Politika

Eski HDP'li Esat Canan'dan Dağlıca iddiası: Bir asker saatlerce yardım gelmediği için şehit düştü!

Esat Canan, saldırı sonrası askerlerin naaşlarına ulaşan grubun başında yer alıyordu

15 Eylül 2015 15:13

16 askerin hayatını kaybettiği PKK'nın Dağlıca saldırısı sonrasında 150 Yüksekovalı ile askerlerin naaşlarına ulaşıp Türk Silahlı Kuvvetleri'ne teslim ettiği öne sürülen HDP eski milletvekili Esat Canan, , bir askerin saldırıdan sonra bile saatlerce canlı kaldığını ancak yardım gelmeyince şehit düştüğünü öne sürdü.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a şehit cenazesi önünde selfie çektiren kapağı sonrası polis baskınına uğrayan ve derginin o sayısı toplatılarak sitesine erişim yasağı getirilen Nokta dergisine konuştu. Dergi, Esat Canan'ın gündeme getirdiği iddiayla ilgili "Sorumlu yayıncılık ilkesi gereği o askerin fotoğrafını kullanmadık" dedi.

Nokta dergisinden Fatih Vural'ın sorularını yanıtlayan (14 Eylül 2015) Esat Canan'ın açıklamaları özetle şöyle:

Sivil bir inisiyatif alarak, büyük bir cesaretle Dağlıca’da şehit edilen 18 askerin naaşını olay yerinden aldınız. Orada neler gördünüz, olay nasıl olmuş?

Biz bir insani görevi yerine getirmek üzere o gün harekete geçip cenazelere ulaştık. Çatışmalar bir gün önce yaşanmıştı. O çatışmaları da televizyonlardan öğrendik. O bölgeyi iyi bilen biri olarak detayların resmi kanallardan geleceğini düşündüm. Üzerinden 24 saat geçmesine rağmen şehitlerin ve yaralıların durumunu öğrenemedik.

Bölgenin coğrafi konumunu iyi biliyorsunuz…

Evet; çatışmanın yaşandığı alan, derin bir vadidir.  Yüksekova’dan Doski bölgesine giden vadinin içinde, Doski’dir oranın adı, çatışmalar yaşanmış. Ben, vali ve kaymakam beyleri de aradım. Yardımcı olmak istediğimizi, yaralı varsa bir an evvel hastaneye ulaştırmak istediğimizi söyledim.

Bunu ne zaman söylediniz?

Olayın duyulmasından bir gün sonra... İş uzadıkça, “Belki de orada çok çetin koşullar vardır” diye düşündük. Dağlık bir alan… Çatışmaların sürdüğü bir ortamda oraya varıp cenazeleri almak çok kolay bir iş değil. İçinde çocukların ve kadınların da bulunduğu böyle sivil bir girişimde bulunmamız halinde bize dokunulmayacağını düşünerek kendimizi ortaya attık.

 

'Sekiz asker savrulmuştu, sekiz asker sıkışmıştı'

 

Arazi şartları nasıl orada, vadi ne uzunlukta?

Yüksekova’nın ova kesimi bittikten sonra, dağın eteğinde Kamışlı Jandarma Karakolu var. O karakolun ve dağların ötesi, Yeşiltaş ve Dağlıca’ya kadar giden, 50-60 kilometre uzunluğunda bir vadidir. Çatışmanın yaşandığı yer, Kamışlı Jandarma Karakolu’na yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta, Gürkavak köyü yakınları. Bu köy, on sene öncesine kadar kullanılıyordu fakat şimdi kimse yok.

Göçe mi zorlandılar?

Evet. Ormanlık bir köydür. Çatışma ise asfalt üzerinde yaşanmış. Gittiğimizde manzara şöyleydi: Birbirine 300-400 metre uzaklıktaki iki zırhlı araç, yola döşenen mayınlarla patlatılmış. İlk zırhlı araç, yol kenarından tarlaya savrulmuş. Öbürü ise ters dönmüş; ama paramparça olmuş. Birinci araçtaki askerler tamamen aracın dışına fırlamıştı. Savrulan askerlerin cenazeleri güneşin altında, etrafa dağılmış şekilde bekliyordu. Diğerinde ise askerlerin cenazeleri aracın içinde duruyordu.

24 saat mi beklemiş naaşları?

