mücadele ettiği ne ve kim varsa Üstad’ın, bizler için de mücadele edilmeye değer kişiler ve konulardı onlar; muhteşem üslubuyla o sırada ne söylediği, ne yazdığından daha önemli olan buydu.
Tek başına bir adamın, bazen haftalık bir dergi bazen günlük bir gazetenin çoğu kez baştan sona kendisi tarafından doldurulmuş sayfalarından yürüttüğü mücadele…
Hayranlık duymamak elde değildi.
Mücadelenin karşı tarafında da farkındalık getiren bir ortam vardı ülkemizde.
Akşam gazetesi… Cumhuriyet gazetesi… Devrim haftalık gazetesi… Kırmızısı beyazıyla Aydınlık dergisi…
İlhami Soysal’dan, Çetin Altan’dan, İlhan Selçuk’tan da haberdardık.
Gazetelerini alıp okumasak bile, kendilerine karşı yazılmış yazılardan, onların da bir mücadele verdiğinin farkındaydık…
Tam farkında olmadığımızı bugün görebiliyorum: Mücadelelerin bütün tarafları, aslında Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi vermekteydi. Kendileri zamanında farkına varamasalar bile; o işe yaradı mücadeleleri..
Yolu okumaktan ve mücadele vermekten geçen bir demokrasi yolculuğu…
Neden memnun değilim
Artık yazının burasında başa dönebilir ve aynı soruyu bir kez daha sorabilirim: “Her gün gazete okuyan biriyseniz, gazetenizle geçirdiğiniz vakitten memnun musunuz?”
Şahsen her gün gazetelere göz atan, yazarların ne yazdığına göz gezdirme ihtiyacı duyan biri olarak, herhangi bir memnuniyet duyduğumu söyleyemem.
Belki de hepsine birden göz attığım içindir…
Herkesin bir başkasından şikâyetçi olduğu bir mesleğe dönüştü gazetecilik ve dolayısıyla hepimizin bir mazereti var.
Muhabir haber müdüründen, o yayın yönetmeninden, gazetenin en tepesindeki kişi de patronundan ‘mazeret’ olarak yararlanıyor…
Evet, yararlanıyor…
Yazarlar da, biraz sıkıştırılınca, yapılabilecek pek çok şey olduğunu bildikleri halde, “Bu ortamda ne yapabilirim kardeşim?” kolaylığına kaçabiliyorlar…
Ne yapılabileceğinin eski örnekleri pek çok aslında.
Her darbeden önce ve sonra dönemin hakim gücüne perestiş etmiş, onun arzusu istikametinde yayınlar yapmış, yazılar yazmış ‘gazeteci’ kimlikli kişiler yok muydu? Vardı elbette. ‘Darbeler döneminde Türk basını’ başlığını taşıyan birden fazla kitap vardır; hangisini elinize alırsanız, o dönemin kalemini güç karşısında kırmış yazarlarıyla yüz yüze gelirsiniz…
Fakat bir de onlarla ve hakim güçle mücadele eden gazeteler ve kalemler olmuştur her zaman…
Havadis gazetesinde toplanmış öyle bir kadro, kapatılmış Demokrat Parti çizgisinde yayın yaparken, patronlarının güç karşısında eğilip büküldüğünü görünce ‘Son Havadis’ adıyla yola devam etmiş, orada da barınamayınca kendilerine ‘Yeni İstanbul’ kapılarını açmıştır.
Olaylar böyle cereyan etmemiş olsa bile, biz okurlarda bıraktığı izlenimin bu olduğu bilinsin.
Gerçekleri yazıyordu gazetelerimiz ve sevdiğimiz yazarlar, cezasına da katlanmayı bilerek…
Cezaevine düşen bir yazarın, neden, hangi yazısından böyle bir âkıbete uğradığını biliyorduk o zamanlar; daha yazıyı okur okumaz, kendi kendimize, “Bu yazı başına belâ açar” diye mırıldandığımızı da hatırlayarak…
Çetin Altan bana özlemle dedi ki…
Kavgalar ve mücadele döneminin en hırçın yazarlarından biri olan Çetin Altan’la bir röportaj vesilesiyle ilk karşılaştığımızda, kökenimi anlar anlamaz, bana Necip Fazıl ile ilgili anlattıkları –anlattığı şeyler değil de, onları nasıl anlattığı– beni şaşkına döndürmüştü.
Üstad’ın yazılarından etkilenen grupların nereye gitse başına musallat olduğunu.. Taşlı sopalı bir saldırı sırasında ölmekten ciddi biçimde endişe ettiğini.. arada sevdiği şiirlerini baştan sona ezbere okuyarak anlatıyordu Çetin Altan…
Şiirleri o okurken, benim zihnimden de Üstad’ın kalabalıkları Çetin Altan’ın peşine düşüren yakıcı satırları geçiyordu…
Şimdi sadece hüzün geçiyor içimden gazeteleri ele aldığımda…
Yine güya kalem kavgaları var.. Yine hapislere düşülüyor.. Yine işsiz kalabiliyor gazeteciler.. Yazarlar..
Ama bir bölümünde kendimin de neredeyse 40 yıl boyunca içinde yer aldığım eski dönemlerle karşılaştırdığımda, bir şeylerin eksik kaldığını hissediyorum.
Mücadele yokmuş gibi görünüyor bana; o olmayınca da yapılan-yazılan her şey boş gibi…
Gazeteciliğe artık bitmiş gözüyle bakabiliriz.
Bu hisse kapılmama ve bu yazıyı yazmama sebep.. uzaklardan bir örnek…
Trump bana ‘insaf’ dedirtti
Yeni seçilen ABD başkanı Donald Trump işadamı sıfatını taşıdığı günlerden beri medya-karşıtı biliniyor; bir ara kendisi de TV programı yaptığı ve her vesileyle koşarak ekranlara çıktığı halde…
Tavrını politikaya girdikten sonra daha da keskinleştirdi Trump. Kampanyasını izlemeyi bazı gazetelerin mensuplarına ve gazetecilere yasakladı. Gazeteleri ve gazetecileri hedef alan ve çevresine yuhalatan sözler sarf etmekten çekinmedi.
Seçildikten sonra.. medya temsilcilerini malikânesine davet ettiğinde.. davetlilerin çoğu tıpış tıpış gittiler ve yüzlerine karşı yaptığı hakaretleri tahammül ederek sonuna kadar dinlediler…
Davet ‘yazılmaması kaydıyla’ (off the record) yapıldığı için de söylenenleri yazamadılar…
Trump’ı destekleyen basından öğrendik neler konuşulduğunu…
Gazetecilik dünyada da can çekişiyor…
Canlandırmamız şart.