17 Aralık münasebetiyle Los Angeles ve San Diego’da aynı saatte, Can Dündar’ın hazırladığı 'Erdoğan’ın en uzun günü' belgeseli gösterildi.
ABD’de yaşayan sanatçı Elif Savaş Felsen belgesel gösterimi sonrası T24’e konuştu. Felsen, "Gerginlik var, ama altında hep bir blöf. ‘Bilmiyorum ki’ derken, ‘sen bil’ denmek istiyor. Çünkü sen de bu çarkın parçasısın. Ortada her işin altından çıkan tek bir şeytan yok- ki ne güzel olurdu! Erdoğan’ı şeytanlaştırmak tabii içimizi rahatlatıyor" dedi.
Elif Savaş Felsen'in açıklamaları şöyle:
"Sağlıklı işleyen demokrasilerde birbirinin ardı ardına sıralanan, ancak çocukların mutlu günleri, yeni başarılar ve belki ailevi üzüntülerle zaman zaman karardığı için özelleşen günler, Türkiye Cumhuriyeti’nde toplu hafızaya rezaletler şeklinde kazınır oldu. Ülke olarak bireysel haklarımızı alamadığımız gibi, takvimin günleri de gitgide bireysellikten uzaklaşıyor; o gün şu kişinin doğum günüydü diye hatırlamıyoruz artık.
‘Bize her gün milat’
O gün ülke şu yolsuzlukla, bu katliamla sarsılmıştı diye hatırlıyor, sokakta hiç tanımadığımız bir insanla ortaklaşa zamanın neresinde olduğumuzu kişisel bilgilerimizle değil, bu utançlarımızla paylaşıyoruz. Gazetelere bakılırsa ülke her gün bir skandalla sarsılıyor. Köşe yazılarında ‘bu bir milattır’, ‘bu bir dönüşümdür’ yazıları çarşaf çarşaf. Ancak dün de belgeselin sonunda herkesin ağzında kalan acı tattan anlaşıldığına göre, bize her gün milat.
Her gün başka ülkeleri tepetaklak edecek travmaları yaşıyor, şaşalıyor ve ertesi gün daha da fazlasını ileri demokrasi kazığı şeklinde yutmak, sindirmek, normalleştirmek zorunda kalıyoruz. Savaş alanında, etrafında bombalar patlarken, kolu kopmuş, yerini şaşırmış ama olayın şokunda çıtı çıkmayan, dona kalmış askerler gibiyiz. Elimizde, aklımızda derman kalmadı. Ancak daha demokrat hayatları görünce insan, ne biçim bir anormallikte yaşadığını fark edebiliyor. Ancak travma geçmiyor, geçemiyor.
‘Hepimizin karabasanı: Suçlular cezalandırılmayacak’
Travmanın geçmesi için suçluların cezalandırılması lazım. Dün seyrettiğimiz kısa belgeselin sonunda da hepimizin içine düştüğü karabasan aynı: Suçlular cezalandırılmayacak. Hatta suçları suç olmaktan çıkmış, normalleşmiş. Vahşi batının haydutlarına madalya takıldığı, bir çeşit sapık korku filmini biz her gün vatan diye diye yaşıyoruz.
Belgesel, doğal olarak hala fokur fokur kaynayan bir cadı kazanından ancak bir kepçe zehir. Olay o kadar büyük, o kadar dallı budaklı ki, belki hakkıyla belgeseller yapmak için birkaç nesil geçmesi lazım. Ancak yolsuzluk terörü, bu kesitte bile bütün karanlığıyla ortada. Sıradan insanın hayatında görmediği paralar, cep harçlığı tadında; dilimizin dönmediği sayılar günlük jargon olmuş. Seslerde utançtan titremeler aramak boşuna. Belli ki herkesin boğazına kadar battığı bir rezalette, herkes birbirinin eteğine asılmış; ben batarsam sen de batarsın rahatlığında.