Çatışmalar bir önceki gün öğlen saat 3’te başlamış. Biz de ertesi gün 3’te oradaydık. Tam 24 saat!

O gün hava yağmurlu muydu?

Asla! Güneşli bir gündü ve epey de sıcaktı. Askerlerin bedenlerini toplarken sıcaktan korunmak için zaman zaman ceviz ağacının gölgesine çekildik, sıcaktan. Bir gün öncesi yağmurluymuş. Bizim ekibimiz yaklaşık 150 kişiydi ve içinde muhtarlar da vardı.

 

'Cenazeleri alma fikri benden çıktı'

 

Gitme fikri sizden mi çıktı?

Evet, bizden çıktı.

Çekinmediniz mi?

O riski ve korkuyu hep içimizde taşıdık tabii; ama “Sivil insanlara bir şey yapmazlar herhalde” dedik. Gittiğimizde yerde silahlar ve askeri malzemeler de vardı. Bir araçtaki askerlerin silahları oradaydı; ama diğer araçtaki askerlerin silahları yoktu. PKK almış olabilir. Eğer devlet oraya bizden önce gitseydi, ne o naaşlar ne de silahlar öyle ortada durmazdı. Demek ki gitmemiş!

Gittiğimizde çatışmalar devam ediyordu

Devlet, 24 saat içinde sizce neden oraya gidemedi?

Orası bir güvenlik bölgesi. Halkın girmesi mümkün değil; gittiğimizde de çatışmalar hâlâ sürüyordu.

Yani devletin giremediği o çatışma alanının içine siz 150 sivil girdiniz…

Evet. O sırada silah sesleri de geliyordu. Hatta uçaklar tepeleri bombalıyordu. Arkadaşlara “Çabuk olun. Bir an evvel toparlanıp dönelim” dedim. O şartlarda gittik. Devletin neden gitmediğini ben bilemem; ama o cenazeleri devletin 24 saat boyunca oradan almadığı açık ve acı bir gerçektir.  

Gitmeye karar vermeden önce istişare ettikleriniz oldu mu?

Ben üç dönem görev yapmış eski bir milletvekiliyim. ANAP, CHP ve geçen dönem HDP milletvekilliği yaptım. Buranın ileri gelen ailelerinden birine mensubum ve ilçeyi iyi biliyorum. Bu tür durumlarda hep riski göze almışımdır. Daha önce Yüksekova Çarşısı’nda polisle halk karşı karşıya geldiğinde de o taş yağmuru altında alana girip sadece insanlar ölmesin diye çabalamış bir insanım. Şemdinli’de kitabevi bombalandığında da oradaydım. Sorumluluk duygum bunu gerektirir.

 

'Askerlerden biri, yaşam mücadelesi vermiş'

 

Askerlerin tümü olay anında mı şehit olmuş? Bu yönde bir gözleminiz oldu mu?

Bir tanesi, zırhlı araçtan fırlamış, sırtüstü yatıyordu. Vücudunda hiçbir kurşun izi yoktu. Sanki ölmemiş, cesedi bozulmamış gibiydi. Sanki biz gelmeden hemen önce ölmüştü. Bir de sol kolunu bir bezle sarmıştı, muhtemelen kanamayı durdurmaya çalıştı. Zırhlı araçtan on metre kadar da uzaklaşmıştı. Diğerleri için aynı şeyi söyleyemem. Çünkü onların bedenleri çok kötü bir durumdaydı. Ben, o askerin yaşamak için mücadele verdiğini düşünüyorum. Ama 24 saat kimse oraya gitmeyince kurtuluş umudu da kalmadığını sanıyorum.

 

'Davutoğlu doğruyu söylemedi'

 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Cenazeleri özel komando birliklerimiz tahliye etti” dedi.

Doğru değil! Bu açıklamasına çok üzüldüm. Biz, insanlık adına, Müslümanlık adına, cenazelere saygı gereği, oraya ilk intikal eden insanlarız. Kendi ellerimizle cenazeleri sardık. Sonradan Sayın Başbakanın o sözlerini duyunca donup kaldım! Bizim yaptığımız işi, Sayın Başbakan, başkasına mâl ediyor. Biz görüntüleri verdikten sonra da Başbakan Yardımcısı, bu görüntülerin geçmişe ait olduğunu söyledi. Çok yadırgadım, çok üzüldüm. Bize teşekkür edileceği yerde neden böyle bir çarpıtmaya girdiklerini anlayabilmiş değilim.

Devleti güçsüz göstermemek adına yapmış olabilirler mi?

Bizim böyle bir çabamız yok ki! Kaldı ki neden 24 saat gelemediklerine dair de tek bir laf etmedik. Hassas olduk. Ben oraya şov yapmak veya siyasi bir kariyer için gitmiş olsaydım, inanın bu konuda çok daha detaylı bilgiler de verebilirdim! O hassasiyeti çok iyi bilen bir eski politikacıyım. Kimseyi de suçlamadım. Başbakanın ve yardımcısının inkârlarına rağmen en ufak bir kaygım yok, çünkü yaptığımız iş belgeli. Kaldı ki telefonlarıyla fotoğraf çeken arkadaşları da bunları hiçbir yerde paylaşmamaları noktasında uyardım. Şov, propaganda yapmak istesem çok rahat yapardım; ama yapmam. Bana yakışmaz.

 

'Kamışlı Jandarma Karakolu’ndan izin alarak gittik'

 

Devletten bir teşekkür bekler miydiniz?

Beklerdim. Benimle birlikte gelen Yüksekovalı insanların devletten teşekkür beklemeye de hakkı var. Oraya gittiğimizde yanımıza daha sonra gelen yarbay ya da binbaşı, “Allah sizden razı olsun. Çok yardım ettiniz” deyip teşekkür etti. Bu kadar! Ama hükümetten kimse aramadı. Allah korusun, birimizin başına bir şey gelseydi, bir mayın patlasaydı, kim ne diyecekti? Ama bütün bunları düşünerek ve Allah’a güvenerek 150 kişi yola çıktık. Güvenlik tartışması da yaşandı aramızda; çünkü çok riskli bir alan. On beş gündür yasak bölge. Kimse geçmemiş. Asker bile geçmemiş.

Yola çıktıktan sonra herhangi bir yerden izin almanız gerekti mi?

Kamışlı Karakolu’na vardığımızda, “Şehitlerin cenazelerini almaya gideceğiz. Bize yol açın” dedik. Üsteğmen düşündü, taşındı, “Size yolu açacağım” dedi ve yolu açtı.

 

'Cenazeleri bizden alan komutan, aracından bile çıkmadı'

 

Üsteğmen sizinle birlikte gelmeyi teklif etmedi mi?

Hayır. Biz oradan ayrılınca arkamızdan onlar da bir hazırlık içine girdiler. Böyle olunca korktum da. Asker arkamızdan gelirse, PKK da hâlâ oradaysa ve bir çatışmaya girerlerse biz siviller arada kalırız diye… Üsteğmenden güvenliğimizi sağlamasını istedik. Biz oraya varıp şehit askerlerin cenazelerini toplamaya başladıktan takriben bir saat sonra asker olay yerine geldi. Orada bir, iki silah patladı. Cenazelerin yarıdan fazlasını toplamıştık. “Arkadaşlar, elinizi çabuk tutun ve bir an önce gidelim” dedim. Askerler gelince “Siz niye geldiniz?” dedim. Komutanlardan birisi aracından hiç çıkmadan “Cenazeleri bize ver” dedi. Biz cenazeleri kendi arabalarımıza almıştık. Pick-up götürmüştük. Arkadaşlar itiraz ettiler. Ben de “Tartışmayı uzatmayın. Madem ki asker geldi. Onların aracına cenazeleri nakledelim” dedim.

 

'Sipere yatan askerleri uyardım'

 

Bir, iki el silah sesi duyduğunuzda korkmadınız mı?

Bir, iki el ateşten sonra sipere yatmaya kalkan askerlere “Bir dakika! Heyecanlanmayın. Silahı kimin attığı belli değil. Ormandan atılıyor.  Sesler durabilir. Siz ateş ederseniz onlar da ateş ederse sivil halk ne yapar burada?” dedim. PKK’nin sivil halkın olduğu bir yerde çatışmaya girmeyeceğini düşünüyordum. Cesareti biraz da bu düşünceden aldım. Askerlerin cenazelerini kendi arabalarımızdan askeri araçlara naklettikten sonra ilçeye döndük. Karakolun önünde askeri ve sivil konvoy ayrıldı. Cenazeler, Van’a götürüldü.