‘Erdoğan’ı şeytanlaştırmak içimizi rahatlatıyor’
Gerginlik var, ama altında hep bir blöf. ‘Bilmiyorum ki’ derken, ‘sen bil’ denmek istiyor. Çünkü sen de bu çarkın parçasısın. Ortada her işin altından çıkan tek bir şeytan yok- ki ne güzel olurdu! Erdoğan’ı şeytanlaştırmak tabii içimizi rahatlatıyor. Çünkü nasıl böyle bir şey çıkar aramızdan? Çok ender, dünyanın sonu gibi bir şey olmalı diyerek kendimizden uzaklaştırdığımız bir Yeşilçam kötü adamı. Oysa hem bu toplumdan çıkmış bir karakterle karşı karşıyayız, hem de bu karakterin etrafındaki yardımcı oyuncular da bu toplumun zehirli meyveleri. Ufak tefek yolsuzluklarımız, yazmadığımız bir fiş, belki affedilir diye beklediğimiz bir vergi cezası, ay lütfen diye yalvardığımız bir trafik polisi.... Biz bu düzeni biliyoruz ve bir parçasıyız aslında. Sadece sayılar büyük diye şaşırıyoruz.
Önemli belgeleri yok etmek için kullanılacak Çin malı, yerli malı, yabancı (Avrupa veya Amerikan malı olmalı) öğütücünün nereden alınması gerektiği, kimin uyduruk malla kime kazık attığı cinsinden banal konuşmalar, Bilal Oğlan’ın her zaman güvenilir bir komik karakter olarak herkesi güldürdüğü anlar ve ama insanın kanını donduran, zamanın başbakanının, bakanlarının verdiği öğütler.
‘Bu kutsal kelimeler hiç bu kadar ahlaksızca kullanılmamıştır’
Bir mafya babası da herhalde pek farklı konuşmuyordur telefonda. ‘Selamın aleyküm’, ‘inşallah’, ‘Allah izin verirse’ kelimeleri para pisliğinin içinde ortalıkta dolanırken, insan bu dillere yıldırımlar düşmeli diye düşünmeden edemiyor. Bu kutsal kelimeler hiç bu kadar ahlaksızca kullanılmamıştır... Ama dedim ya, anormallikler normal olmuş; neye şaşıracağımızı şaşırmışız. Bir kesim için bu konuşmalar paralel yapı denen inli cinli masal karakterlerinin yarattığı hokus pokus, ama bir kesim için de ‘helali hoş olsun’. Çünkü her bir cümlenin ucundan bir inşallah sallanıyor nazarlık gibi.
Çelik kadar sağlam bir sırça köşkte hırsızlar lüks içinde yaşayıp giderken, dışarıdan içeriye taş atmaya kimsenin gücü veya niyeti yok gibi. Çünkü kimi daha mütevazı ama benzer haram gelirle kurmuş kendi sırça köşkünü. Kimi de demokraside özgür, mutlu, huzurlu, eşit yaşamaya hem berisini, hem de kendisini değersiz buluyor. Sırça köşkün dışındakilerin içindekilere duyduğu kızgınlıkla gelmeyecek değişim. Çünkü o zaman sadece köşkün sahipleri değişir, ama sistem yerinde kalır.
‘Değişim için halk kendi değerini fark etmeli’
Değişimin gelmesi için -nasıl olacağını bilmiyorum ama- bu halkın kendi değerini fark etmesi gerekiyor. Eski savaşlarla, kanla, güçle değeri değil. Her ne kadar bilimde, sanatta henüz elle tutulur bir şey üretemediyse de, gelecek nesillerin üretebileceğine olan inancıyla, gelecek nesiller için. Yoksa bana öyle geliyor ki, bir toplum olarak birbirimize tutunduğumuz tutkal birbirimize inançsızlığımız, güvensizliğimizle, her gün yaşadığımız rezaletler içinde eriyip yok olmak üzere. Devlet baki olabilir, sınırlar da şöyle ya da böyle korunur. Ya da korunmaz. Ancak bir toplum olarak biz yok olmak üzereyiz."