 

'O gün vadinin ilerisinde de çatışmalar olmuş'

 

Burada iki ciddi merak konusu var: Birincisi, çatışmalar öğlen saat 3’te başlamasına rağmen Sayın Başbakan akşam 7’deki milli maça gitti ve ikinci yarıda ayrıldı. “Dört buçuk saat boyunca bir Başbakan nasıl olur da böyle bir çatışmadan haberdar olmaz? Ya da haberdar olarak mı maça gitti?” soruları kafa kurcalıyor. İkincisi de, 24 saat boyunca şehit sayısı açıklanmadığına göre gerçek sayı, söylenenden çok daha mı fazla?

Bizim aldığımız cenazeler, o iki zırhlı araçtaki cenazelerdir. Bunların dışında, vadinin biraz daha ilerisinde de çatışmalar olmuş.

 

'Cenazeleri sabah tahliye ettiyseniz bizim orada işimiz ne?'

 

Aynı gün mü?

Aynı gün. Orada başka şehit olup olmadığı konusunda bizim de elimizde kesin bir bilgi yok. Bir, iki gün önce de o bölgede çatışmalar yaşanmış. Bahsettiğiniz o iddialar burada da söylendi; ama teyit ettiremedim. Yalnız, gittiğimiz gün öğlen saat 12’de sayın valiyi aradım. Yardımcı olmak istediğimizi söyleyince vali bey memnun oldu. “İyi olur; ama bir değerlendirmemiz lazım. Size dönerim” diyerek, kesin bir şey söylemedi. Fakat Sayın Başbakan “O gün sabahtan itibaren cenazeleri tahliye etmeye çalıştık” diyor. Başbakan Davutoğlu doğruyu söylemiyor. Sen cenazeleri sabah tahliye ettiysen bizim orada işimiz ne? Valinin bu tahliyeden nasıl haberi olmaz?

Validen telefon geldi mi?

Gelmedi. İnisiyatif kullandık. Devlet hem bizim gitmemizi istiyordu, hem de resmen “Gidin” diyemiyordu. Zımni bir onay var.

 

'Devlet güçlüdür diyenler, keşke o an yanımızda olsaydı'

 

Hayatınızdan endişe ettikleri için olabilir mi?

Sanmıyorum. Eğer böyle bir endişeleri olsaydı biz en başta karakolun önüne gittiğimizde bir engelle karşılaşırdık. Oradaki yetkili subaylara, “Bırakın cenazeleri almaya gidelim” dedim. O da “Peki, sizi cenazeleri almaya yollayacağız” dedi. Baktım ki hemen yolu açtı. Valinin, isteğimizi karakola bildirdiğini düşünüyorum. Ha bu onayı neden resmen iletmediklerini sorarsanız, “Koskoca bir devlet bu cenazeleri alamıyor da 150 kişilik sivil bir grup alıyor” diye düşünmüş olabilirler. Devlet kendi zaafını kabul etmez. Hep güçlü devlettir! Ama bizim gördüğümüz manzara pek de öyle değildi! Keşke “Devlet güçlüdür” diyenlerin birisi de bizim yanımızda olup o hali görebilseydi. Benim konuşmamın pek etkisi olmaz. Çünkü ben Kürt’üm diye söylediklerime itibar etmeyebilirler! Bir devlet yalan söylemeye başlamışsa onun söylediğini çürütmekte zorlanırsınız. Bu, su bardağıdır. (Masadaki bardağı kaldırıyor.) Devlet, “Hayır, bu bir su bardağı değil” derse, ben nasıl çürüteceğim bunu?

Benim düşünceme göre cenazelerle ilgili devlet bilgi alamadı. Görüyor; ama bilgi alamıyor. Bu, bir devlet için çıkmazdır! “Ne yapacağız?” diye düşünmüş olabilirler. Kamuoyuna bir açıklama yapamıyorlar. Cenazelere ulaşamadıkları böylece anlaşıldı. Devlet, “Cenazelerime ulaşamadım” diyebilir mi? Diyemez. Güçlü devlet ya!

 

"Şemdinli’de önce 'PKK bomba atmış' dediler"

 

Bölgede yaşanan çok kritik zamanlarda devreye giriyorsunuz. 9 Kasım 2005’te, Şemdinli’deki Umut Kitabevi’nin bombalanması olayının da en yakın tanıklarından birisiniz. O gün neler yaşadınız?

O bombalama sonucu bir kişi hayatını kaybetmişti. Bombanın atıldığı araç da vatandaşın elinde kaldı. Ben o anda burada, yani Yüksekova’daydım. Haber geldi, “Yetişin,  Şemdinli’de çatışma var. Gelmezseniz burada çok kötü şeyler olacak” diye. Telefondan da silah sesleri geliyordu. O sırada CHP milletvekiliydim. 45 dakikada Şemdinli’ye vardım. Halk, çarşıda, ayaktaydı. Beni görünce rahatladılar. Yaşananları dinledim. JİTEM’in gelip kitabevine bomba attığını ve ölü olduğunu söylediler. JİTEM olduğunu nereden bildiklerini sorunca “Buradaki beyaz araçla geldiler” dediler.

Beyaz Toros gibi?

Bu beyaz bir Renault 19’du. Arabada üç kişi varmış. Birisi arabada beklerken, ikisi çıkıp bombayı atıp tekrar arabaya bindikleri sırada yakalanmış. Sonra asker ve polisin gelip havaya ateş ederek o insanları zorla halkın elinden aldığını anlattılar. “Tamam” deyip arabaya dokunmamalarını istedim. Gittim, hükümet konağına. Kaymakam ve diğerleri, emniyette güvenlik toplantısındaymış, oraya yöneldim. Alay komutanı, kaymakam, emniyet müdürü oradalar. Olayın ne olduğunu sordum. “PKK bomba atmış” dediler.

JİTEM’i PKK diye mi sundular size?

 Evet, hatta savcı da vardı yanlarında. Savcıya, “Bu işe siz bakmalısınız. Elimizdeki en büyük delil, bu araçtır” dedim.

 

'Görevlendirme dosyasını kaçırmasınlar diye yanıma aldım'

 

Hukukçu kimliğinizle de söylüyorsunuz bunu…

Tabii… Savcıya, “Araç üzerinde hemen bir keşif yapalım. “Ya orada bomba varsa? Savcıyı nasıl götürürsünüz?” diye işi yokuşa sürüyorlardı. Aracı hükümet konağının önüne çekmek istediler. Karşı çıktım. Hukuken de suç delilini başka bir yere taşıyamazsınız. Keşif için ısrar ettim. Halktan çekiniyorlardı, halkı sakinleştirip o alandan uzak tutacağımın garantisini verdim. Balkondan halka seslendim ve işin yargıya intikal ettiğini, keşif için alandan uzaklaşmalarını istedim.

Akşam karanlığı basıyordu. Savcı keşfe niyetliydi; ama diğerleri ağırdan alıyordu. Zorlayınca geldiler. Araç başındayız, barajı açınca baktık ki üç, dört tane kalaşnikof ve el bombaları var. Ama esas dikkatimi çeken bir dosyaydı. Açıp bir baktım, dosyada bazı isimler yazıyor ve teslim, tesellüm belgeleri var. Altında bilmem albay kimin, başçavuş kimin imzaları var. Araç da Karabük’ten gelmiş. Savcıya “Bütün bunları kayda geçirelim” dedim.

O sırada bir panzerden ateş açıldı. Emniyet Müdürüne kimin yaptığını soruyorum, “Haberim yok” diyor. “Sizin haberiniz olmadan kim ateş açabilir?” dedim. Savcıya, bu keşfi bitireceğimizi söyledim. 10 dakika sonra bu sefer otomatik silahla halkın arasına ateş edildi. “İmdaaattt” diye feryatlar yükselmeye başladı. Ölüler olduğu söylentileri içinde bir panik havası oluştu. Savcı da kâtibine evrakları toplatıyor. Arabanın bagajındaki o dosyaları kaçırmasınlar diye yanıma aldım ve oradan hastaneye sığındık. Beş yaralı geldi ve birisi sonradan öldü.

 

'Failleri saklamaya çalıştılar'

 

Ateşi açan kimmiş, bulunabildi mi?

Halk, bir astsubayın ateş açtığını söyledi. “Nereden biliyorsunuz?” dedim. “Şemdinli küçük yer. Onu tanıyoruz. Plakası da şudur” dediler. Valiyi aradım. En sonunda, belediye başkanı, vali, savcı, alay komutanı ile bir araya geldik. “O son ateşi kim açtı?” dedim. “Bilmiyoruz” dediler. “Ama halk biliyor” deyip plakasını verdim. Mecbur kaldılar konuşmaya: “Bir astsubay kalabalıktan korkmuş. Panik yapıp ateş etmiş.”

“İyi de bu aracın PKK’ya ait olduğunu söylediniz bana. Savcı Bey de gördü ki bu araç, resmi araçtır. Jandarmanın aracıdır. Karabük’ten alınmış. Önbilgi budur” dedim. Emniyet müdürü, haberi olmadığını söyledi. Alay komutanı konuşamadı. “Failler nerede?” diye sordum. “Elimizde bir tane itirafçı var” dediler. “Hayır, bunlar üç kişi. Halk bile bunun farkında. Siz neden gizliyorsunuz? Verin yargıya. Siz bu iki kişiyi saklamaya devam ederseniz, ben bu halkı durduramam” diye çıkıştım.

İşin üzerine gitmeye karar verdim. Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yu aradım. Yurtdışındaymış. Ona vekâlet eden Vecdi Gönül çıktı telefona. Anlattım olayı ve “Sizin orada olmanız bir şans. Ne isterseniz yapın” dedi. Keşif yaptırılmadığını ve bu keşfi bitirmeden Şemdinli’den ayrılmayacağımı söyledim. Savcının o saatten sonra keşfe gelmek istemediğini, emniyetin güvenliği sağlayamayacağını söylediğini de anlattım.

 

'Beni koruyacak Alay Komutanı, korkudan gelmek istemedi'

 

Valiyi istedi ve bana yardımcı olması için talimat verdi, Sayın Gönül. Gece 12’de keşfe gidiyoruz, benim güvenliğimi sağlamak zorunda olan alay komutanı “Benim güvenliğim yok” diye gelmek istemiyor. Nasıl ki şehit olan askerler için risk aldıysam orada risk alıp çarşıya gittim. Savcıyı zorladım, kabul etti; ama “Önden siz gidin” dedi. Belediye başkanı benimle gelmeyi kabul etti. Beş, altı kişi çarşıya gittik. Bulunduğumuz yer, aydınlık. Açık hedefiz. Vurulursak, devlet “PKK vurdu”, PKK da “Devlet vurdu” diyecek. Biz gümbürtüye gideceğiz. Zorla dükkân açtırdık, kendimizi oraya attık. Yarım saat sonra savcı geldi. O gece keşif bitti. Çok sıkıştırdım, iki faili adliyeye teslim etmeleri için, zorla teslim ettiler. Sonra Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya el koydu olaya ve soruşturmalar başladı.

 

'Şemdinli, JİTEM-Ergenekon ortaklığının ilk eylemiydi'

 

Ardından da dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, olayla ilgisi olan astsubay Ali Kaya için “Tanırım, iyi çocuktur” dedi…

Büyükanıt böyle deyince o kişiler bir anda himaye görmeye başladı.

JİTEM miydi?

JİTEM’di. JİTEM aracıydı. Şimdi Şemdinli Belediye Başkanı olan o gün bombalanan kitabevinin sahibi Seferi Yılmaz’ı öldürmek için gelmişlerdi. O kıl payı kurtuldu; yanındaki Mehmet Zahit Korkmaz öldü. Bu olay, Ergenekon’la bağlantılıydı. Bana göre Ergenekon’un JİTEM bağlantılı ilk eylemi, Şemdinli’de olmuştur. Halkın da gayretiyle yakalanan ilk eylemdir. Suçüstü oldular. O dosyalarda ilginç başka bir şey daha vardı.

Neydi o?

Kitabevinin krokisi, kırmızı kalemle çizilmişti. Ayrıca dosyada “GİZLİ” ibaresi altında, bu bölgedeki aşiretler fişlenmişti, “Devlete bağlı”, “Devlete karşı” diye. Fotokopileri hâlâ bende durur. Devlet buradaki herkesi fişlemiş. Bazı evlerin de krokilerini çıkarmış.

 

'AK Parti kendi vesayeti için Ergenekon’u bitiremedi'

 

Biz, Ergenekon’un ucunu tuttuk; ama sonuca gidilemedi.     

Neden gidilemedi?

Bu iktidar kendi vesayetini kurduğu için! Mesele JİTEM’in üzerine gitmek değilmiş, bunu sonradan öğrendim. Mevcut iktidar, demokrasiyi getireceği ve askeri vesayeti bitireceği umuduyla iktidara geldi. Ben de CHP’nin Parti Meclisi üyesi olarak, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı sürecinde de Meclis’teki oylamaya katılarak demokrasiye destek verdim. 367 gibi garip bir uygulamaya karşı durdum. Genel Kurul’a girdim.

 

'Cumhurbaşkanı keşke Gül olmasaydı!'

 

2007’de eğer Cumhurbaşkanı, Abdullah Gül değil de Recep Tayyip Erdoğan olsaydı, bugün biz bu rezaleti yaşamazdık.

Neden?

AK Parti’nin başından uzaklaşıp Cumhurbaşkanı olsaydı, bugün yine Davutoğlu gibi biri gelir ve AK Parti iktidardan düşerdi. İktidarları 12 sene sürmeyecek, foyaları daha erken çıkacaktı.

Sonradan bir değişim olamaz mı?

Hayır. Kabul etmeliyiz ki AK Parti’yi bu noktaya getiren Recep Tayyip Erdoğan’dır. Parti, liderden güç aldı.

“367”ye tavrımdan sonra AK Parti’den teklif aldım, reddettim

Abdullah Gül sizi o günlerde teşekkür için aradı mı?

Aradı ve teşekkür etti.

AK Parti’den teklif aldınız mı?

Grup başkanvekillerinden teklif aldım; ama gitmedim. Teklifi kabul etseydim, bunun için Genel Kurul’a girdiğimi söyleyeceklerdi. Bunu içime sindiremezdim. O olaydan sonra CHP tarafından aday yapılmayacağımı bilerek AK Parti’ye “Asla gelmeyeceğim. En kötü ihtimal, bağımsız aday olacağım” diyerek vicdanımın sesini dinledim. Seçmenim de Genel Kurul’daki tavrımdan ötürü büyük destek verdi.

Her şeye rağmen, AK Parti’nin demokrasi ve özgürlüklerin yolunu açacağına inanmıştım. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı sürecindeki desteğim de biraz bundan kaynaklandı. Ama geldiğimiz noktada, o AK Parti ile bugünkü arasındaki dağlar kadar fark var. Mağduriyetleri bittikten sonra kendi vesayetlerini oluşturacaklarını tahmin etmemiştim.

 

'HDP çözüm sürecinde şeffaf olmadı'

 

Bugün geldiğimiz noktada, çözüm sürecini tıkayan ve silahların yeniden patlamasına neden olan dinamiklerin neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Çözüm süreci, bu ülke için gerekli bir süreçtir. Ama süreçle ilgili hep kaygılarım oldu. Süreç hep kapalı ilerledi. Bizim kanattan da, HDP’den de bu konuda ikna edici açıklamalar gelmiyordu. Ben o dönemde milletvekili olmama rağmen, İmralı Heyeti’nin görüşmeleri hakkında bilgi sahibi olamıyordum.

Sizden saklanıyor muydu?

Evet. Bizden saklanan çok şey vardı. Birkaç isim dışında gelişmelerden kimse haberdar değildi. Umutlu söylemlere itibar ettik. Şimdi bütün faturayı AK Parti’ye kesmek kolay! Ama bu süreçte siz ne yaptınız? Herkes gibi biz de televizyonlardan bilgi sahibi oluyorduk. Süreç şeffaf yürütülseydi, bizim katkılarımız da olabilirdi. 

 

'Savaşarak dağları asla temizleyemezsiniz!'

 

Şemdinli’de bir kitabevinin bombalanması olayını yakinen yaşadınız. Bugünlerde benzer manzaralara daha geniş bir alanda şahit oluyoruz. Kırşehir’deki Gül Kitabevi de aşırı milliyetçi bir grup tarafından yakıldı. HDP’nin yüzlerce binasına eşzamanlı saldırılar düzenlendi, düzenleniyor. Akıllara hep 6-7 Eylül, Madımak gibi olaylar geldi. Tarih, Türkiye’de fazlaca mı tekerrür ediyor?

Seçimden sonra HDP’ye yapılan saldırıları anlamak mümkün değil. Hem “demokratik çözüm” diyeceksiniz, hem de yüzde 13 oy almış bir partiyi hedef yapacaksınız! Eğer HDP’yi fazla oy aldı diye hedefe koyarsanız, bu sorunun silahla çözülmesini istediğini mesajını verirsiniz. 

1993’te Meclis’te içinde tüm siyasi partilerin bir araya gelip oluşturduğu, Kürt sorunun özü ve çözümü noktasında bir araştırma komisyonu kurulmuştu. O komisyonda yer almıştım ve o zaman Doğu ve Güneydoğu’daki 23 ili gezdik. Askerle, devlet yetkilileriyle, sivil toplum örgütleriyle ve halka bir araya gelip rapor hazırladık. O raporda, bu sorunun güvenlik yönetmeleriyle çözülemeyeceğini de açıkça yazdık. O zamanın askeri yetkilileri dahi “Biz bu sorunun ancak yüzde 25’ini çözebiliriz” demişti.

Şimdi 90’ların da gerisine gidiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Dağlar temizleninceye kadar mücadeleye devam” diyor. Bu mümkün değil! Hiçbir zaman temizlenmeyecektir. İnsanları öldürerek bu meseleyi çözemezsiniz. Parlamentonun devreye girip “Bu sorunu diyalogla çözelim” demesi gerekir. HDP’nin bu kadar çok milletvekili olması da bir şanstır. HDP’ye yardımcı olmaları gerekiyor. Bu şansı geriye itmemeleri lazım. 30 yıldır denenen yöntemin sonuç vermediği ortada. Hükümetin tekrar sivil çözüme yönelmesi gerekiyor. Başka çare yok!

 

'HDP ile PKK’nın tabanı aynı'

 

“HDP, PKK’nın gölgesinde kaldı” eleştirileri sizce doğru mu?

HDP ile PKK’nın tabanı aynı. Bunu kabul etmek lazım. HDP’yi bu konuda sıkıştırmanın bir faydası yok. Demirtaş’ın PKK’ya yaptığı “Silahları susturun” çağrısı çok önemlidir. HDP başka ne yapabilir ki? İster kabul edin ister etmeyin, PKK’lılar da bu ülkenin evlatlarıdır. Burada yaşayan Kürtlerin evlatlarıdır. PKK da bir sonuçtur. Kürt sorunu çözüldüğü zaman PKK kalmaz.

 

'Suudi Arabistan’da Türk bayrağını ben astırdım'

 

Kendimden bir örnek vereyim… BDP (HDP) milletvekili olduğum iki yıl önce Meclis’teki parti temsilcilerinin ve işadamlarının da yer aldığı 150 kişilik bir heyetle Riyad’da ziyaretlerde bulunduk. Oraya gittiğimizde Türk bayrağına rastlayamadık. Kaldığımız otel, kraliyet ailesine aitti ve Türk bayrağını asmamışlardı.

Her ülkenin var; ama Türkiye’nin yok. O bayrağı görmediğim zaman isyan ettim Arabistan’da. “Türk bayrağı asılmazsa toplantı yaptırmam” dedim tek başıma. Ne AK Partililer, ne CHP’liler, ne de MHP’liler ağzını açmadı; ama ben BDP milletvekili olarak karşı çıktım. Türk bayrağını orada göndere ben çektirttim. Heyet Başkanı Zafer Çağlayan da çıkıp bana teşekkür etti ve “Hiçbirimizin yapamadığını o yaptı” dedi. Milliyetçilik budur! Zorla başkasının balkonuna çıkıp da bayrak asmak değil! Neden her sorunda bayrağı yüzümüze vuruyorsunuz? Bu bayrak bizim de bayrağımız değil mi? Bir ülkenin “iç düşman” diye bir kavramı olmaz. Bu ifade en son 27 Nisan E-Muhtırası’nda AK Parti’ye karşı kullanılmıştı. Şimdi aynı ifadeyi Sayın Erdoğan kullanıyor. Kürtler bu ülkenin iç düşmanı mı?


(Bu röportaj, kapağı nedeniyle toplatılan ve internet sitesine ulaşımı engellenen Nokta dergisinin bu haftaki sayısından alınmıştır.)